30 Aralık 2009 Çarşamba

TSK'nın "Asimetrik psikolojik savaş" sınavı / Fatma Sibel YÜKSEK


Diyelim ki, Bülent Arınç'a suikast girişimi doğru; peki arama izni neden bu suikastle ilişkili olduğu iddia edilen subayların kişisel bilgisayarları, çalışma masaları, evleri için çıkarılmıyor da, "genel arama" kararı çıkarılıyor? Arınç'a suikast girişimi doğru kabul edilse bile, örneğin (tamamen uyduruyorum) bir işgal durumunda Bolu tünelinin nasıl kapatılıp İç Anadolu ile Marmara'nın irtibatının nasıl kesileceğine ilişkin hazırlık, böyle bir suikast davasında hakimin ne işine yarayacak?

Bir ulusun bağışıklık sistemi demek olan böyle gizli belgelerin yarın öbür gün basında çarşaf çarşaf yayımlanmayacağını kim garanti edebilir?

Radikal yazarı Muray Yetkin ile Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök, böyle bir tehlikeye ihtimal vermediklerini yazıyorlar ama böyle bir tehlike bulunduğunu gündeme getirmek bile tehlikenin varlığına bizzat delildir…

Kaldı ki, henüz savcının bile görmediği nice belgenin gazetelerde çarşaf çarşaf yayımlandığına kaç kez tanık olduk. Taraf gibi gazeteler ne günler için çıkarıldı?

"TSK'ya karşı medya odaklı bir psikolojik harp yürütülmektedir" tespiti Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'a ait.

8 ay önce yaptı bu tespiti ve o günden bu güne gelinen noktaya bakın. Artık, seferberlik belgelerinin ortalığa saçılıp saçılmayacağını konuşuyoruz. Operasyon medyası, düşman karargâhına girmiş gibi sevinç çığlıkları atarken, Genelkurmay'dan dün yapılan şu açıklamaya bakın:

"Yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında, Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığında 26 Aralık 2009 günü içeriği Devlet sırrı niteliğindeki belgeleri kapsayan bölümde başlatılan arama faaliyeti, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 125'inci maddesi uyarınca ilgili Hakim tarafından bizzat yapılmaktadır. Tek Hakim tarafından yapılmakta olan bu inceleme sürecinde, doğal olarak dinlenme ve idari işler için aralar verilmekte, bu nedenle inceleme süresi uzamaktadır. Tamamen yasal çerçeve kapsamında yürütülmekte olan bu incelemenin bir müddet daha devam edebileceği anlaşılmaktadır."

Yani, kamuoyunda beliren endişeler güya şu satır arası bilgilendirmeyle giderilmeye çalışılıyor:

"Aramalar CMK uyarınca bir hakim tarafından yapılmakta, savcı ve polisler kozmik bölümlere sokulmamaktadır. İnceleme süresinin uzaması da dinlenme ve idari işlemler nedeniyledir, yani herhangi bir gerginlik yaşanmamaktadır".

Teşekkür ederiz ama polisin karargâha girme konusundaki ısrarına daha net cümlelerle karşı çıkabilirdiniz…

Sonra, Milliyet gazetesi Ankara Temsilcisi Fikret Bila'ya içeride olup bitenler hakkında bazı kulisler verildiğini anlıyoruz.

Bila, dün Millieyt'in manşeti olan yazısında, "TSK'nın kalbine girildiği, kozmik bilgi ve belgelere ulaşıldığı, bilgi ve belgelerden örnekler alındığı, tüm belgelerin tutanağa geçirildiği, Seferberlik Bölge Başkanlığı’na giren hâkim, savcı ve terörle mücadele uzmanı polislerin kozmik odalar dahil her yeri aradıkları, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Arslan Güner’in Bölge Başkanlığı’na gittiği, hâkim ve savcılarla görüştüğü" gibi söylentilere TSK kaynaklarının ağzından yanıt veriyor. Bila, "Kamuoyuna yansıtılan bu bilgilerin büyük çoğunluğunun abartılı olduğunu söyleyebiliriz. Kamuoyuna yansıyanla Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda yürütülen çalışmanın gerçek boyutları arasında çok büyük farklar var" değerlendirmesini yaptıktan sonra özetle şu bilgileri veriyor:

"Aramalar CMK uyarınca tek bir hakim tarafından yürütülüyor, savcı ve polis çalışmalara katılmıyor. Her evrak tutanağa geçirilmiyor. Sadece soruşturma kapsamıyla ilgili görülen evrak inceleniyor ve gerekli görülenler hâkim tarafından tutanağa geçiriliyor. Çalışmayı yürüten hâkim, Türkiye’nin savaş halinde uygulayacağı seferberlik planları ve bu planların parçası niteliğindeki evrakla da ilgili değil. Hâkim, kanunda da belirtildiği gibi yürütülen soruşturma kapsamıyla sınırlı olarak ilgili gördüğü bilgi ve belgeleri inceliyor.

Seferberlik Bölge Başkanlığı’nda yürütülen inceleme nedeniyle askerle, hâkim ve savcılar veya polis arasında bir gerginlik yok. CMK 125. madde kapsamında çalışma normal koşullarda yürütülüyor. İncelemeyi sürdüren hâkim, mesaisini Bölge Başkanlığı’nda yapıyor. Sadece hâkimin incelemeye yetkili olduğu bilgi ve belgeler konusunda savcıların veya polislerin bir ısrarı ve buna karşı askeri yetkililerin direnmesi gibi bir durum da söz konusu değil. Taraflar, kanunun çizdiği sınırlar içinde davranıyor."

Yani, Bila'ya verilen bilgiler ile Genelkurmay'ın dün öğlen saatlerinde yaptığı açıklama birebir örtüşüyor. Genelkurmay, kamuoyuna Türkiye'yi sarsan bu olayın "normal bir yasal prosedürden ibaret olduğunu" anlatmaya çalışıyor nedense. "Kurumlararası çatışma" tehlikesinin bu derece ete kemiğe büründüğü bir ortamda kendince doğru da yapıyor olabilir ama eğer bu, İlker Başbuğ'un üstene basa basa söylediği gibi bir "asimetrik psikolojik savaşsa", Ankara Seferberlik Bölge Başkanlığı'na yapılan baskın, Genelkurmay'ın bu serinkanlı açıklamalarına rağmen tarihe bir şeylerin "miladı" olarak geçecektir. Kimse kusura bakmasın, tıpkı Süleymaniye'deki olayın bir "ilk" olarak geçmesi gibi.

Gelecek nesillerin, bu olay hakkında Genelkurmay'ın sade suya tirit açıklamalarından çok, Taraf gazetesinin manşetlerini hatırlamaları daha olası görünmektedir.

Eğer bu bir psikolojik savaşsa, Genelkurmay Başkanlığı şunu da çok iyi biliyor ki, hakimin talep etmesi halinde istenen belge ve bilgiler Genelkurnay tarafından mahkemeye tereddütsüz gönderilirdi. Ancak, ortada Başbuğ'un tespit ettiği gibi bir psikolojik savaş olduğundan böyle bir şova gerek duyuldu. Genelkurmay şimdiye kadar yürütülen soruşturmaların hangisinde yan çizdi ki? Kendi tabanıyla sorunlar yaşama pahasına subaylar bir bir Beşiktaş Adliyesi'ne teslim edilmedi mi? Emekli kuvvet komutanları ifade vermedi mi? Muvazzaf orgenerallare bile çağrı çıkarılmadı mı? Genelkurmay bunların hangisine direndi? Ama Dursun Çiçek'in ıslak imzasını taşıdığı öne sürülen belge bütün girişimlere rağmen Ankara’daki askeri mahkemeye aylardır gönderilmiyor...

Yani, eğer bu bir "psikolojik savaş" ise, "Biz yasalar neyi gerektiriyorsa onu yapıyoruz" demekle iş bitmiyor. Tekrar edelim tarih, "TSK, CMK'nın gereğini yaptı" şeklindeki cümleleleri, değil, "TSK'nın derin beynine ilk kez girildi" gibi cümleleri seviyor.

Ankara'da giderek daha sık duyulmaya başlanan bir söylenti daha var. İlker Başbuğ'un istifa edeceği veya görevden alınacağı konuşuluyor. Hatta Başbakan ile yaptığı görüşmeye, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşanar ile gitmesini bu mealde bir işaret olarak yorumlayanlar oldu.

Seferberlik Dairesi'nin Kara Kuvvetleri Komutanı ile hiç bir ilgisi olmadığı, doğrudan Genelkurmay İkinci Başkanı'na bağlı olduğu halde acaba Başbuğ yanında neden Koşaner'i götürmüştü?

"Dolmanahçe gibi olmasın diye yanında tanık olsun istedi" diyenler de mevcut, "İstifa restine karşılık,'ben istifa edersem yerime gelecek olan komutan da ulusal çıkarlar konusunda en az benim kadar hassas' mesajını verdi" diyen de...

Askeri çevrelerde de, bazı sivil çevrelerde de, "Hükümet, neden Başbuğ'un istifasını istesin ki, yerine gelecek olan Koşaner Kemalist çizgi olarak Başbuğ'dan da radikal" diyenler çoğunlukta.

Ancak, unutulmasın ki eğer yaşananlar "asimetrik psikolojik savaş" ise, tıpkı "Karargâhın kalbine girildi" gibi, "Tarihte ilk kez, ordu içindeki cuntalara göz yumduğu için bir genelkurmay başkanı görevden alındı" başlığı esas olacaktır.

O Genelkurmay Başkanı'nın ardından kimin geleceğinin önemi yoktur;

Çünkü bu bir "psikolojik savaştır…"

29 Aralık 2009 Salı

SÖYLEME FIRSATI BULAMADIKLARIM…/ Ali İhsan GÜRCİHAN


Kışla’da yapılan aramalar ve kozmik büro söylentileri ile ilgili,28 Aralık günü CNN Türk’deki haber programında bana da söz verdiler.

Her zaman olduğu gibi,zaman kısıtlaması ve sorularla yönlendirme nedeni ile söylemek istediklerimin önemli bir kısmını aktarma fırsatı bulamadım.

Çukuranbar olayı ve olay sonrası basın kanalı ile öğrendiğimiz gelişmeleri dikkate alarak,kişisel görüşümü kısa bir şekilde açıklamak ve televizyondaki ifademi bu köşe yazımda tamamlamak istiyorum.

Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki ;

- Sorumsuz açıklamalar ile ortamın bu hale getirilmesi Devlet
ciddiyetine ve kültürüne yakışmamaktadır.İçerisine girdiğimiz ortam,aile içerisindeki bir konunun sokağa döküldüğü ve herkesin rezil olduğu bir manzaraya benzemektedir.

- Soruşturma gizli yürütüldüğüne göre,gerçeğin soruşturmayı
yürütenler dışında kimse tarafından bilinmediğine ve havada
uçuşan bilgilerin de gerçeği yansıtmadığına inanıyorum.
Gerçeği bilmeden yazanların ve hele yargısız infazda
bulunanların amacını ve nereden cesaret aldıklarını da anlamak
ta güçlük çekiyorum.

- İllegal yapılanmaların ve teröristlerin uygulaması olan
suikast,eylem gibi tanımlamaların Silahlı Kuvvetlere yönelik
tartışmalarda kullanılmasından son derece rahatsız
oluyorum.Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Milletinden ve Yasalardan
aldığı güçle yaptığı ve yapacağı harekat ve operasyon dışında
illegal hiçbir eylem peşinde olabileceğini de düşünmüyorum.

Özellikle son dört beş yıldır,bazı aydınlar,siyasetçiler ve basın
mensupları için,her fırsatı kullanarak ve olayları saptırarak Silahlı
Kuvvetlere saldırmak,sözde demokrat geçinmenin ilk şartı oldu.

Konu ne olursa ve şahıs kim olursa olsun,hukuki olarak bir konuya el atılmış olmasından Demokrasi ve Yargıya inanan hiç kimsenin rahatsız olması mümkün değildir.Rahatsız olunan durum hukuki bir konunun,yargının dışında bazı güç odakları tarafından kendi amaçları adına psikolojik savaş maksatlı kullanıldığı izlenimini veren söylem ve uygulamalar ile bunun sonucu ortaya çıkarılan güven bunalımıdır.

Psikolojik harp yaptığını düşündüğüm güç odakları bugüne kadar ele geçirdikleri her fırsatı değerlendirerek TSK ile hesaplaşma adına oldukça mesafe almışlardır.Geldiğimiz noktadaki hedeflerinin ise,bu olay üzerinden yaratacakları baskı ve sindirme ile tartışmaya gerek kalmaksızın TSK’nin İÇ TEHDİT SORUMLULUĞU’NU elinden almak ve Askeri Yargı’yı da etkisizleştirmek olduğunu düşünüyorum.

Demokrasi’ye olan inancımız gereği,hukuken ele alınmış bir konunun sonucunu beklemekten başka yapacak bir şey yoktur.

Ancak sözde Demokratlar şunu bilmelidir ki ;
Sorunları siyaset alanında çözemeyen,toplumun huzur,mutluluk ve refahını 21 nci yüzyıla yakışır şekilde sağlayamayan beceriksiz demokratlar,yatıp kalkıp her dakika Silahlı Kuvvetlere saldırarak demokrat olduklarını ispat edemezler ve demokrasi açısından da ülkeye büyük zarar verirler.

29 Aralık 2009


Kaynak:Ali İhsan GÜRCİHAN

Özel Kuvvetler'de "Barnabas İncili" mi Aranıyor?


Açık İstihbarat Özel


Fakat HaberTürk gibi yayınlar, Ergenekon Operasyonu'nun özel kuvveti gibi davranıp, vitrine çıkmadan, saha arkasında çok özel işaretlemeler yapıyorlar. Onların yaptığı işaretlemeler sonrasında, "Ergenekon Operasyonu"nun orduları bu hedefler üzerine salınıyor. Onlar ise etliye sütlüye bulaşmadan, hiç bir damga yemeden yayın hayatlarını sürdürüyorlar.

Haber Türk'ün Özel Kuvvetler'i işaretlemesi 15 Kasım Pazar günü gerçekleşti.


Bir devletin en değerli silahlarından biri Özel Kuvvetleri'dir. Her ülkede mevcut olan bu yapıların temel görevlerinden biri barışta veya savaşta, devletin ihtiyaç duyduğu operasyonlar çerçevesinde "cephe gerisi"ne sızarak, hedef hakkında bilgi toplamak , hedefi "işaretlemek" veya hedefi yok etmektir.


Özel Kuvvetler en hassas görevleri yapmalarına rağmen, eğitimleri ve emirleri altındaki en son imkanlar nedeni ile oransal olarak en az kaybı verirler. Onların ön hazırlığını yaptığı zeminlerde gerçekleşen "çatışmalar"da ise en ağır kayıpları ordu verir.


ABD örneğinde Cheney vakasında yaşandığı gibi, Özel Kuvvetlerin demokratik kontrol mekanizmalarının dışına çıkarak ülkesini beladan belaya taşıyacağı nasıl bir gerçekse; bu kuvvetler olmadan bir devletin içeride ve dışarıda politika yapma/uygulama gücünün büyük bir darbe yiyeceği de bir başka gerçektir.


"Ergenekon" operasyonunda sıra işte bu Özel Kuvvetler'e geldi.


Ve bu Özel Kuvvetler'i işaretleyen, "Ergenekon" operasyonun medya ayağının özel kuvvetlerinden Habertürk' oldu.


"Ergenekon" davasının bir parçası olduğu "Ergenekon Operasyonu" 'nun medya ayağında Zaman, Yenişafak, Taraf, Vakit, Bugün gibi gazetelerin üstlendikleri rol malumunuz. Her gün bir polis bülteni olarak çıkan bu yayınlar oluşan kamuoyu sempatisini de/antipatisini de üzerlerine çekme rolünü de üstlenmiş durumdalar.

Onlar "Ergenekon Operasyonu"nun ordusu.


Fakat HaberTürk gibi yayınlar, Ergenekon Operasyonu'nun özel kuvveti gibi davranıp, vitrine çıkmadan, saha arkasında çok özel işaretlemeler yapıyorlar. Onların yaptığı işaretlemeler sonrasında, "Ergenekon Operasyonu"nun orduları bu hedefler üzerine salınıyor. Onlar ise etliye sütlüye bulaşmadan, hiç bir damga yemeden yayın hayatlarını sürdürüyorlar.


Haber Türk'ün Özel Kuvvetler'i işaretlemesi 15 Kasım Pazar günü gerçekleşti.


Bu tarihte Haber Türk yayın akışında standart olmayan bir Özel Program yayınladı. Haber Türk Özel programı başlığı altında.


Kanalın bilinmeyen fakat "güzel" yüzlerinden biri tarafından sunulan bu programın konukları Marmara İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Ömer Faruk Harman ve araştırmacı Müfit Yüksel idi.


Programa telefonla katılan bir konuk daha vardı : Aydoğan Vatandaş takma adını kullanan ve her dönem ordu içindeki ekol çatışmalarındaki bilgi sızdırmaları takip etmek adına izlenmesi gereken bir isim olan araştırmacı-yazar Aydoğan Kılıç.


Programın konusu ; İsa'ya getirdiği farklı yaklaşım nedeni ile Hristiyan teolojisi ve bağlı olduğu kurumları yıkacağı öne sürülen Barnabas İncili idi.


Aydoğan Vatandaş'ın bu konuda yazdığı kitaptan yola çıkılarak yapılan tartışmada kayıp olan Barnabas İncil'inin içeriği üzerinde konuşulduktan sonra, "sadede" gelindi ve bu kayıp İncil'in Genelkurmay bünyesinde saklandığı iddiası ekrana taşındı.


Programda dile getirilen iddialara göre; Barnabas İncil'i 1983'ün başında Hakkari civarında çobanlar tarafından bulunmuş, bir dizi olay sonrasında Genelkurmay'ın eline geçmiş ve onlar tarafından saklanmaya başlamıştı.


KKTC'de Kutlu Adalı cinayetine kadar bir çok cinayet; bu İncil'in ortaya çıkarılmasına yönelik çabalarla bağdaştırıldı.


İddialara göre Türkiye'yi ziyaret eden ABD eski başkanlarından Carter; bu ziyareti sırasında Barnabas İncil'i incelemek isteyince, Genelkurmay bu İncil'i daha da özel bir korumaya aldı.


Haber Türk'ün; durup dururken, Barnabas İncil'i ve Özel Kuvvetler'i yanyana getirdiği bu özel programda önemli bir ayrıntı programı yönlendirenlerin niyetini açığa çıkaran cinstendi.


Program sırasınca hiç bir katılımcı Özel Kuvvetler ismini sarfetmedi ve adres olarak Genelkurmay'ı verdi. Fakat nedense; Haber Türk, konuşmacılardan hiç biri Özel Kuvvetler ismini sarfetmediği halde , yayının altına şöyle bir ibare yerleştirdi:


"Özel Harp'te mi Muhafaza Ediliyor?"


Yayıncı terminolojsinde cg (character generator - kaje) olarak bilinen bu altyazı, hiç bir konuşmacının ağzından çıkmadığı halde ekrana getirildi. Anlaşılan bu "kaje" çoktan hazırdı ve en uygun anda yerleştirildi.


"Ergenekon Operasyonu"nun özel kuvvetlerinden Haber Türk, Özel Kuvvetler'i ilk işaretleyen ekip oldu.


Daha sonra malumunuz olduğu üzere Çukurambar operasyonu yaşandı. Şemdinli olayından sonra, birileri Genelkurmay'ı ustaca ikinci kez tuzağa çekti ve bu tuzak sonrasında hep beraber seyrettiğimiz olaylar serisi başlatılmış oldu.


Şu anda birileri Özel Kuvvetler'in kozmik kasalarında bir şeyler arıyor.


Aradıkları gerçekten Barnabas İncil'i mi; yoksa "Barnabas İncili" ifadesi ile kodlanan bir başka kozmik hazine mi sorusunu belki asla bilemeyeceğiz.


Fakat net olarak şunu tahlil edebiliriz ki :


Özel Kuvvetler'i Haber Türk gibi özel medya kuvvetleri aracılığı işaretleyenler için Bülent Arınç sadece bir araç ve onların aklındaki hedef başka.


"Barnabas İncili" bu nitelikli çabanın ya nesnesi, ya da sembolü.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

25 Aralık 2009 Cuma

Obama’nın “Genç Türkleri”- Meyyal UYGUR


Karşı karşıya bulunduğumuz tablo artık vahim ötesi…İçinde ihanet, acı, gözyaşı, pişmanlık, kumpas, tuzak her bir şey var. Daha da olacak!..

“Kara Bush” Obama’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 7 Mart’ta Ankara’ya geldiğinde, hemen yanı başında dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan şunu söyledi:
“Bugün şu açıklamayı yapmaktan dolayı çok memnunum. Genç Türkiye-Genç Amerika girişiminde bulunacağımızın haberi; Türkiye ve ABD’de yeni genç liderlerin hem kendi yaşamlarını, hem de halklarımızın yaşamını olumlu etkileyecek ve daha iyi bir gelecek yaratacak girişimlerde bulunmalarını sağlayan bir girişim olacak.”

Bu “Genç Türkiye, Genç Türkler” ifadesi size ne hatırlattı? Genç Türkler…Jön Türkler…Genç Osmanlılar demişlerdi Abdülhamid’e bayrak açanlara, İttihat ve Terakki’cilere. Şimdi emperyalizm ve içerdeki işbirlikçileri hangi noktada mutabıklar; “Osmanlı’yı, İttihat ve Terakki’ciler yıktı”da!..

Acaba, çağımızın “Genç Türk liderleri” kimlerdir ve ABD onlardan nasıl “daha iyi bir gelecek yaratmalarını” bekliyor?

“Açılımlar…kafesler…suikast girişimleri…intiharlar…Ve resmen dağıtılan bir devlet…”; Sanki kıran kırana bir kukla oyunu seyrediyoruz…

Çankaya Savaşları

Bu tablo üç çerçeveli. Bir tarafında 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimi, diğer tarafında Başbakanlık seçimi, hepsinin tepesinde de İran’a saldırı var.

Şamil Tayyar, kendisine “Ergenekon” bilgilerini aktaran, geçenlerde intihar eden emekli Albay Varımlı’nın tüm arzusunun “Hilmi Özkök’ün Cumhurbaşkanı yapılması” olduğunu satır arasında ağzından kaçırmıştı. İşte taa o zaman başlayan savaş, şimdilerde iyice hızlandı, şiddetlendi. Gül’ün hedefinde ikinci kez Çankaya’ya çıkmak, hatta Başkan olmak var. Erdoğan’ın da gözü-gönlü Köşk’te.
Belirtiler, “Erdoğan’ın şansı yok. Değil Çankaya’ya çıkmak, üstü tamamen çizildi” diye bağırıyor. (Birazdan detaylandıracağım) İbre neredeyse kıpırdamadan Gül’e kilitlenmiş durumda. Erdoğan sadece dışarıda değil, kabinesinde de yalnızları oynuyor. Çünkü Gül, tüm “koalisyon ortakları”na ustaca kol-kanat geriyor. Tüm “açılımların” da sahibi. Ancak “açılım” bombaları, kendisine yetişmek için canhıraş maratona giren Erdoğan’ın kucağında birer birer patlıyor, o kenarda seyrediyor.

Erdoğan’ın, “siyasete tamam” kararı, Başbakanlık “heveslilerini” de, oraya “istenenleri” de açık ediyor. Heveslilerin başında Bülent Arınç var tabii ki. AKP’yi kuran üç isimden Gül’ün Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptığını düşünüyor. Erdoğan’ın da Başbakanlıktan sonra Çankaya’ya çıkacağını hesaplayıp, “Artık Başbakanlık benim hakkım” diyor.
Başbakanlığı istenenlere gelince; Ali Babacan değişmez adaylardan. Bilderberg kapsamında…Ahmet Davutoğlu da arayı epeyce kapattı, “Genç Osmanlı” oldu. Ancak ABD makam ve kulisleri nezdinde çok etkili bir ismin, üstelik Temsilciler Meclisi’nde yaptığı değerlendirmeye göre, “Kaderini İran tavrı belirleyecek”…“Yedek kulübe”de tutulan İngiliz vatandaşı Mehmet Şimşek’i de unutmamak lâzım!..
Son günlerde Bülent Arınç ismi etrafında yaşanan hadiseleri, “köstebek” takibinin, dört koldan “suikast hazırlığı”na dönüştürülmesini, bir de bu “mücadele” ışığında değerlendirsek nasıl olur demekle yetiniyorum!..

Siyaset Yeniden Dizayn Ediliyor

İşte “kuklacı”, bir elinde bu hevesler ve hesaplar, diğer elinde Türkiye’yi birbirine kırdıran planlarla Türk siyasetini yeniden dizayn ediyor. Ama bu, yeni bir iktidar alternatifi yaratma değil de, sanki AKP’yi “gençleştirme” operasyonuna benziyor.

Daha önce bir yazımda, “Süreç Irak’ı işgal öncesine o kadar benziyor ki…” demiştim. Şimdi İran sürecindeyiz. Ve işi şansa bırakmaya hiç niyetleri yok. Hem “iktidar”, hem TSK milim problem çıkartamayacak şekilde “çuvala” konuyor. İsrail Büyükelçisi Levy ve “İran uzmanı” İngiliz Büyükelçi Reddaway’in Trabzon turlarından hemen sonra Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un “Oruç Reis”le Trabzon’a çıkartma yapmasını, ardından TSK’nın başına gelenleri bu boyutuyla da düşünelim!..
Siyasetin yeniden dizaynı dedim; Öyle “teröristbaşı” teslim edip, birilerini iktidara getirme numarasını yutacak kimse kalmadı. Ekonomik kriz deseniz, zaten dibin dibini görmüşüz. Bu defa şapkadan neler çıkartacaklar, inanın ben de kestiremiyorum.

Bu dizaynda Erdoğan’ın durumu ne; Üstünün çizilmesinin Obama ziyareti, burada anlaşma sağlanamaması ve İsrail’le kavgasıyla falan ilgisi yok. Artık, onun “içeriyi idare etmeye” yönelik söylemlerine bile tahammülleri kalmadı. Yani “yaşlandı” ve bitti!.. Ama iki handikap var; Seçim ve İran operasyonu.

Yumurta-Tavuk: Seçim ve İran

Soru şu; İran operasyonu mevcut iktidar döneminde mi yapılacak, yoksa Türkiye bir erken seçime götürülüp, ondan sonra mı İran’a saldırılacak?..

Şu anda mevcut iktidarla İran’a operasyon üzerinde çalışılıyor. Yabancı basın ve uzmanların birden Erdoğan’a ağır eleştirilere başlaması, İsrail’in onun adını anmazken, Gül’e, “Kapımız her zaman size açık” demesi?..Hatta Patrik Bartholomeos’un, “çarmıha gerildik” sözünü izah ederken, ayağına kadar giden Erdoğan değil de “hükümetin yardımlarından” söz etmesi, dahası “çarmıh”a karşılık, Erdoğan’ın “kefen” sözünü örnek vermesi…Kader ağlarını örüyor!..

Ya Erdoğan-İsrail kavgası? Ahmedinejad’a karşı “İslam dünyanın gerçek lideri” gazını İsrail verdi, şimdi Batı devam ettiriyor. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyor; Erdoğan başı sıkıştıkça İsrail’e çatıp, içeriyi idare ediyor, ama farkında olmadan kendi elleriyle son kredilerini tüketiyor…İsrail de onu “gözden çıkartmış” gibi yaparak, bir yandan seçime kadar içerideki durumuna katkıda bulunuyor, öte yandan İran’a “müdahale” yolunu alabildiğine açıyor. Nasıl mı? Eskiden İran’ı İsrail’in vuracağı söyleniyordu. Artık işi tümüyle ABD üstlendi. Böylece Erdoğan ve AKP, “Bakın işin içinde İsrail yok, biz engelledik…ABD’ye yardım edersek, sorun daha kolay çözülür” deme imkânına kavuşuyor. Irak tezkeresi de aynı gerekçeyle sevk edilmemiş miydi?

Diyelim ki; TSK tamamen kıstırıldı, Erdoğan ve AKP de gönüllü veya gönülsüz İran operasyonuna razı edildi…Sonuç? ABD işini halleder, ama sadece Erdoğan değil, AKP de biter, hatta seçime gidecek mecali bile kalmaz. Biterse, bitsin ABD’nin umurunda mı? İyi de, bunun sonrası yok mu? Cumhurbaşkanlığı ne olacak? Türkiye’yi kendi yörüngelerinde tutmaya devam edecek Başbakan ve iktidarı nereden bulacaklar?

Öyleyse önce erken seçim, sonra İran operasyonu mu? Hazır sistem tıkanmış, herkes seçim beklentisine girmiş, Soros uzantıları da, “Kampanyası sivil Anayasa temeline oturtulan” bir seçim çağrısı yaparken, neden olmasın? Hem, Başbakan adaylarından Davutoğlu’nun Meclis’e girmesi sağlanır!..Sağlanır da, AKP’nin tek başına iktidar olması banko değil ki…Haa, şapkadan çıkartılacak muazzam bir tavşanla veya başka bir şekilde “banko” hale getirilir, o başka!..

Zayıf olmakla birlikte üçüncü bir ihtimal de şu; Kamuoyu baskısı veya daha fazla yıpranmaması için AKP’nin “nadasa” çekilmesi kararı üzerine erken seçime gidilir. Hazır giderek yükselen milliyetçi-ulusalcı bir dalga da var. Vakit geçerse, emperyalizm için tehdit boyutlarına varacak…O halde sandıktan CHP-MHP koalisyonu veya tek başına CHP iktidarının çıkmasından memnuniyet duyulur, hatta teşvik edilir…Türkiye’de “demokrasinin” işlediği, öyle söylendiği gibi “faşizan” bir rejime falan gidilmediği de ispatlanmış olur!..

Maalesef bunun da “ama”sı şu; Türkiye tepeden, tırnağa 15 yılda giderilemeyecek ağır tahribata uğradı. Yeni iktidarın başarısızlığı adeta baştan mukadder. Hele de “yola gelmez”se, en fazla 6 ay ömrü olur. Tarihte örneği görüldüğü gibi, TÜSİAD’ın iki gazete ilânı yeter de artar…Bunun neticesi mi? Ortadan kaldırmak için can attıkları Mustafa Kemal’im ve partisi, bir daha dirilmemek üzere betona gömülür. İktidarda veya değil, MHP “marjinal” bir parti olarak, “çöplüğe” atılır. Millet, “yandım anam” diyerek, yeniden AKP’nin kollarına koşar!..

Emperyalizm, “Genç Türklerle”, “Nerede kalmıştık?” diye yoluna devam eder!..

Bakın Irak’ta “Iraklılar” azınlığa dönüştü…Ve oralarda deniyor ki; “Irak’ın dağılmamak için Atatürk gibi bir lidere ihtiyacı var”…

Ya bizim? Son çaremiz; CHP ve MHP başta tüm milli-ulusal parti, kurum ve kişilerin, artık uyurken bile gözlerini açık tutması desem?!..


Kaynak: Açık İstihbarat

24 Aralık 2009 Perşembe

Çukurambar’ı Tanıyalım-Fatma Sibel Yüksek


“Köstebek olayının Bülent Arınç ile ne alakası var?” sorusunun cevabını henüz bilemiyoruz. “TSK içinde” olduğu söylenen köstebeğin Çukurambar’da Bülent Arınç’ın evine yakın bir yerde oturuyor olma ihtimali da enteresan; çünkü söz konusu köstebek eğer subaysa, askeri lojmanlarda oturması gerekir. Ancak, bildiğimiz kadarıyla Çukurambar’da askeri lojman yok.

Şöyle bir yer Çukurambar:

Ankara’nın gürültü patırtısından, göz önündeliğinden uzak olmakla beraber, yol durumu itibarıyla Meclis’e, Bakanlıklara, AKP Genel Merkezi’ne, Genelkurmay’a araçla en fazla on dakika mesafededir. Kamuoyunu dikkatinin çekilmesi istenmeyen bir takım “buluşmalar” için de idealdir, çünkü gazetecilere, meraklı vatandaşlara vs. yakalanma ihtimaliniz neredeyse hiç yoktur.


Kendisine “suikast yapılacağı” haberini hepimiz gibi önce Star gazetesinden okuyan, ardından Emniyet yetkililerinden bilgi aldıktan sonra “soruşturmanın gizliliği” gibi hukuk kurallarını bir yana atıp “ Beni öldüreceklerdi komşular, yetişin!” diye bağırmaya başlayan, konuyu Bakanlar Kurulu’na da taşıdığı halde hızını alamayıp Şamil Tayyar’a “MGK’ya da götüreceğim!” diyen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, bugün itibarıyla biraz sakinleşmiş gibiydi…

“Adli tahkikatı bekleyeceğim” diyerek ilk başta edilmesi gereken bir laf etti. . Peki, TSK’nın dil altından suçlanmasına, malûm medyada yeni linç kampanyalarına hız verilmesine ne oldu? Hiçbir şey. Onlar lafı yine “İlker Başbuğ istifa etsin” e getirdiler. Yani maksat hâsıl oldu. Belki Bülent Arınç bile anlamaya başladı ki adının bu işlere bulaşmasında-bulaştırılmasında belli bir durum, belli bir maksat var. Belki bunu bildiği için bu kadar yaygara yapıyordur…

Öyle ya, Genelkurmay, “Subaylar Arınç’ı değil, TSK içindeki bir köstebeği takip ediyorlardı” diyor. Aksi yargı önünde kanıtlanmadıkça bu açıklamaya inanmak durumundayız.

“Köstebek olayının Bülent Arınç ile ne alakası var?” sorusunun cevabını henüz bilemiyoruz. “TSK içinde” olduğu söylenen köstebeğin Çukurambar’da Bülent Arınç’ın evine yakın bir yerde oturuyor olma ihtimali da enteresan; çünkü söz konusu köstebek eğer subaysa, askeri lojmanlarda oturması gerekir. Ancak, bildiğimiz kadarıyla Çukurambar’da askeri lojman yok.

Şöyle bir yer Çukurambar:

Burası aslında Ankara’ya bağlı bir köy. Daha birkaç yıl öncesine kadar bildiğimiz duvarına tezek yapıştırılmış köy evlerinden oluşan bir yerdi. Hatta kapı önlerinde inek, tavuk, ördek vardı. 1990’lı yıların ortalarına doğru burada taşralı mütahit usulü eğri büğrü apartmanlar yapılmaya başlandı. Derken, bu apartmanlar “siteye” dönüştü ama estetik yoksunluğundan bir şey kaybetmedi. 2002 yılında AKP büyük bir oy patlamasıyla tek başına iktidara geldiğinde, Başbakan Erdoğan, partisinin nasıl da “halkın içinden geldiğini” göstermek amacıyla milletvekillerine “lojmanda oturmayın, vatandaşın yaşadığı yerlerde ev tutun” talimatı verdi. Kendisi de Başbakanlık konutuna taşınmayıp, Subayevler semtinde bir ev tuttu ve orada oturmaya başladı.

AKP milletvekilleri o zaman şimdiki gibi zengin değillerdi. Meclis’in yeni konuklarını aldı bir telaş. O zaman 5 milyar (şimdi 5 bin TL) civarında olan milletvekili maaşıyla “Ankara’da hem güvenli, hem rahat, hem de Meclis’e yakın bir yerde nasıl ev buluruz?” diye kara kara düşünmeye başladılar. Çukurambar’ın yıldızı o günden sonra parladı. Eş, dost, akrabanın bir kısmı sosyal doku itibarıyla zaten buralarda oturuyordu, AKP’li vekiller de çoluk çocuklarını alıp oraya taşındılar. Derken, bir sosyal çevre oluşmaya başladı ve bu tezekli köy giderek AKP’nin üslerinden birine dönüştü.

Ankara’nın gürültü patırtısından, göz önündeliğinden uzak olmakla beraber, yol durumu itibarıyla Meclis’e, Bakanlıklara, AKP Genel Merkezi’ne, Genelkurmay’a araçla en fazla on dakika mesafededir. Kamuoyunu dikkatinin çekilmesi istenmeyen bir takım “buluşmalar” için de idealdir, çünkü gazetecilere, meraklı vatandaşlara vs. yakalanma ihtimaliniz neredeyse hiç yoktur.

Hatırlayın, 27 Temmuz 2008 gecesi, çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Cumhurbaşkanı’nı nedense Köşk’te ziyaret etmekten özenle kaçınan Başbakan Erdoğan, Çukurambar’da bir milletvekilinin evinde gizlice buluşmuşlardı. Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ı evinde buluşturan bu milletvekili, aynı zamanda Abdullah Gül’ün eniştesi olan Mehmet Tekelioğlu’ndan başka kimse değildi. Başbakan ile Cumhurbaşkanı’nın gece yarısı neden gizlice buluştukları o gün bu gündür anlaşılamadı.

27 Temmuz 2008 tarihinin özelliği şuydu: Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkında açılan kapatma davasında karar vermesine saatler kalmıştı. İyi ama böyle bir şey için Başbakan ile Cumhurbaşkanı niye gizlice buluşsundu ki? “Hanımefendiler arasında tatsızlık var; Emine Hanım, Hayrünisa Gül’ün havalara girdiğini düşündüğünden Tayyip Bey’in Köşk’e gitmesini istemiyor” diyenler de oldu, lakin bu yorumlar da tevatürden, kadın dedikodusundan öteye gidemedi.

O gece oraya Gül ve Erdoğan dışında üçüncü bir misafirin gelip gelmediği ise öğrenilemedi.

Konuyu dağıtmış olamayalım, yani “köstebek” eğer muvazzaf subaysa, Çukurambar’da oturuyor olma ihtimali yok. Alt düzey bir sivil memursa bilemeyiz, ancak böyle birinin de “köstebekliğinden” söz edilemez.

İstihbaratçılar savaşının ortasında kalmış olan Ankara’da “Arınç’a suikast yapılacaktı” haberinin arkasından şöyle de bir soru ortaya çıktı:

Acaba köstebeğin takip edildiğini ve Çukurambar’daki bir buluşmasının saptanmakta olduğunu haber alan bir başka iştihbarat birimi, ani bir baskınla köstebeği askerlerin elinden kurtarmış olabilir miydi?

Daha açık sorulacak olursa;

Acaba Köstebek, Çukurambar’da bir randevuya mı gitmişti? Randevuya geldiği kişi, kendisinin “düzenli bağlantısı” mıydı ve devlet içinde etkili-yetkili bir mevkide miydi?

“Olur mu öyle şey?” demeyin…

Bu ülkede artık her şey olur.

Şamil Tayyar, merhum Albay Belgüyay Varımlı’nın ardından “O Albay’ın Sırrı” diye bir yazı yazıp “Kamuoyu, onu yakından tanımadı. Şunu söylemeliyim; Albay Belgütay Varımlı, Sarıkız başta olmak üzere Ergenekon’un darbe senaryolarını çökerten birkaç isimden biridir” dememiş miydi?

Varımlı’nın pozisyonu bu şekilde deşifre edildikten sonra “çete kurmak” iddiasıyla gözaltına alındığı Emniyet’te verdiği ifadeyi Vatan gazetesi ortaya çıkarmamış mıydı?

Ne diyordu Varımlı o ifadesinde?

“Sabri Donat isimli bir işadamına ait yüklü miktarda parayı yurtdışından getirtmek için aracılık yaptım. Bu konuyla ilgili olarak 2006 yılı Kasım ayında Meclis’te Özel Kalem Müdürü Serdal Çam vasıtasıyla Başbakan Erdoğan ile görüştüğüm. Başbakan bana ’Araştırma yap, resmi kurumlarla görüş onlar onay verirse hayırlı olur inşallah’dedi. 2006 yılının Kasım ayında emekli binbaşı Gültekin Sakin ile MASAK’a daha sonra BDDK’ya gittik. MASAK’ta bana işadamı Sabri Donat’ın bir suçla bağlantısının olmadığını söylendi. BDDK Başkanı ile yaptığımız görüşmede kendisi paranın transferinde herhangi bir mani olmadığını, Merkez Bankası üzerinden gelmesi gerektiğini, ümitlerinin bu paranın gelmesi yönünde olduğunu söyledi”..

Evet, gördüğünüz gibi, her şey olur….



Kaynak: Açık İstihbarat

“Basını Kullanma Klavuzu” Şart Oldu!


Açık İstihbarat


Dün gazete ve televizyonların büyük bölümünde Adalet Bakanlığı’nın Ergenekon savcıları hakkında “soruşturma izni” verdiğini duyuran bir haber yayınlandı.

Peki, şimdiye kadar savcılar hakkında yapılan yüzlerce şikayet başvurusunu dikkate almayan Adalet Bakanlığı, acaba neden ilk kez bir başvuruyu işleme koyarak Ergenekon savcıları hakkında soruşturma başlatmıştı?

Bu sorunun cevabını, medyanın kendi yaptığı haberin içinde araya araya bulduk. Yalnız ortaya şöyle bir sonuç çıktı:


Dün gazete ve televizyonların büyük bölümünde Adalet Bakanlığı’nın Ergenekon savcıları hakkında “soruşturma izni” verdiğini duyuran bir haber yayınlandı. Habere göre, Vedat Yenerer’in avukatı Vural Ergül’ün şikayeti üzerine Bakanlık, Ergenekon davasında görevli hakim ve savcılar hakkında “soruşturma başlatmış”, böyle bir soruşturmanın başlatıldığı da Adalet Bakanlığı’nın Ankara 4. İdare Mahkemesi’ne gönderdiği bir yazıyla ortaya çıkmıştı.

Peki, şimdiye kadar savcılar hakkında yapılan yüzlerce şikayet başvurusunu dikkate almayan Adalet Bakanlığı, acaba neden ilk kez bir başvuruyu işleme koyarak Ergenekon savcıları hakkında soruşturma başlatmıştı?

Bu sorunun cevabını, medyanın kendi yaptığı haberin içinde araya araya bulduk. Yalnız ortaya şöyle bir sonuç çıktı:

Atılan başlığın aksine, ortada bir “soruşturma” filan yoktu; sadece Adalet Bakanlığı’nın malûm müfettişleri, savcılar hakkındaki şikâyetin “yerinde olup olmadığına dair” bir inceleme yürütmekteydiler.

Olayın aslı şöyle:

1. Ergenekon davası sanıklarından Vedat Yenerer’in avukatı Vural Ergül, Adalet Bakanlığı’nın savcılar hakkında soruşturma izni vermemesi üzerine Ankara 4. İdare Mahkemesi’nde dava açtı. Adalet Bakanlığı da mahkemeye bir dilekçe vererek,
Ergenekon savcılarına yönelik şikayetlerle ilgili soruşturma izni vermediği için bu işleminin kaldırılması amacıyla idare mahkemesinde açılan davanın düşürülmesini istedi.

Bakanlık, istemine gerekçe olarak, İstanbul Cumhuriyet Savcıları ve ilgili hakimler hakkındaki şikayetlerin Adalet müfettişleri tarafından incelenmesi ve delil elde edildiğinde soruşturmaya geçilmesine “Olur” vermelerini gösterdi.

Müsteşar Yardımcısı Hakim Mustafa Kökçam imzalı dilekçede, savcılar hakkındaki ihbar ve şikayetlerin Adalet Bakanlığı müfettişlerince incelendiği ve “delil elde edildiğinde” soruşturmaya geçilmesine karar verileceği belirtildi.

Yani, Bakanlığın mahkemeye gönderdiği yazıda, sadece bir rutin işleme işaret edilmekteydi ve Adalet Bakanlığı müfettişlerinin daha önce pek çok şikayet başvurusu hakkında “delil elde edilememiştir” raporu verdiği biliniyordu.

İşte "soruşturma" ile "inceleme" arasındaki farkı bile bilmeyen basın, bu “sonucu belli “rutin işlemi, Adalet Bakanlığı’nın “Ergenekon savcıları hakkında soruşturma başlatması” olarak algıladı ve konu manşetlere bu başlıkla taşındı.

Oysa Adalet Bakanlığı’nın yaptığı, rutin bir işlemi örnek göstererek davanın düşmesi , en azından zaman kazanma taktiğinden başka bir şey değildi.

Şimdi kamuoyu, böyle bir basın sayesinde Adalet Bakanlığı’ nın Ergenekon savcıları hakkında soruşturma başlattığını zannediyor…


Kaynak: Açık İstihbarat

Patrik Ergenekon Davasını Karara Bağladı: "Allah'tan Buldular"


Fener Rum Patriği Bartholomeos, “ en güvendiği gazeteciye”; Milliyet’ten Aslı Aydıntaçbaş’a içini döktü. Bartholomeos’un CBS televizyonundaki sözleri, “açılım ittifakında çatlak” endişesi yaratınca, Patrikhane sözcüsü Kezban Hatemi durumu düzeltmeye çalışmış, ancak Hatemi’nin Patrikhane’nin bulunduğu sokağın adını bile bilmediğinin ortaya çıkmasıyla, durum içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bartholomeos, basınının ABD kaynaklarına en yakın isimlerinden birisi olan Aslı Aydıntaçbaş’ın olaya el koyması sonucu, derdini kamuoyuna nihayet anlattı.

Milliyet gazetesinde yayımlanan röportajda, Patrik’in CBS’e şikayet ettiği “sorunlardan” daha fazlasına sahip olduğu anlaşıldı. CBS’de sarfettiği sözlerden geri adım atmayan Bartholomeos, “çarmıha geriliyoruz” sözüne “Ergenekon ayarı” vermekle yetindi. Patrik, kendilerini “çarmıha gerilmiş gibi” sıkıntıda hissetmelerinin nedenini, halen soruşturma safhasında olan ve imzasız bir ihbar mektubunda dayandırılan “Kafes Planı”na bağladı.

İşte Bartholomeos ile yapılan o röportajdan satır başları:

“Milliyet’in röportaj teklifini kabul eden Bartholomeos’la, Balat’taki tarihi Patrikhane’de binasında görüştük. 19 yıldır Ortodoks dünyanın en üst makamında oturan Bartholomeos, doluydu. ‘Neden çarmıha gerilmiş hissediyorsunuz?’ diye sorduğumda, 6-7 Eylül olaylarından vakıf mallarına el konması ve Rum mezarlıklarının talan edilmesine kadar birçok konuyu basında ilk kez bu röportajla dile getirdi. Belki şubatta 70’ine giriyor oluşu, belki de Heybeliada Ruhban Okulu’nun 39 yıldır kapalı olması üzerinde dayanılmaz bir baskıya dönüşmüştü. Konuştukça açıldı, saydıkça saydı. İnönü dönemi varlık vergisi, Aşkale sürgünleri ve 1400 gayrimüslimin çalışma kampına gönderilmesi. Adalardaki manastırlara, vakıf okullara el konması. 6-7 Eylül olayları. Yıllardır Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün İstanbul’un en güzel yerlerindeki binalarına, okullarına el koyması. Metropolit seçimlerinde devletin müdahalesi. Devletin adı konmamış ‘Patrikhane’ye ancak Batı Trakya Türkleriyle mütekabiliyet çerçevesinde hak veririz’ ilkesine isyan.

Ve en önemlisi, tekrar ve tekrar ve tekrar Heybeliada...

Bir de işin global boyutu var. 1991’dehenüz 51 yaşındayken Patrik seçilen Bartho-lomeos, Ortodoks dünyasının en önemli lideri. Türkiye’de ekümeniklik terimi tartışılsa da, dünya Ortodoksları Bartholomeos’u ‘eşitler arasında birinci’ statüsüyle 300 milyon Ortodoks için ruhani lider sayıyor.Sürekli yurtdışından davetler alıyor. Odası dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerle dolup taşıyor. Avrupa’nın birçok yeri, Kuzey ve Güney Amerika ve Avustralya’daki kiliseler, doğrudan Fener’e bağlı. Oralara atamaları da Patrikhane yapıyor. 51 kişinin çalıştığı Patrikhane’de Patrik dertli…

İşte Bartholomeos’un açıklamaları:

ERDOĞAN CESUR: Aslında siyasetçiler arasında bizimle en çok ilgilenen bugünkü başbakandır. Sayın Erdoğan, diğer siyasetçilerimizden daha fazla ilgileniyor azınlıklarla. Cesur ve iyi niyetli. Ermenilere, Kürtlere, Alevilere açılımlar yaparak cesur adımlar atıyor. Bunlar Türkiye için yararlı şeyler. Eminiz sıra bize de gelecek.

CBS RÖPORTAJINI PLANLAMADIM: . Çok röportaj talebi var. Ben önce itiraz ettim. Ama Amerika’daki müminlerimiz ısrar etti. Sonunda kabul ettim. CBS’den birkaç defa geldiler. Paskalya’da geldiklerinde çok hastaydım. Yine de Heybeli’ye çıktık.

SÖYLEDİKLERİM HAKİKAT: Fakat söylediklerimiz yalan değil, hakikat. Hakikatleri söyledim ama yaranamadık.


ÇARMIH MECAZİ ANLAMDA: O cümleye odaklandılar. Çarmıhı mecazi anlamda kullandım. Çile çekiyoruz, sıkıntı çekiyoruz anlamında .

OKSİJENİMİZ TÜKENİYOR: Niye çile çekiyoruz? Patrikhane’nin oksijeni tükeniyor. Heybeliada tabii. Din adamı yetiştiremezsek ne olacak? Avrupa’daki metropolitlerimizin çoğu 70’in üzerinde. Almanya, Belçika, İsveç, Avustralya, hep bize bağlı. Metropolitleri yaşlı. Buradakiler de 75 civarında. Ben şimdi buralara kimi tayin edeceğim? Nereden bulacağım? Niye Türkiye’de yetişmiş, Heybeliada’da okumuş bu toprakları seven din adamları tayin etmeyelim de sağdan soldan toplayıp tanımadığımız kimseleri gönderelim? Okul kapalı diye din adamlarımızı Selanik’e sağa sola göndermek zorundayız. Çoğu dönmüyor. Diyelim ki ruhban okulu açıldı. Yeni ruhaniler yetişene kadar aradan 5-6-7 sene geçecek. Zaman geçiyor boşuna vakit kaybediyoruz...

ATATÜRK NİYE KAPATMADI?: Bu okul Osmanlı’da açıktı. Atatürk döneminde açıktı. Peki, Atatürk niye kapatmadı okulu? İnönü kapatmadı, Menderes kapatmadı... 1971’de haksız olarak kapatıldı. O zaman kapatılan okullar üniversiteydi. Bizimkisi ise yüksek meslek okulu.

HER TÜRLÜ FORMÜLE AÇIK: Biz din adamı yetiştirmek istiyoruz. İster üniversite olsun, ister okul. Devlet ne derse desin. Ruhani yetiştirmek istiyoruz. Bu imkânı devlet bize vermeli.

LOZAN BİZE BU HAKKI VERİYOR: Lozan anlaşmasında açıkça diyor ki, azınlıklar kendi masraflarıyla din eğitimi veren okullar açabilir. Vardı ve kapatıldı. Yeni bir hak istemiyoruz. Lozan’ın öngördüğünü istiyoruz.

BAŞIBOŞ BİR OKUL DEĞİL: 39 sene geçti açıldı, açılacak. Hüseyin Çelik, Milli Eğitim Bakanı olarak ‘Hukuki engel yok bana kalsa yarın açarım’ dedi. Okul başıboş bir okul değil. Milli Eğitim’e bağlı. Bazıları istemediğimizi yazıyor; yalan. Devlet kontrolü istemiyorlar deniyor. Yalan. Şimdi gitseniz kapıda hâlâ Milli Eğitim levhası var.

KİMSE FİKRİMİZİ SORMADI: Duyuyoruz ruhban okuluyla ilgili çalışmalar varmış Ankara’da. Şikâyetimiz kimsenin şimdiye kadar bize gelip sormamış olması. Bizi doğrudan ilgilendiren bir konu için yapılan çalışmalardan haberimiz bile yok. Bunu Egemen Bağış’a söyledim. Dinledi sağ olsun. Bir komisyon olsun ve konuşalım, dedim.

DERİN DEVLET İZİN VERMİYOR: Herhalde derin devlet istemiyor. Çünkü hükümet istiyor, Hüseyin Çelik “bana kalsa hemen açarım” demişti. Nimet Çubukçu hukuki engel yok dedi. Buna rağmen açılmıyorsa demek ki bir yere takılıyor. Kimdir bilmiyorum.

MÜTEKABİLİYET?MANTIKSIZ: Okulun açılması için mütekabiliyet isteniyor. Ama biz 3-4 bin Rum Batı Trakya’daki 130 -150 binle nasıl mukayese olabilir? Mütekabiliyet gayri mantıki ve gayri ahlaki.

REHİN TUTULUYORUZ: Gazetelerde Nimet Çubukçu’nun ‘Hukuki engel görmüyorum. Ama Yunanistan’da Türkiye’nin taleplerini yerine getirsin’ dediği yazıldı. Yani Kıbrıs ve Batı Trakya’daki Türkler nedeniyle rehin tutuluyoruz. Ama biz Türk vatandaşıyız. Türk vatandaşı olarak haklarımızı istiyoruz.Lozan bize haklarımızı veriyor. Bu sayede sevgi barış içinde münevver din adamları yetiştirdik. Heybeliada mezunları her yerde iyi hatıralar bırakıyor.

KIRILDIK, GİTTİK: Diyorlar ki, ibadet özgürlüğü var. Evet, ibadet özgürlüğü var ama mümin yok. Çünkü Rum cemaati gitti, gönderildi. 1964’te 12 bin Rum, Yunan vatandaş, Kıbrıs yüzünden 24 saat içinde sınırdışı edildi. 1955’te 6-7 Eylül oldu. 1955’te kırıldık. Kiliseler yakıldı. Ben talebeydim o yıllarda Heybeliada’da. Yaz olduğu için memleketim Gökçeada’daydım. Orayı da kıracaklardı ama dönemin Gökçeada metropoliti bir şeyler duymuş. Valiyi aradı. Çanakkale Valisi Gökçeada’da kıyımı engelledi. Ama burada evlerimiz, dükkânlarımız, kiliselerimiz yakıldı, yıkıldı. Rum mezarları talan edildi. Kemikler çıkarıldı. Haçlar kırıldı. Güz Sancısı filmini gördünüz mü?

CEMAATİMİZ TÜKENİYOR: Sabrımız tükeniyor, cemaatimiz tükeniyor, çözüm gelmiyor. Seneler geçiyor. Patrikhane nefes alamayacak durumda. Eğer Yunanistan’dan hafta sonu gelen hacılar olmasa, kiliselerimiz boş. 3 bin Rum kaldı. Güzelim kiliseler bomboş...

BOMBALADILAR: Patrikhane’ye kaç defa bomba atıldı. (Bir bir anlatıyor) Şu gördüğüm pencerede kocaman bir delik açıldı. Ben yoktum ama yan odada çalışan genç ruhani sakat kaldı. İBDA-C dediler. Bilmiyorum.

KAFES’TE ÖLDÜRECEKLERDİ: Bombalar kesildi ama diğer problemler çıktı. Baksana Ergenekon’a. Şimdi de Kafes var. (Zaman’dan bir kupür gösteriyor) Adam itiraf ediyor ki, beni, Mesrob’u ve İshak Alaton’u öldürecekmiş. Daha ne diyeyim? Bu çarmıha gerilmek değilse nedir?
ERGENEKONCULAR BULDU: (Ergenekon’dan tutuklu Sevgi Erenerol ve Kemal Kerinçsiz, kariyerlerini Patrikhane’yle mücadeleye adamış isimler.) Daha güvendeyiz ama hâlâ sorunlar var. Sevgi Erenerol, Kerinçsiz Allah’tan buldular. Galata’da 4 Rum kilisesi vardı. Devlet bizden aldı, Erenerol ailesine verdi. O kiliseler dedelerimizin alın teriyle inşa edilmişti. Gelirleri onlara geçti, çok para kazandılar.

ERDOĞAN SEVİNDİRDİ: Belediye Başkanlığı döneminden beri tanışıyoruz. 15 Ağustos’ta Anadolu Kulübü’nde yemek yedik. Güzel bir atmosferdi. Programda olmamasına karşın eski Rum yetimhanemizi ve Aya Yorgi Manastırımızı ziyaret etti. Bizi onurlandırdı, sevindirdi. Güzel sinyaller verdi. Şimdi gerisini bekliyoruz.”


Kaynak: Açık İstihbarat

23 Aralık 2009 Çarşamba

Devletin zirvesinde “ağırlık” sorunu / Fatma Sibel YÜKSEK


İnsan Hakları Komisyonu üyesi CHP milletvekili Ahmet Ersin’in Erzincan’da tutuklanan MİT mensupları ile yaptığı görüşmeden aktardıkları, bence 2009 yılının en önemli siyasi haberleri arasına girmeye adaydır.


Çünkü bizler, Ahmet Ersin’in aktardığı bilgilerden öğrenmiş bulunuyoruz ki, “kurumlararası çatışma” kavramı, “silahlı çatışma” boyutuna gelmiş! MİT mensuplarını gözaltına almaya giden polislerle, orada bulunan istihbaratçılar arasında silahlı çatışma çıksaydı, böyle bir olay - insanın ağzı varmıyor ama- “dağılma” emareleri gösteren devletimiz için nasıl bir sonuç doğururdu, düşünmesi bile korkutucu…

Peki, sıradan bir vatandaşın bile endişeyle izlediği bu gidişatı kim frenleyebilir? Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı…

Cumhurbaşkanı’na bakıyoruz, pek de oralı değil gibi… ”Farklılığımız zenginliğimizdir” türünden Orhan Pamukvâri edebi sözler söylüyor, arada bir “herkesin ağzından çıkanı kulağı duysun” diyor; o da pek dikkate alınmıyor…

Köşk’te bir protokol, bir tadilat-tamirat-teşrifat, elçi kabûlü falan işleridir gidiyor..”Çankaya sofralarını” diriltip sanatçıları Köşk’te ağırlama projesi bile yürümedi. En son Orhan Gencebay, Neşet Ertaş falan gittiler, arkası gelmedi…

Oysa, sokak çatışmaları ve terör boyutuna dönüşen “açılım” ilk kez Cumhurbaşkanı tarafından gündeme getirilmişti. Ortalık karışınca nedense Köşk’ten ses seda çıkmaz oldu.

Günahını almayalım, Sayın Gül parti liderlerini bir kez bir araya getirmek istedi ama Baykal ve Bahçeli’den olumlu sinyal almayınca bu zayıf girişimden çabucak vazgeçti. Oysa, örneğin bir Demirel olsa, bu işin peşini bırakmaz; liderlerin ağzından girip burnundan çıkar, olmadı liderler üzerinde medya vasıtasıyla kamuoyu baskısı kurardı.. Abdullah Gül’ün böyle bir etki gücünün bulunmadığını mı, yoksa kafasının “başka işlerle”mi meşgûl olduğunu (2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi) düşünmeliyiz bilemiyorum…

Neticede, Cumhurbaşkanı gidişat karşısında daha fazla suskun kalmanın hoş olmayacağını düşünmüş olmalı ki nihayet Kuveyt’ten ses verdi. Beraberinde götürdüğü gazetecilere gelişmeler hakkında bir takım değerlendirmelerde bulundu. Uçakta bulunan gazetecilerin aktardığına göre Cumhurbaşkanı, “7 ay önce Prag uçağında başlattığınız açılımın geldiği noktadan memnun musunuz?” sorusuna pek de net bir yanı vermemiş. Yanıt vermek yerine, kendince şöyle bir siyasi analiz yapmış:

“Bunu artık mesele olmaktan çıkarmak lazım. Bu eskiden dini bağlamda ve geleneklerle sağlanırdı. Modern dünyadaysa, farklı değerlerin devreye girmesi, dünyaya açılım ve tahsil arttıkça yerini demokrasi aldı. Türkiye’nin sorunu, demokratik standartları yükseltmektir. Masayı yükseltirken, altta geniş alan olur. Bu alanda son 10 yıla baktığınızda önemli şeyler yapıldı; AB sürecinde, kendi halkımızın standardını yükseltmek için. Bu aslında bütün vatandaşların ülkeye aidiyet duygusunu artırır, güçlendirir. Aynı zamanda terörü izole eder.”

Ben pek bir şey anlamadım, sizler anladınız mı bilemem…

Sonra da “açılım” meselesin “zamana bağlamak istemediğini” belirten “Zaman periyodu, bu zor konular için koymak doğru değil” şeklinde bir cümle kurmuş…

Oysa, Prag dönüşü “tarihi fırsatın” zamanlama olarak en verişli dönemde olduğunu söylemişti…

Terör ve DTP’nin kapatılması gibi konularda da değerlendirmeleri olmuş Cumhurbaşkanı’nın ama bunlar doğrusu genel geçer ifadeler olmaktan pek de ileri gidemiyor. Rutin haber kapsamında..

Ve nihayet, oralara kadar gitmişken haber çıkarma derdine düşen gazetecilerin “demeç de demeç” ısrarlarına daha fazla dayanamayan Gül, Kuveyt temaslarının son gününde, kaldığı Emirlik Sarayında Türk gazetecilere “Geçen yıl olduğu gibi, yasama yürütme ve yargı organları başkanlarını bir araya getireceğini” söyleyip kurtulmuş!

“Söyleyip kurtulmuş”
derken, bu sözün ne kadar bağlayıcılığı var, doğrusu “haberin gelişinden” pek anlaşılamıyor. Konu, koskoca haberin içinde sadece şu cümlede geçiyor:

“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Yasama, Yürütme ve Yargı organlarının başkanlarını bir araya getirip getirmeyeceği de soruldu. Gül, bu soruya “ yeni yıl vesilesiyle yapacağız tabi” yanıtını verdi.”

Fazla heyecanlanmayalım, gazetecilerin zorlamasıyla söylemiş ama “yeni yıl vesilesiyle” demeyi de ihmal etmemiş. Yani öyle “özel bir gündemden” falan söz ettiği söylenemez.

Cumhurbaşkanı, siyasi parti liderlerine neden kuvvetli bir çağrıda bulunamıyor? Muhalefet liderleri tarafından reddedilip refüze olmaktan mı çekiniyor; yoksa ortadaki siyasi tartışmaların 2012’ye kadar kimi yıpratıp kimi avantajlı konuma getireceğini mi izliyor?

22 Aralık 2009 Salı

Ve TANRI DEMOKRAT Buyurdu:


Ve TANRI DEMOKRAT Buyurdu : Özgürleşilecek Özgürleş!

Behiç Gürcihan - Açık İstihbarat


Vaaz ettiği bu GERÇEK'e aykırı davranışları yenilgiye mahkum ediyor ve sürekli buyurgan bir dille bu yenilginin kaçınılmazlığının altını çiziyor. Arkasına mahallenin kabadayısını alan bir çelimsizin küstahlığı ve sahte cesareti ile kükrüyor.

Ahmet Altan'ın bütün TANRI DEMOKRATLAR gibi, farklı GERÇEKLİKLERE tahammülü yok. Bunu garantiye almak için; onu sistemin başköşesine yerleştirenlerin refleksi ile sürekli GERÇEK'le oynuyor, sürekli GERÇEK vaaz ediyor.

Buyrun size Altan'ın yazılarından örnekler:


Devamı:

30 YILLIK PLAN ?…/ Ali İhsan GÜRCİHAN


Bu terörist’in sırt çantası içerisinde çıkan dokümanlardan biri de,dün gibi hatırlıyorum orta boy açık eflatun renk kapaklı bir kitaptı.

“Partiya Karkerên Kurdistan” yani Türkçe’si ile,
“Kürdistan İşçi Partisi “nin tüzüğü.


Yıl 1984,sanırım Kasım ayı içerisinde ve SİİRT bölgesinde idik.

PKK terör örgütünün yaptığı Eruh baskınından üç dört ay geçmiş,ancak
ne olup bittiğini de halen tam olarak kavrayamamış durumdaydık.

Kimi üç beş eşkıya Irak’tan geldi eylem yaptı gitti diyor.
Kimi Suriye’den gelip Irak’a geçen peşmergeler diyor.
Kimi gündüz külahlı,gece silahlı bazı insanlar diyor ama gerçeği halen hiçbirimiz bilmiyorduk.

İşte tam bu sıralarda Eruh’un Karageçit köyüne teröristlerce yapılan bir gece baskını sonucu çoluk çocuk dokuz vatandaşımız öldürüldü.Nereye koşturduksa,nereyi aradıksa yine sonuç çıkmadı.

Biz aramalara devam ederken iki gün sonra bir haber geldi ki,samanlık içerisinde yaralı vaziyette saklanan bir terörist köylüler tarafından bulunmuş.Kanımca köyde teröristlere yataklık eden birileri tarafından saklanmıştı ve kaçırılması için uygun zaman ve fırsat bekleniyordu.

Düşünün aynı köyde,bir tarafta Devlet yanında olduğu için canından olanlar,diğer tarafta ise teröristlerle birlikte köylüsüne katliam yapanlar.

Evet üç aylık bir mücadeleden sonra nihayet,silahlı ilk PKK’lı terörist yakalanmış ve onu karşımıza almıştık.


Mustafa Çimen adlı bu teröristten aldığımız bilgilerle ne ile karşı karşıya olduğumuzu artık daha iyi çözmeye ve daha bilinçli hareket etmeye başlamıştık.
Bu terörist’in sırt çantası içerisinde çıkan dokümanlardan biri de,dün gibi hatırlıyorum orta boy açık eflatun renk kapaklı bir kitaptı.
“Partiya Karkerên Kurdistan” yani Türkçe’si ile,“Kürdistan İşçi Partisi “nin tüzüğü.

Bölgemizdeki terörist yapılanması ile ilgili bulduğumuz örgütsel notlar bizim için daha öncelikli olmasına rağmen gecikmeksizin bu kitabı da okuduk ve gördük ki 1970’li yıllar içerisinde yapılan temas ve toplantılarda;

- Dört ayrı ülkedeki sözde Kürt liderler,uzun vadede sözde ”Kürdistan” kurulması yolunda bir mutabakat sağlamış.

- Yaşanan ülkenin şartları dikkate alınarak,Kürtler’in o ülkeye karşı 30 yıl boyunca mücadele vermesi ,o ülke içerisinde özel statüler ve özerklik elde etmesi kararlaştırılmış.

- 30 yıl sonunda kazanılan şartlar ve yaratılan siyasi ortama göre de,sözde Kürdistan’ın kurulması açısından gelinen durumun yeniden değerlendirilmesine ve müteakip safhanın da belirlenmesine söz verilmiş.

Sözde parti tüzükleri olan bu kitabın ilk bölümünü bir köşe yazısı içerisinde becerim ölçüsünde özetlemeye çalıştım.

Şimdi yetkili diye ya da ben biliyorum diye ortaya çıkıp konuşanları gördükçe en azından bunu da mı bilmiyorlar diye şaşırıyorum.

Terörist başının Meclis’e müdahale edecek noktaya geldiği bir ortamda,ne yazık ki bizimkiler halen değerlendirmeye devam ediyor ve ABD ile PKK’yı nasıl tasfiye edeceğini görüşüyor.

İşin esasını bilmeyen bu cahiller,PKK’nın tasfiyesi için nerede ise ABD’ye minnet duyarken,öte yanda 30 ncu yıla yaklaşılan bu safhada DTP’ye neden ABD’de büro açtırıldığını bile düşünemiyor.

Sevgili okuyucular


PKK ve bölücüler açısından mesele,yukarıda belirttiğim gibi bu işin en başından beri çok açık ve net bir durumdadır. Kürt vatandaşlarımızın büyük kısmını yanlarına çekmekte zorlanmalarına rağmen,teröristler yıllar önce düşündükleri ve yazdıkları amaçları doğrultusunda terör faaliyetlerine devam etmektedir.

Devlet açısından önemli olan ise; bu gerçeği bilerek,sivili ve
askeri ile,ne dağda ne de ovada bölücülerin ve yandaşlarının
durum üstünlüğüne fırsat vermeksizin ve halkın büyük kısmında
Devlet’e duyulan desteği ekonomik,sosyal ve kültürel anlamda
geliştirerek bu olumsuz durumu zaman içerisinde söndürmekti.

Uzun süren ve zor bir mücadele sonucu 2000’e gelindiğinde tam
istenen seviyede olmasa bile durum üstünlüğünün Devlet’te olduğu bir
noktaya yaklaşılmıştı ve akıllıca devam edilmesi halinde de Ülkemizi
sıkıntıya sokmayacak güzel bir geleceğe doğru yol alıyorduk.

Anlaşılmadık bir şekilde ne değişti ve her ne oldu ise;
ABD’nin son üç-dört yıldır bu konuda sözüm ona artan işbirliği ve
desteği sonucu ,ortaya çıkan söylemler,projeler ve uygulamalar ile
önce dağda,sonra da ovada durum üstünlüğü hiç beklenmedik bir hızla
PKK ve bölücülere teslim edilmiştir.


Bölücü başının Meclis içerisindeki Milletvekili’ne hükmedecek duruma ve konuma getirilmesi bu işin en son ve en açık delilidir ve teröristlerin kitaplarında
yazılı ikinci aşamanın sonuna geldiklerinin de işaretidir.

Artık uçurumun kenarına gelinen bu noktadan sonra,cahillere ve
sorumlu makamlardaki sorumsuz kişilere biz vatandaşların da elbette
hatırlatacakları olacaktır.

Şu açıkça ortadadır ki;
Bölücüler karşısında Devlet’in durum üstünlüğünü kaybetmesine neden
olanlar,Cumhuriyetle hesaplaşacağız diye yola çıkan ve yandaş basın ile
birlikte her fırsatı kullanarak psikolojik savaş yapanlardır.


Ne yazık ki,özellikle ve öncelikle Silahlı Kuvvetler’e yönelik yaptıkları buhesaplaşma,kendilerinden ziyade PKK ve bölücülerin işine yaramıştır ya da daha vahimi onlarla işbirliği yapılmıştır.

Kısacası ;

Bu Milletin ve Bu Devletin bunca yıldır KANI,CANI ve MALI ile yaptığı mücadeleyi kalleşçe sorgulayanlar ve bu konudaki bilgi birikimimizi hiçe sayarak onun bunun sözü ile ben biliyorum,ben çözeceğim diye cahilce ortaya çıkanlar aslında işi yeniden tetiklemişler,bu Ülke’yi yeniden ateşe atmışlar ve durum üstünlüğünü de bölücüler ile onların destekçilerine teslim etmişlerdir.


22 Aralık 2009


Kaynak: Ali İhsan GÜRCİHAN

21 Aralık 2009 Pazartesi

Taraf Gazetesi’ndeki Toplantıya Dikkat!-Meyyal UYGUR


Başbakan Erdoğan Meksika’dan dönerken, milletin önüne, “Ya kardeşlik, ya terör…” şeklinde iki seçenek koydu. Bu, “Ya açılım, ya ölüm”ün kibarcasıydı…Belki de, “Ya istiklâl, ya ölüm” demek istiyordu. Tabii, “istiklâl” bölücülerin, “ölüm” Türk Milleti’nin payına düşmek üzere!..

Erdoğan, bu, “kırk satır mı, kırk katır mı”yı kabul ettirmek için ne gibi faaliyetlerde bulunacaklarını açıklamayı da ihmal etmedi. “Bütün ekipleriyle, bu işe inanan tüm insanlarla” ve dahi “medya ve akademisyenlerle” Türkiye’yi adım adım dolaşacaklarını söyleyip, küçücük bir ricada bulundu; “Medyadan duyarlılık bekliyoruz”!..

“Duyarlılık” ne demek efendim, koca bir “karargâh” tahsis edilir icabında. Edildi de.

ABD Büyükelçisi Jeffrey’nin, “Apo’nun talimatı” üzre Meclis’te kalmaya karar veren Ahmet Türk’ü “tebrik”inin ardından, karargâhın “asimetrik psikolojik savaş” merkezi “Taraf”ta toplantıya geçildi. Mekânı da Jeffrey mi işaret etti acaba?

Ahmet Türk’ün başkanlığında Taraf Gazetesi’nde toplanıp, 4 saat görüşen şu isimlere iyi bakın…Bakmayın, “aydın ve yazar” denmesine, bunlar, Türk Milleti’nin karnını yarıp, buradan olmayan bir bebeği çıkartamaya çalışacak kasap ebelerdir!..

Mehmet Altan, Murat Belge, Şahin Alpay, Doğu Ergil, Altan Tan, Oral Çalışlar, Etyen Mahçupyan, Orhan Miroğlu, Ümit Fırat, Ayşe Kadıoğlu, İrfan Dündar, Ayhan Aktar, Ali Bulaç…

Yasemin nerde, Yasemin?!..Ya, DTP’nin Meclis’e dönüşünü, “Öcalan’ın işlevselleştirilmesi fırsatı” sayan Cengiz?

“Ebelerin” hepsinin cemazül evvelini biliyoruz da, özellikle ikisi üzerinde durmak istiyorum…

İrfan Dündar; Bu zat İmralı’dakinin Avukatı değil mi? Demek ki, atanmış ebeler, Taraf Karargâhında Öcalan’la masaya oturdu.

Peki burada oluşturulan “ortak aklı” yani “doğum şekli” kararını yetkililere kim iletecek? Elbette hepsi köşelerinde, millete karşı bir taarruza geçecek, ama resmi bir sözcü de lâzım değil mi?

Doğu Ergil’e ne dersiniz?

Kasım başında, Avrupa Parlamentosu’nda yapılacak olan “Dersim Soykırımı” toplantısından kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan tarafından Dolmabahçe’de ağırlanmıştı ya…Ergil, “Demokratik açılım ve gündemdeki konularla ilgili görüş alışverişinde bulunduk” demişti ya…Ve Ergil ondan sonra Avrupa Parlamentosu’ndaki toplantıya katılıp, “Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde kurulan Cumhuriyet, ulus-devlet inşasında ülkede yaşayan diğer etnik ve dini azınlıkların eritilmesi, yok edilmesi temelinde oldu. Türkler zamanla en üst ırk, diğer etnik ve dini azınlıklar ise, sadece hizmetkâr ve kölelik muamelesine tabi tutuldu. Bütün bu asimilasyon ve katliamlar bir merkezden, devletin en üst düzey mekanizmalarında planlanarak, uygulanmaya sokuldu” saldırısı düzenlemişti ya…

O görüşmenin “gündemdeki konular” bölümünden olduğu anlaşılan “Dersim” işi böylece tamamlandı. Sıra, “demokratik açılım” bölümüne gelmiş olmalı ki, “Taraf Operasyonu” başlatıldı!..

Toplantıdan sonra ne diyor “kaşarlanmış akademisyen” Doğu Ergil;

“Sistem bir türlü demokratik bir program doğuramıyor, o halde bir ebeye ihtiyaç var, galiba o ebelik rolü de bize düşüyor”!..

2005’ten Beri Suni Sancı Veriyorlar

Ergil’in, “doğum, ebe” sözlerini bir yerlerden hatırlıyorum. Evet, evet 2005 Eylül’üydü. Erdoğan’ın Ağustos’ta Diyarbakır’da, “Kürt sorunu benim sorunumdur” açıklamasını yaptığı, Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir’le görüştüğü, Baydemir’in kendisine 18 sayfalık bir rapor sunduğu, Erdoğan’ın, “Kürt sorununa demokratik çözüm önerisiyle risk aldım. Bana destek olun” dediği, Baydemir’in de, “Birlikte yürümeye hazırız” cevabını verdiği,

Keza şimdi önümüze konan “çözüm” paketinin MİT tarafından hazırlandığı ve Türkiye’nin yine böyle karıştırıldığı günlerdi…

Baydemir, Erdoğan’la görüştükten kısa bir süre sonra Brüksel’e gider, o raporunu AB yetkililerine de verir. Raporda, “Kürt muhalefeti”nin şu talepleri yer almaktadır:

“Anayasa’da Kürt kimliğinin tanıması…Gerillalara af ve siyasete katılma imkanı…Kürtçe eğitim…Koruculuğun kaldırılması…Cezaevlerindeki şartların iyileştirilmesi…Seçim barajının düşürülmesi…AB fonlarının bölgeye aktarılması…”

Baydemir’e Brüksel’deki temaslarında şu sorular yöneltilir;

“Federal çözüme nasıl bakarsınız?..Öcalan için ne yapabiliriz?..”

Güya Baydemir, bunları cevaplamaz, ama bazı AB yetkilileri şöyle devam eder;

“Türkiye’de tansiyon en üst düzeyde ama bu doğum öncesi sancı da olabilir…Eğer Türkiye’nin demokratikleşme dinamikleri sizlerin etki gücünüzle birleşirse, demokratikleşme süreci daha da derinleşecektir…”

2005’te başlatılan suni sancılarla, bugün nasıl da “ebelerin tayini ve doğum” aşamasına getirildik değil mi?

Mark Parris ve Ekibi İşbaşında

2005 senesinde bu gelişmelerden önce bir şey daha olmuştu. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi, CIA’cı Mark Parris, yanına ABD Büyükelçisi Eric Edelman ve meşhur Karen Fogg’u da alıp, 18 Şubat’ta Bebek’te bir lokantada, “MİT eski Müsteşarı Sönmez Köksal, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Sorosçu Can Paker ve TRT eski Genel Müdürü Cem Duna”yla buluşmuş, kısa bir süre sonra birileri Öcalan’ı görmek için İmralı’ya gitmeye kalkmış, Gemlik’te olaylar çıkmış, peşinden de Erdoğan’ın Diyarbakır çıkartması ve “demokratik açılım” önerileri gelmişti.

Mark Paris, geçen ay da buralardaydı. Üst düzeyde ağırlandı. Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Devlet Bakanı Egemen Bağış dışında kimlerle görüştüğü bilinmiyor.

İşin ilginci adeta suçüstü yakalanan Enerji Bakanı Yıldız, Mark Parris’i, “Obama’nın Enerji Danışmanı Morningstar’ın Yardımcısı” diye takdim etmesiydi. Evet Morningstar diye biri var, ama Obama’nın değil, Dışişleri Bakanı Clinton’un Enerji Danışmanı. Kaldı ki, Parris’ten sadece 1 hafta sonra Morningstar da Türkiye’ye geldi, aynı görüşme turlarını attı. Dahası ne Beyaz Saray, ne de ABD Dışişleri kayıtlarında Parris’in bir görevi olduğuna dair kayıt yok. Öyleyse bizimkiler Morningstar’la ne konuştular, Parris’le hangi sıfatla, neyi görüştüler? Adam halen Türkiye ve Irak’ta büyük işler peşinde koşan önemli bir ABD şirketinin danışmanı. Acaba ihale işleri dışında, hangi “açılımları” kotardı ki, ekibi tam gaz işbaşında?!..

MİT eski Müsteşarı Sönmez Köksal’ın da yeniden piyasaya çıkmasından söz ediyorum. “Devlet herkesle görüşür”müş!..Bu “herkese” Öcalan da dahil mi ki?!..

Başhekimi, jinekologları tanıyorduk…Şimdi doğumevi belli oldu…Kasap ebelerin “resmi ataması” da tamam.

Peki bu “doğum” olur mu? O artık bu tümüyle bize, Türk Milleti’ne kalmış bir şey.

Ya hepimizi yok edecek bir hilkat garibesinin kucağımıza verilmesini razı olacağız, ya da “düşük” yaptırmak suretiyle bu “dış gebeliğe” son vereceğiz!..


Kaynak: Açık İstihbarat

Yeniçağ’ın ve Arslan Bulut’un Ayıbı-Açık İstihbarat


Yazarımız Meyyal Uygur’u yıllardır tanıyan ve yazılarını dikkatle takip ettiğini bildiğimiz Arslan Bulut’un arşivimizdeki bu özgün araştırmayı iki ay sonra aynen alıp kendi imzasını atmasını ve gazetesinin de bunu Arslan Bulut’u kaynak göstererek yayımlamasını yadırgadık.


Yeniçağ gazetesinin bugünkü manşetinde, “ABD Dışişleri: Gül’ü Biz yetiştirdik” başlıklı bir haber yayımlandı. Gazetenin yazarlarından Arslan Bulut tarafından yazılan bu haber, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bursu ile yetiştirilmiş “dünya liderleri” arasında Abdullah Gül’ün de bulunduğunu konu almaktaydı.

Aslında, Açık İstihbarat okuyucuları da, kendisinin de iyi bir Açık İstihbarat okuyucusu olduğunu bildiğimiz Arslan Bulut da bu habere hiç yabancı değiller. Abdullah Gül’ün, ABD tarafından yetiştirilmiş “dünya liderlerinden” olduğunun ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından resmen ve “gururla” duyurulmasını medyada ilk kez Açık İstihbarat yazarı Meyyal Uygur ortaya çıkarmıştı.. Meyyal Uygur’un 26 Ekim 2009 tarihli “Abdullah Gül’ün CV’sindeki bilinmeyen” yazısı hatırlanacaktır.

Açık İstihbarat kendisini, “ulusalcı medya” şeklinde tasnif edilenler de dahil olmak üzere hiçbir medya çarkının içinde görmeyen, bağımsız bir bilgi kaynağıdır. Yazılarımızı ve haberlerimizi orijinal kaynağına dayandırmaya özen gösteriyoruz. Analizlerin tamamen kendi özgün bakış açımızı yansıtması da bir diğer ilkemiz. Bunun dışında, medyadan alıntı yaptığımız yazı ve haberlerde kaynak belirtmeyi ise şimdiye kadar bir kez bile ihmal etmedik.

Kimseyle “haber atlatma” yarışına girmediğimiz gibi sitemizden alıntı yapıldığında da internet medyasında pek moda olduğu üzere “Açık İstihbarat gündem yarattı” şeklinde böbürlenmelere girmedik.

Yabancı bir devletin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı “yetiştirmekle övünmesi” hiçbir bağımsız ulusun kabul edebileceği bir durum değildir. Kuşkusuz böyle bir haberi, olabildiğince çok sayıda kişiye ulaştırmak önemlidir. Ancak bu görev, emeğe saygıyı ve etik ilkeleri göz ardı etmemize gerekçe olamaz.

Yazarımız Meyyal Uygur’u yıllardır tanıyan ve yazılarını dikkatle takip ettiğini bildiğimiz Arslan Bulut’un arşivimizdeki bu özgün araştırmayı iki ay sonra aynen alıp kendi imzasını atmasını ve gazetesinin de bunu Arslan Bulut’u kaynak göstererek yayımlamasını yadırgadık.


Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat

20 Aralık 2009 Pazar

DTP değilse de Genelkurmay Başkanı sine-i millete döndü / Fatma Sibel YÜKSEK



Onlar, bu ince ayrıntıyı başlangıçta hesaplayamadılar ve biraz da damarlarda dolaşan “radikal sol” kanın etkisiyle, “Sine-i millete döneriz” demiş bulundular. Oysa, bilmiyorlardı ki Anayasa Mahkemesi’nin dahiyâne bir mühendislik ürünü olan kararı kendilerine, özellikle de “liderimiz” dedikleri İmralı teröristine ne büyük imkânlar sağlıyor, ne yeni kapılar açıyor…

Siyaset yasağı gelmemiş olanların istifa etmeyip Meclis’te kalmasının önemini biraz geç idrak ettiler ama olsun, pek bir şey kaybedilmiş sayılmaz… Bakmayın siz “Halk ve Sayın Öcalan öyle istedi” dediklerine. “Sayın Öcalan istedi” kısmı doğru da, “halk istedi” kısmı demagojiden başka bir şey değil. Sen kimsin, etin budun ne ki halk sana nabız versin. Halkı işin içine katarak, güya terörist başını kamufle ediyorlar…

19 DTP’linin istifa kararından vazgeçmesinin ne anlama geldiğini en iyi Hürriyet gazetesinin internet portalından Fatih Çekirge özetledi:

“Öcalan Meclis’te grup kurdu”

İşte bu kadar… Kendinle övünebilirsin ey Anayasa Mahkemesi!

“İrticai faaliyetlerin odağı olduğu tespit edilmiştir ama ülkeyi yönetmesine devam etmesine” kararından sonra, “Bu şekliyle Öcalan’ın nüfuz alanı daralmaktadır, tamamen Öcalan’ın partisi olmasına…” kararı.

Neyse, istifadan vazgeçilince birileri de derin bir soluk aldı. Bunlardan birincisi, istifaların Meclis’te oylanması sırasında “evet” demek, sonrasında DTP’lileri kendi eliyle savcıya teslim etmek zorunda kalacak olan AKP… Büyük bir tehlike savuşturdular. “Demokratlık” maskesi çiziklerle dolacaktı.

İkincisi, terörist başını bir türlü “açılım” sürecine dahil edemeyenler, muhatap kılınmasını sağlayamayanlar… Onlar da şimdi yepyeni bir yapı ve yepyeni fırsatlarla karşı karşıyalar. DTP, açılım tartışmaları sırasında fazla yıpranmıştı, tıkanıp kalmıştı. Bir tereddüt, bir karmaşa söz konusuydu; farklı kutupların etkisiyle Öcalan’ın sesini tam olarak duyuramıyordu. Şimdi öyle mi?

Alın size 19 adet arslan gibi Öcalan aşığı!

Grup kurmak için ihtiyaçları olan tek kişinin de bu oyunun değişmez jokeri Ufuk Uras olacağı anlaşıldı.

Meşruluk sorun da “aşılmış” oldu. Zemin Meclis, karşımızdakiler milletvekili, ancak gölge perdenin arkasındaki kişi Öcalan!

Bundan daha ideal bir “muhataplık” düşünebiliyor musunuz?

Velhasıl, Türkiye’yi bölmeyi kafaya koymuş olanlar, yine bir taşla beş kuş vurdular. Hem “açılımda” muhatap sorunu çözülmüş oldu, hem DTP’nin enerjisini düşüren “parçalı yapı” ortadan kaldırılmış oldu, hem de “açılım” Meclis zeminine çekilmiş oldu.

“Sine-i millete döneriz” diye hava atanlar da tükürdüklerini yalamakla kaldılar. Zaten sine-i millete dönmek gibi bir çapları yoktu; ayrıca ne yapılması gerektiğini onlara soran da yoktu. DTP’nin kapatılması üzerinden Öcalan’a muhataplık postu yaratan “uluslararası mutabakat”, planda milletvekilliğinden istifa gibi bir yönteme zaten yer vermemişti.

Böylece, kimsenin sine-i millete dönmesine falan gerek kalmadı.

Ama yine de, adını koymadan da olsa sine-i millete dönenler oldu…

Kim mi?

Kim olacak, aylardır “asimetrik psikolojik harple karşı karşıyayız” diye feryat edip de sesini kimseye duyuramayan Genelkurmay Başkanı…

Kafaları karıştıran “fırkateyn açıklamasından” sonra İlker Başbuğ’un karaya nasıl ayak basıp da halka kucaklaştığını görmediniz mi?

Adetâ Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması gibiydi yahu!

İnşallah geç kalmamıştır…

CIA'in Türkiye'yi Destabilize Ettiğinin Belgesi


Açık İstihbarat Özel



ABD, 1995 yılında yayınlanan ve 2003 yılında değiştirilen 12958 nolu Başkanlık Direktifi (Executive Order) ve ABD Devlet Kurumları'ndan vatandaşların bilgi edinmesini kolaylaştırmak maksatlı Bilgi Özgürlüğü Yasası (Freedom of Information Act) çerçevesinde resmi kayıtlarını belli kontroller çerçevesinde tasnif dışı bırakıyor ve halka açıyor.


Bu yasa ve direktiflere uymak zorunluluğunda olan CIA'de; 25 yıldan eski olan ve bu yasalar çerçevesinde tasnif dışı bıraktığı dökümanları Maryland'deki bir kütüphane bünyesinde halka açıyor.

Şu ana kadar 1947-1982 yılları arasında olup da tasnif dışı bırakılan 10 milyonun üzerinde sayfa sözkonusu.


Sizlere; bu dökümanlar arasında başlığında Türkiye bulunan dökümanların listesini aşağıda sunuyoruz.


Tasnif dışı ve 25 sene öncesine ait olsa dahi bazı dökümanlar CIA'in Türkiye'ye yönelik faaliyetlerine dair sunduğu ayrıntılarla araştırmacılara ve politika yapıcılara ışık tutacak nitelikte. Bu başlıkları ayrıca ; "ABD bizi niye karıştırmak istesin" tarzı inciler sarfetmekten utanmayan ve ekranlarda yorumcu-analist-stratejist diye boy gösteren zatlara tavsiye ediyoruz.


Ve işte CIA'in Türkiye'yi 12 Eylül darbesi öncesi karıştırdığının belgesinin başlığı, numarası ve tarihi:


Belge İsmi : Destabilising Turkey

CIA İçi Numarası (ESDN) : CIA-RDP88-01315R000400380009-1

Tarih : 29 Mayıs 1979


14 Mayıs 1979 tarihli bir başka belgenin başlığı ise aynen şöyle :


Türkiye'yi Çöplüğe Göndermek/Teslim Etmek (Consigning Turkey to the Junkyard)


CIA çocuklarının 12 Eylül darbesi öncesi yaptıkları çalışmalara dair bu dökümanların başlıkları bile çok şey söylüyor.


211 tane dökümanın başlığını incelediğinizde CIA'in Türkiye'nin elektrik santrallerinin ve kasabalarının planlarından; Polonya'dan Türkiye'ye yapılan ihracat kalemlerine kadar bir çok konu ile ilgili ve bunlarla ilgili raporlar hazırladığını göreceksiniz.


Tasnif dışına çıkabilecek kadar önemsiz olan dökümanlarda bunları bulabiliyorsak, gerisinde neler bulabileceğimizi siz düşünün.


Şimdilik bu sadece açık istihbarat.




Açık İstihbarat

19 Aralık 2009 Cumartesi

Senin Allah’ın var mı, Papaz efendi? / Fatma Sibel YÜKSEK


Önceki gün Mehmet Ali Birand’ın 32. gün programına Fener Rum Patrikhanesi’nin avukatı Kezban Hatemi, Anayasa Profesörü Serap Yazıcı ve kapatılan DTP’nin milletvekillerinden Sebahat Tuncel ile birlikte katıldık.

Dikkatimi çeken, her birinin temsil ettiği kesimler, AKP ve bizzat Başbakan tarafından “açılım politikası” adı altında koruma-kollama altına alınmış olan bu bayanların, Başbakan’a ve partisine belirgin bir öfke duymalarıydı.

Konuklar sadece programda değil, hazırlık sırasında kendi aralarında yaptıkları sohbette de AKP’nin anayasa değiştirme konusundaki basiretsizliğinden, başlattığı iddialı süreçlerin arkasında duramamasından yakındılar.

Kezban Hatemi, şimdiye kadar atılmış olan bütün adımların eğer bir anayasa değişikliği acilen yapılmazsa, AKP’den sonra iktidara gelecek olası bir milliyetçi hükümet tarafından bir gecede ortadan kaldırılabileceğinden endişeliydi.

AKP’nin talimatıyla kapalı kapılar ardında anayasa taslağı hazırlayıp, bunu da daha Türk kamuoyuna açıklamadan ABD’de görücüye çıkarmış olan ekibin mensubu Prof. Serap Yazıcı ise sicilindeki bu nota bakmadan, “yargının siyasallaşmasından” dert yandı. O da Kezban Hanım gibi “AKP’nin basiretsizliğinden” rahatsızdı ve Anayasa’nın acilen değişmesi gerektiğini savunuyordu.

Dünyanın en garabet seçim sistemi sayesinde, 90 bin oy aldığı için terör suçundan yatmaktayken cezaevinden çıkıp milletvekili olan Sebahat Tuncel ise, (İspanya’da Avrupa Parlamentosu’na girmiş olanları bile yaka paça indirdiler) açılım sürecinin duvara toslamasından ve DTP’nin kapatılmasından neredeyse hepten AKP’yi ve Başbakan’ı sorumlu tuttu.

Ortaya çıkan menfi tablodan AKP’yi sorumlu tutma eğilimi basın cenahındaki “açılımcılar” arasında da giderek yaygınlaşıyor.

AKP’nin tutukluk yapmaya başladığını farkeden Cengiz Çandar, “Bunun bir yolu, ‘Açılım’ın ‘özü’ olarak İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın da vurguladığı diğer ayağını, yani ‘demokratik standartların yükseltilmesi’ işine hızla girişmek. Daha önce de belirttiğimiz gibi ‘retorik siyasetin yerini hiçbir vakit tutamaz’. Hükümet, açıklamaların ötesine geçerek, ‘demokratik standartların yükseltilmesi’ doğrultusunda somut ve üstelik ‘hızlı’ somut adımların atmaya bir an önce girişmeli” diye akıl verdi…

Oysa hükümet, Çandar’ın yazısının yayımlandığı gün, “demokratik standartları yükseltmeye” başlamıştı bile…

Nasıl mı?

Haklarını isteyen Tekel işçilerini polise vahşice dövdürerek!

Milletvekillerinin ve yoldan geçmekte olan vatandaşların gözüne biber gazı sıktırarak!

Al sana “demokratik standart”!

Etnik kimlikçiliğe, bölücülüğe, terörist savunuculuğuna bu kadar hoşgörülü ancak hak arayan gariban işçi ile bir de dağda terörist kovalayan askere bu kadar mesafeli olabilen “hükümetimize”, kol kanat gerdiklerinden gelen bu eleştiri bombardımanı da neyin nesi?

Haydi diyelim ki açılım sürecinde bir şeyler yaşandı bitti, ortaya çıkan başarısızlık tablosuna suçlu aranıyor…

Peki Fener Rum Patriği Bartholomos’a ne oluyor?

Daha “Patrikhane açılımı” başlamadı bile… Amerikan CBS televizyonunun ünlü "60 Dakika" programına katılan Patrik, Türkiye'de ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerini söyledi ve “Türkiye'de azınlık olarak yaşamak suç değil. Fakat bize ikinci sınıf muamelesi yapılıyor. Haklarımızı Türk vatandaşları gibi kullanabildiğimizi düşünmüyoruz" diye konuştu. Yaşadıkları zorluklara rağmen Türkiye'den ayrılmalarının söz konusu olmadığını belirten Bartholomeos, “Çünkü bu kilise 17 asır önce bu topraklarda kuruldu. Gerçi Türk hükümeti Patrikhane’nin 'nin yok olmasından ya da ülkeyi terk etmesinden memnun olurdu ama bu asla olmayacak" diye konuştu…

“Türk Hükümeti” derken AKP’yi kastediyor…

Allah, Allah…

Muhabbetleri pek iyiydi, araları pek sıkı fıkıydı; acaba kapalı kapılar ardında ne oldu da Patrik hazretleri böyle konuşmaya başladı?

Hazret’in konuşmasındaki en çarpıcı bölüm de şu:

“Başbakan'ı ve birçok bakanı ziyaret ettim, sorunlarımızı anlattım, yardım istedim. Ancak laik olmakla övünen Türk hükümetinden hiçbir yardım gelmedi. Buna rağmen ayakta kalmakta kararlıyız. Burası Kudüs’ün devamıdır ve bizim için en az orası kadar kutsaldır. Zaman zaman çarmıha gerilsek de biz burada kalmayı tercih ediyoruz."

Bartholomeos, CBS muhabirinin, “Peki siz kendinizi çarmıha gerilmiş gibi hissediyor musunuz?" sorusuna da “Evet" cevabını vermiş…

“Kudüs’ün devamı”!!

“Açılım” maceramızın nerelere kadar gidebileceğini kestirmeye başladınız mı? Bakın, Papaz Efendi, İstanbul için “Kudüs’ün devamı” diyor…

Dönelim “Patrik efendi bunu neden yapıyor?” sorusuna…

Acaba kapalı kapılar ardında bir takım çatırdamalar olduğundan mı, yoksa “Kürt açılımında” olduğu gibi duvara toslanmasın diye “işi başından sıkı tutmak” amacıyla mı?

Her halükârda reva değil bu kadar “açılımcı” bir hükümete…

Deneyimli Atina muhabiri Stelyo Berberakis, genç rahip adaylarına sarkıntılık yapan din adamını konu alan bir haberine “Senin Allah’ın var mı Papaz efendi?” başlığını atmıştı…

Şimdi biz, AKP’ye acımaya başlamış olanlar (Ne de olsa Türkiye Cumhuriyeti hükümeti) da aynı soruyu soruyoruz:

“Senin Allah’ın var mı Papaz Efendi?”

yazan :Fatma Sibel YÜKSEK

18 Aralık 2009 Cuma

Devlet senfonisinden, Devlet Kakofonisine / Cem Edis


İnsan doğası gereği zora düşmedikçe; Yeteneklerini sonuna kadar kullanmaz!
Sun Tzu


( "Bizi mutlu eden sonuçlar toplumu; Toplumu mutlu eden sonuçlar bizleri mutsuz edebilir.” Başlıklı bir yazı kaleme almış olsak felsefi yönü olan, entelektüel bakış açsı taşıdığı bağlamında olumlu eleştirilerde olabilir;“ağzı olan konuşuyor” formatında,

“kendini klavyenin karşısında bulan” yazıyor manasında olumsuz eleştirilerde alırız….Ama

Türkiye: son yılların en mükemmel örülmüş, psikolojik harp ağına takıldı da, farkında olmadı dersek.

Birileri de bize;

“Toplumun maruz kaldığı ‘psikolojik harekâtın, psikolojik harbe’ dönüştüğü konusunu neden kurcalarlar ki, biz zaten sonuçlara razıyız, bırakın kurcalamayın kardeşim.”

Manasında eleştiriler yapar…..!)

Süreç,

“Devlet senfonisinden, Devlet Kakofonisine”

Dönüşünce.

Bünyesinde “psikolojik harp dairesi” bulunan kurum TSK bile; Kendisine “Asimetrik Psikolojik Harp” uygulandığından bahsediyor;

Kendisine ve ülkeye yapılabilecek bir hamleye karşı “A-B-C-D” planları olan, hatta “ ‘Z’ planı” bile olması gereken bir kurum, TSK bile, kendisine karşı yapılan Asimetrik Psikolojik Harp ten yakınıyor.

Büyük Hun İmparatoru Mete Han'ın tahta çıkış tarihi olan, “Milattan Önce 209” yılını, “Türk Kara Gücü ” KKK nın kuruluş yıldönümü olarak kabul eden, sırlamada dünya dördüncüsü olan kurum. Kendi içinde köklü bir hiyerarşi-si ve buna bağlı komuta kademesi olan, komuta kademesinin en üst noktasındaki Genel Kurmay Başkanı; Türk Silahlı Kuvvetleri-ne karşı Asimetrik Psikolojik Harp yapıldığını söylüyor.

Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı, Psikolojik Harp uygulayanlar;

Türk Halkına karşıda Psikolojik Harekât mı?

Uyguluyor!

Genel Kurmay Başkanı emir ve komutasında bulunan kuruma karşı yapılan Psikolojik Harbi dile getiriyor.

Halk’a/Millet’e bir başka ifadeyle Cumhur’a karşı yapılan Psikolojik Harekâtı kim dile getirecek?

Pentagon tarafından "akredite" edilmiş gazetecilerin Psikolojik Harekât süreçlerinin en önemli unsuru Toplum Mühendisliğine soyundukları noktada, işin mutfağında olanlarda “kontrollü kaos” u

Yönetir.

İktisadi ve ekonomik verilere baktığımızda bu ülkede serbest şekilde dolaşan “100 Milyar Dolar” “sıcak para” olduğu görülüyor. Yani birileri tarafından yönetilen/birilerinin parası ülkenin mali politikasına yön verenler, serbestçe dolaşan 100 milyar dolar sıcak parayı, kontrol edebiliyorlar mı?

Ülkede yaşanan derin krize bakıldığında sorunun cevabı belli.

Hayır

Ülkede halkın önüne konan “az kötü ile çok kötü” arasında seçim yapma mecburiyetidir. Buda alternatifsizlik gibi bir sonuç doğurur ve psikolojik harekâtı kontrol edenler bu paradigmayı kullanır.

Psikolojik Harekâtı yönetenlerin, gözden kaçırabilecekleri ve harekâta maruz kalanlar-ın da;

En güçlü direnç noktası olarak kullanabilecekleri;

Düzensiz; Disipline muhtaç;

Ürkütülmüş; Korkmuş;

Zayıflık, Çaresizlik.

Harekâtı yönetenlerin elini güçlendiriyormuş gibi durabilir.

Oysaki

“Düzensiz, disipline muhtaç” gibi durmak;
Mükemmel disiplini.

“Ürkütülmüş, korkmuş” gibi davranmak;
Üstün cesareti.

“Zayıf ve çaresizmişçesine sinmekte”;
Kuvveti

İfade ediyor olabilir.

“Saldırıda neyi savunacağını bilmeyenle, savunmada neye saldırıldığını bilmeyen,arasında hiçbir fark yoktur..”