30 Haziran 2009 Salı

Canlı Yayında Yargılanan Albay'ın Kellesini Kim İstiyor?


Daha da önemlisi Çiçek'in kellesini isteyeni sadece AKP veya Gülen olarak okumak yanlış. Çiçek'in kellesini isteyenler arasında büyük sermaye ve Türkiye'de büyük sermayeyi taşeronlaştıran güçler de mevcut.

Çiçek çevresinde yaratılan kamuoyu bu yönüyle bir AKP-Gülen-TUSİAD ortak yapımı.

Birileri Türk Ordusu bünyesinde; küresel güçlerle entegre büyük sermayeyi ve bunların taşeron STK'larını sorgulayan bir zihniyeti istemiyor ve bu zihniyeti kamuoyu önünde işaretliyor.


Açık İstihbarat


Türkiye canlı yayında bir hukuk ihlalini izliyor.


"Ergenekon" soruşturması kapsamında tutuklanma isteği ile mahkemeye sevkedilen Alb. Dursun Çiçek mahkeme önüne çıkmayı beklerken, Çiçek'in yargılanması Ankara'da devlet içi pazarlıkla eşgüdümlü bir süreç havasında medyaya yansıtılıyor.


Haber kanallarında


"Çankaya'da kritik zirve sürerken , adliyeden ayrılan Savcı Zekeriya Öz tekrar adliyeye geri döndü"


şeklinde alt yazılar; Albay Dursun Çiçek'in yargılanmasının açıkca TCK'nın 288. maddesinin ihlali olarak algılanmasına yol açıyor.


TCK 288, bir olayla ilgili soruşturma veya kovuşturma sürerken savcı, hakim, mahkeme , bilirkişi ve tanıkları etkilemek amacıyla alenen yapılan sözlü veya yazılı beyanları yasaklıyor.


"Ergenekon" soruşturması kapsamında bir çok sanığın çok daha kısa sürelerde tutuklandığı gözönüne alındığında, Albay Dursun Çiçek'in saatlerdir mahkemenin önüne çıkmayı bekliyor olması; Albayı mahkemeye sevkettikten sonra Savcı Zekeriya Öz'ün adliyeye geri dönmesi ve bütün bunların Ankara'daki MGK ve devamında Çankaya'daki mini zirve ile paralel yürümesi Türkiye'de siyasi ve yargı süreçlerinin içiçe geçmişliğinin en canlı örneği olarak tarihe geçiyor.


Albay Dursun Çiçek'in "Ergenekon" soruşturması kapsamında tutuklanması gündeme gelen ve tutuklanan ilk muvazzaf subay ve hatta ilk muvazzaf albay bile olmadığı halde, bu ismin tutuklanması üzerinden yaşanan gerilimin sebepleri farklı.


Öncelikle Genelkurmay bir sonraki adımın muvazzaf generallerin tutuklanması olabileceğini gördüğünden kendince yeni bir kırmızı çizgi çekmeye çalışıyor. Genelkurmay'ın kırmızı çizgilerini koruma konusundaki geçmiş başarıları karşı cephenin cüretkarlığını arttırıyor.


Daha da önemlisi Çiçek'in kellesini isteyeni sadece AKP veya Gülen olarak okumak yanlış. Çiçek'in kellesini isteyenler arasında büyük sermaye ve Türkiye'de büyük sermayeyi taşeronlaştıran güçler de mevcut

Çiçek çevresinde yaratılan kamuoyu bu yönüyle bir AKP-Gülen-TUSİAD ortak yapımı.


Çiçek'in belge olarak kamuoyuna pazarlanan kağıt parçası ile ilgisi kesinleşmiş değil fakat anlaşılan sözkonusu Albayın görevi gereği Türkiye'de büyük sermaye ve bağlı STK'ların faaliyetleri ile ilgili hazırladığı raporları birileri not etmiş ve bu odaklar Türk Ordusu bünyesinde, küresel güçlerle entegre büyük sermayeyi ve bunların taşeron STK'larını sorgulayan bir zihniyeti istemiyor ve bu zihniyeti kamuoyu önünde işaretliyor.


Zaman gazetesinde bir kaç ay önce başlatılan ve Koç, Eczacıbaşı gibi isimlerle gerçekleştirilen yüksek profil röportajları okursanız, Gülen-TUSİAD mutabakatının ipuçlarını da bulabilirsiniz.


Çiçek'in kamuoyu önünde infazı bu sebeplerle canlı yayında bir hukuk ihlali ve Devlet içi pazarlıkla paralelde bir görüntü içinde yürüyor.


Açık İstihbarat

Esrarengiz Ziyaretler…Bir Kâğıtla İşgal Hazırlıkları Meyyal UYGUR


Haziran ayı ortalarında çok üst düzeyde bir yetkili, bir gece yarısı özel uçakla Erbil’e gitti mi?..Gitti ise kim veya kimlerle görüştü?..Birkaç gün sonra yıllardır sır gibi saklanan “Kürdistan Anayasa” taslağının, Barzani Parlamentosu’na sunulup, kabul edilmesinin o görüşme ile bir ilgisi var mı?..

Kerkük başta olmak üzere Türkmen bölgelerini Barzani’ye bağlayan bu sözde Anayasa’ya tepki gösterilmeyeceği güvencesi verildi mi?..



Muhalefet ellerine verilen çelik-çomakla oynadığı ya da uyumakla meşgul olduğundan bazı çarpıcı iddia ve gelişmeleri, soru önergesi formatında ilgililerin dikkatine arz edelim:

1- Haziran ayı ortalarında çok üst düzeyde bir yetkili, bir gece yarısı özel uçakla Erbil’e gitti mi?..Gitti ise kim veya kimlerle görüştü?..Birkaç gün sonra yıllardır sır gibi saklanan “Kürdistan Anayasa” taslağının, Barzani Parlamentosu’na sunulup, kabul edilmesinin o görüşme ile bir ilgisi var mı?..Kerkük başta olmak üzere Türkmen bölgelerini Barzani’ye bağlayan bu sözde Anayasa’ya tepki gösterilmeyeceği güvencesi verildi mi?..”Anayasa”nın Barzani Parlamentosu’nda kabulünün üzerinden yaklaşık 1 hafta geçtiği halde T.C. Dışişleri Bakanlığı veya AKP iktidarının bu gelişme karşısındaki sessizliğinin sebebi nedir?

2- Söz konusu Erbil ziyareti, Gül’ün, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesine ilişkin yasayı, “popülist” olmadığı gerekçesiyle imzaladığı güne mi denk getirildi?

3- Gül’ün Mayın Kanununu imzalamasından sonra bir ülkenin Büyükelçisi, bir yüksek yargı organını ziyaret etti mi?..Bu ziyaret oldu ise Mayın Kanunu gündeme geldi mi?

4- Türkiye’de ilk “bölge” gezisini 17 Haziran’da Diyarbakır’a yapan ABD Büyükelçisi James Jeffrey, DTP’li Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ziyaretinde, “Bugün bölge, bütün dünya için çok önemli” ve “Ankara Parlamentosu’nda biz her türlü teröre karşı çıkıyoruz” dedi mi? “Ankara Parlamentosu” ifadesi ne anlama gelmektedir, Türkiye’de TBMM dışında başka bir parlamento mu bulunmaktadır?..Keza o ziyarette Osman Baydemir, “İnanıyorum ki, Ortadoğu’nun tümünde diller, kültürler ve medeniyetler arasındaki barışın tesisinde Diyarbakır’ın rolü oldukça önemli ve oldukça etkili olacaktır” dedi mi?..ABD Büyükelçisi’nin Kervansaray Otel düzenlediği basın toplantısında yaptığı şu açıklamaların üzerinde duruldu mu: “Diyarbakır benim Türkiye’deki üçüncü evim (Acaba diğer iki evi neresi?)…Demokratik siyaset içinde silah ile muhalefet olmaz (Bölücü, kanlı teröre, silahlı muhalefet dediğinin farkında mıyız?)…Olayın sadece askeri ve silahlı tedbirlerle çözülmediğini gördük. Kültürel, dil, siyasi ve iktisadi reformlara da ihtiyaç var (malum siyasi çözüm)…

Soru önergemize burada son verip, “PKK’ya silah bıraktırma ve af”
tartışmalarının yapıldığı Mart ayı ortalarına gidelim. Urfa’daki Nevruz kutlamalarında Leyla Zana Hanım, “21. yüzyılın Kürtlerin özgürlük çağı olacağını” söyledikten sonra “2010 yılında Diyarbakır meydanındaki Nevruz kutlamasını Abdullah Öcalan ile birlikte kutlayacaklarına dair inancım sonsuz” diyor, Başbakan Erdoğan’ın yakın kurmayı Dengir Mir Fırat da, “Bu bir devlet sorunudur, devlet politikasıdır. Kararı verecek olan milletvekilleri, hükümet ve Cumhurbaşkanıdır. Genel kanı olarak sorunun çözümü isteği var. Ben de vatandaş olarak hangi yöntemler uygunsa, biran önce çözülmesini diliyorum. Eğer genel af çıkarsa PKK’lılar dağdan inebilir. Kapsamı tartışılmalı” açıklamasını yapıyordu. Fırat’ın, “Kararı verecek olan milletvekilleri, hükümet ve Cumhurbaşkanıdır” sözüne dikkat!..25 yıldır bölücü terörle mücadelede kan-can veren TSK’nın adını bile anmıyor!..

Diyeceğim o ki, bir kağıt parçası ile TSK, kendi canının derdine düşürülerek, öncelikle, “Barzani Kürdistanı”nın tanınması (Aslında soru önergesinde belirttiğim ziyaretle, tanınma işlemi tamamlandı. Millete ilanı sırasında TSK’nın çıt çıkarmaması için tedbir alınıyor) ve “PKK’ya af” sürecinden bertaraf ediliyor. Demek ki “Sarı Öküz” Mayın Kanunu’ndaki sessizlik yetmedi, aksine devamı geldi!..Daha da gelecek…Tüm memleket kağıt parçası ile meşgulken, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Korfu Adası’nda Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyani ile “Ege sorunlarını” masaya yatırması ve “çözüm için tam mutabakat” sağlanması, limanlarımızın Rum gemilerine açılması için “Tayvan Modelinin” esas alınacağının duyurulması (Rum kesiminin tanınmasının kılıfı), ABD’nin Kıbrıs’ta yıl sonuna kadar çözüm istediğinin açıklanması, Ruhban Okulu’nun açılması için seferberlik ilan edilmesi tesadüf olabilir mi? TSK köşeye sıkışmışken dört koldan, bin atlılar gibi saldırıyorlar!..

Koca Irak, CIA mahsulü sahte belgelerle işgal edilmedi mi?

İşte onun gibi Türkiye’yi de bir kağıt parçasıyla işgal etmeye yelteniyorlar!..

Erdoğan’ın “Polis Devleti” İlanı…Başbuğ’a Açık Mektup

O kağıt parçasından sonra bize, “Ya Darbeci, Ya Demokrat olacaksınız”ı dayatıyorlar. Evet ülkemde şu anda, bir yandan zaten olmayan “demokrasi” katlediliyor, bir yandan “sivil darbe” yapılıyor. O yüzden kendi nam-ı hesabıma ikisine de “Hayır” diyorum.

Başbakan Erdoğan, rejimin güvencesinin “Emniyet teşkilatı” olduğunu açıklıyor. Bu “Polis Devletin” ilanı değil mi? Peki özellikle son yıllarda “Emniyet” denince akla ilk ne geliyor; “F-Tipi”!.. Demek ki, “Rejimimiz F-Tipine emanet”!..Sayın Başbakan bir de, “Polisi siyasetin içine çekme çalışmalarından vazgeçilmesi gerektiğini” söylemiyor mu? Ört ki, ölem!..

Haddimize düşmez, ama AKP’ye “akıl” veren verene ya, birazcık bundan da cesaret alarak, Sayın Başbuğ’a sadece bir seslenişte bulunmak istiyorum:

“Belli ki ABD, NATO, AKP istekleri karşısında direniyorsunuz ve direneceksiniz. Direndikçe de, asimetrik psikolojik saldırılar artacak. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması gibi…O kağıt parçasının aslını dahi imal edebilirler…Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş esaslarına, üniter-milli yapımıza, Mustafa Kemal’e sahip çıkan, kendi öz vatanında garip kalan biz Türklerin ne asimetrik psikolojik savaş silahları, ne muazzam para kaynakları, ne emperyalist destekçileri, ne de rejimin güvencesi ilan edebileceği silahlı güçleri var…Kurbağa gibi yavaş yavaş haşlanıyor, hızla bir iç savaşa sürükleniyoruz. Bu ahval ve şerait içinde, kimseye değil sadece kendinize ve millete güvenin, milletten güç alın. Kimler, size, neleri dayatıyor, çıkın, açık-seçik milletle paylaşın. Paylaşın ki, sizden günah gitsin, Türk Milleti de son sözünü söylesin. Demokrasi diye diye ülkeyi gözden çıkaranlar, herhalde bu kadarcık demokrasiyi size-bize çok görmezler!..”



Kaynak: Açık istihbarat

"Tarihi fırsat" unutuldu mu? / Fatma Sibel YÜKSEK


Sayın Cumhurbaşkanı’nın büyük bir önem atfederek başlattığı tartışma bir nebze güme gitti.

Gül’ün bu durumdan üzüntü duyduğunu, kendisine en yakın gazetecilerden biri olan Fatih Çekirge’den öğrendik. Çekirge dün Hürriyet gazetesinde, “Belge olayının ‘tarihi fırsata’ neden ve nasıl zarar verdiğini” yazdı. Çekirge, “kağıt parçası” olayını “tarihi fırsat” meselesine şöyle bağladı:

“Bu 'kağıt’la' birlikte, birileri devletin ortasına, tam bir "güven bombası" bıraktı... Cumhurbaşkanı tam Kurumlar arasında hiç bu kadar uyum olmamıştı. Bu tarihi fırsatı değerlendirelim’ diye çağrıda bulunurken, devletin kurumsal yapısına tam bir "kuşku bulutu" bırakıldı... Zihinler sislendi... Peki ne zaman oldu bu? Türkiye, cumhuriyet tarihinin en büyük meselelerinden birisine ‘uyum, diyalog ve akılla’ yaklaşmaya hazırlanırken...”

Belli ki Sayın Cumhurbaşkanı çok üzülmüş.. Bunu da Cumhurbaşkanı Basın Merkezi aracılığıyla duyuracak değil ya, doğal olarak Fatih Çekirge’den öğreniyoruz. Hani şu Cem Uzan’ın gazetesine “Allahsız!” manşetini attıran ve Tayyip Erdoğan’ın Hikmetyar’la olan fotoğrafını “manşetten çakan” Fatih Çekirge…

Cumhurbaşkanı’nın “Kurumlar arasında hiç bu kadar uyum olmamıştı” dediği konu, bir tatsızlığa doğru yol almaktaydı. Cumhurbaşkanı, yukarıdaki cümleyi söylerken askerden ses çıkmadığı gibi, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, ABD’den “Teröristi gördüğümüz yerde vururuz, üniter devletin de çivisini oynattırmayız” deyiverdi. Aslında söz konusu “kâğıt parçasının” Gül’ ve Çekirge’yi hayıflandırması değil, rahatlatması gerekiyor. Öyle ya, tam da ortada Cumhurbaşkanı’nın söylediği gibi “devlette tam uyum” falan bulunmadığı anlaşılacaktı ki gündem değişiverdi. Olaya bir de bu açıdan bakmak lazım…

“Tarihi fırsat” konusunun devletin zirvelerinden aşağılara doğru irtifa kaybına geçtiğini gören Gül, hemen yeni duruma uygun stratejiler geliştirdi. Plan madem devlet katında tutmamıştı, o zaman işin peşini bırakmayıp “taban çalışması” yapılabilirdi.

Cumhurbaşkanı da öyle yaptı. Bu bağlamda geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği bir “etkinlik” bu gürültü patırtı ortasında hak ettiği medya ilgisini yakalayamadı. Gül’ün Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası heyetini kabulünden söz ediyoruz. Kabulün içeriğini Oda Başkanı Galip Ensarioğlu’ndan dinleyelim..

Görüşmede Gül’ün en az 40 kere “şiddetin” durması gerektiğinden bahsetmiş.

(Dikkat Edin, “bölücü terör” değil, “şiddet”…)

“Bunu, eylemsizlik kararı alan PKK’ya endirek bir mesaj olarak algıladık” diyor Ensarioğlu… Sanayi Odası Başkanı, kendi kendine “PKK ile Cumhurbaşkanı” arasında mesaj taşıyıcılığına” soyunuyor. Bununla da kalınmıyor, “Gül’le görüştükten sonra heyet olarak DTP lideri Ahmet Türk’le de görüşüp, Gül’ün tavsiyelerini onlara ilettik” diyor Ensarioğlu. Hani Başbakan Erdoğan, DTP ile kapıları kapatmıştı ya, demek ki Cumhurbaşkanı bu tavrı doğru bulmuyor…

Ensarioğlu sözlerini şöyle bitiriyor:

“Bütün bunlar verilirse sorun biter mi hayır sorun bitmez… PKK’ya da bir çözüm getirmek zorundasınız. Yani demokratikleşmeyi yaparken, eş zamanlı olarak PKK sorununu da çözmek zorundasınız. Bunun da çözümü siyasi koşulsuz genel bir aftan geçer”

Ensarioğlu, bu düşüncesini görüşmede de gündeme getirmiş ve bilin bakalım Cumhurbaşkanı’ndan nasıl bir cevap almış?

Gül’ün bu yaklaşıma verdiği yanıt şu:

“10-15 yıl önce Kürt sorunu ile ilgili önümüze gelen talep listeleri ile bugün gelen listeleri karşılaştırdığımızda yarısından fazlasını çizersiniz… Çünkü çözülmüştür. Bundan sonra da şiddet olmaz ise bu söyledikleriniz belki olabilecek şeylerdir”

Nasıl ama?

Fatih Çekirge merak etmesin, “tarihi fırsat” uyumuyor…




Badem Bıyıklı General-Fatma Sibel Yüksek


“Kâğıt parçası” olayının dün itibarıyla geldiği noktaya baktığımızda, birilerinin “generalliğe terfi edecek 9 Albay” konusunda Taraf’ın meşhur manşetinden çok önce kafa yormaya başladıklarını anlıyoruz. Bu subaylara “Ergenekon şüphelisi” damgası vurarak terfilerini önlemeye çalışan kim veya kimlerse, Ağustos ayındaki kritik YAŞ dengelerine el atmış olanlar da onlardır. Yani, Taraf’a o manşeti attıranlardır.




Dün Beşiktaş Adliyesi’nin önünde heyecanlı bir bekleyiş vardı. “Ağustos ayındaki YAŞ toplantısında generalliğe terfileri beklenen 9 kurmay Albay” Ergenekon savcıları tarafından “şüpheli sıfatıyla” ifadeleri alınmak üzere Adliye’ye çağrılmışlardı.

Sabah saatlerinde gelmediler. “Belki öğlen tatilinden sonra” diye umutlanıldı ama öğleden sonra da gelen giden olmadı. Gün, Avukat Vural Ergül’ün jestiyle kapandı. Gazetecilerin güneşin alnında boş yere beklediklerini gören Avukat Ergül, “İmza nasıl klonlanır, kimlerin imzası klonlanabilir” konusunda Adliye önünde güzel bir reality show gerçekleştirdi. Savcı Zekeriya Öz’ün Ergenekon iddianamelerindeki imzasını kopyalayan Ergül, bunu fotoşop marifetiyle bir güzel “İrtica İle Mücadele Eylem Planı”nın altına yapıştırmıştı. Bu haliyle bir “kağıt parçasından” başka bir şey olmayan “belgeyi” gazetecilerin burnuna tutup “Bakın, bu yöntemle Fatih Ürek’in, Kuşum Aydın’ın, Fethullah Gülen’in ve Tayyip Erdoğan’ın imzalarını bile istediğiniz kağıdın üstüne yapıştırabilirsiniz” dedi.

Yaptığı sahte belge hiç de fena durmuyordu.

Saydığı isimler de öyle…

Albaylar gelmedi.

Heyecanla bekleyenler Ergenekon sanığı avukatının “korsan eylemiyle” yetinmek zorunda kaldılar. Tabii şimdi biz, “Albayların gelmeyişinin Erdoğan-Başbuğ görüşmesiyle ilgisi, alakası var mı?” diye sormuyoruz; kesin yoktur! Yoktur ama Genelkurmay Başkanı Başbuğ şu soruyu Başbakan’a mutlaka sormuş olmalıdır:

“Sayın Başbakan, ben sizin bu ‘kâğıt parçası’ konusundaki düşüncenizi, tavrınızı pek anlamış değilim. Urfa’da belgeyi baştan doğru kabul edip TSK’yı suçladınız. Benimle görüştükten sonra fikrinizi değiştirmiş gibi göründünüz ve Meclis’te TSK’nın yapmakta olduğu soruşturmaya güvendiğinizi belirttiniz. Askeri Savcılık soruşturmayı tamamladı, bu kez ‘İşin aslını sivil yargı ortaya çıkaracak’ diye konuşmaya başladınız. Ben iyi anlatamıyorum galiba Sayın Başbakan..Oysa, basın toplantımda bu kağıt parçasının ancak yeni deliller gelirse tekrar soruşturulabileceğini ve bunu da yine askeri yargının yapabileceğini üstüne basa basa söylemiştim. Meğer siz gece yarısı kanunu da değiştirip bizi “kadük” bırakmışsınız, haberimiz yok. Sayın Başbakan, siz TSK’nın böyle bir belge hazırladığına mı inanıyorsunuz, yoksa Askeri Savcılığın kararına mı? Siz neye inanıyorsunuz Sayın Başbakan? Neden Mehmet Altan’a da, bana da "sen de haklısın, sen de haklısın” diyorsunuz?


"Mehmet Altan’ı Genelkurmay Başkanı yapıp bu çelişkili durumdan kurtulmayı düşünmez misiniz?”

Tabii Başbakan’ın ne söylediğini tahmin etmeye imkân yok. Başbuğ’a yine “Haklısınız, askeri yargıya saygımız sonsuz” dedikten sonra görüşme biter bitmez Ergenekon Savcısı’nı arayıp “Zeko, çek dokuzunu da karakola, gelmezlerse derdest ettir” demiş olabilir…

(Konumuzla direkt âlâkası olmayan bir soru: Yarın öbür gün bir gizli tanık, “Bombaları Genelkurmay Başkanı’ndan aldım"diye ifade verirse ne olacak? Teröriste “Sayın”; emekli orgenerallere, Yargıtay Onursal Başkanlarına, gazetecilere, rektörlere “terörist” diyecek kadar kafası karışmış/ karıştırılmış bir Başbakan bu kaosun içinden nasıl çıkacak?)

Görünen o ki Başbakan, “darbe ihtimalinin” önlenemez cazibesinden kendini alamıyor. Başbuğ’un anlattıkları o an için inandırıcı gibi gelse de, artık kendisine bile diş gösterecek kadar palazlanmış olan “yandaş medyanın” yönlendirmelerine kapılıyor. “Darbe tehlikesinden” beslenmeye alışmış olan bünye başka türlü bir tepkiye izin vermiyor. Ya da belki artık çok yalnızlaşmış bir adam olarak, olup bitenlerin farkında değil. Hiç kimse kendisine olayların gerçek boyutunu anlatmadığı, anlatamadığı için kendi yarattığı bir dünyada yaşıyor ..Evet, bu da mümkündür. Bu bağlamda örneğin, Başbuğ’un “Bu tertibi düzenleyenleri ortaya çıkaracağız” şeklindeki yaklaşımını “Ordu içinde cuntacı tasfiyesi başlatacağız” diye anlıyor olabilir. Böyle anlarda, Başbuğ’un kendisine samimi davranmadığını, kapalı kapılar ardında ayrı, kameralar önünde ayrı konuştuğunu düşünüyor olabilir. “Gol atmayı” siyaset yöntemi haline getirdiği için de “Madem o beni kandırıyor, ben de gece yarısı yasayı değiştirtirim” psikolojisiyle hareket edebilir. Bu konuda çevresinden çok teşvik gördüğünden ise emin olalım..

“Belge” olayının bir taşla çok sayıda kuş vurmaya yönelik yapısı gün geçtikçe daha net ortaya çıkıyor. Dört başı mamur provokasyonlar örgütleme konusunda aşırı profesyonelleşmiş olan cemaat-yabancı servisler-kurgulanmış medya sacayağı son zamanlarda şöyle bir yönteme başvuruyor: Gerçekleşmesini istedikleri veya istemedikleri bir olayı, önceden karşı tarafa yükleyerek haber yapıyorlar (Örnek: Star, Zaman, Bugün ve Taraf’ta aynı anda yayımlanan “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Ergenekon Savcılarını görevden alacak” haberi. Oysa, ne HSYK’nın gündeminde böyle bir konu vardır, ne de böyle bir hazırlık yapılmıştır. Haber tamamen imalattır. Amaç, HSYK’yı daha baştan baskı altı almak, Ergenekon savcıları hakkında bırakın görevden almayı, en basit bir tasarrufu bile engellemektir.)

Aynı şekilde, “Belge doğru çıkarsa, Genelkurmay Başkanı istifa etmelidir” demiş bulunan Deniz Baykal’ın bu sözlerini de aynı gazeteler, “Baykal, Başbuğ’u istifa ettirerek YAŞ dengeleri ile oynamaya, darbeci subaylara terfi aldırmaya çalışıyor” diye yorumladılar. Baykal’ın böyle bir amacı tabii ki yoktu ama “Kâğıt parçası” olayının dün itibarıyla geldiği noktaya baktığımızda, birilerinin “generalliğe terfi edecek 9 Albay” konusunda Taraf’ın meşhur manşetinden çok önce kafa yormaya başladıklarını anlıyoruz. Bu subaylara “Ergenekon şüphelisi” damgası vurarak terfilerini önlemeye çalışan kim veya kimlerse, Ağustos ayındaki kritik YAŞ dengelerine el atmış olanlar da onlardır. Yani, Taraf’a o manşeti attıranlardır.

Erdoğan’ın ağzından çıkan “Polis rejimin güvencesidir” sözüyle birlikte düşündüğümüzde, sıranın ordunun içini tanzim etmeye geldiğini görebiliriz. Badem bıyıklı; şöyle dişler sarı ve seyrek, kırmızı dudaklar meydanda… Affedersiniz popo hayli büyükçe, genizden gelen ince bir sesle konuşan ve her lafa "İnşallah" diye başlayan...

(Mümkünse kısa paçalı şalvar pantolonun altından beyaz çorap da görünmelidir).

Her konuda şımarık şımarık kafa şişiren, son model jeep’lere binen, bayanlarla yüzlerine bakmadan konuşan ve elleri buram buram terleyen generaller…


Kaynak: Açık İstihbarat

29 Haziran 2009 Pazartesi

Gerilimli MGK'lar yeniden mi başlayacak? / Fatma Sibel YÜKSEK


Siyasi tarihimizin kuşkusuz en kritik toplantılarından biri 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısıdır.





Tam 9 saat süren bu toplantının ardından Türkiye, hesaplaşması bugün hâlâ devam eden bambaşka bir sürece girdi. 28 Şubat’ın en önemli siması Çevik Bir, “şüpheli” sıfatıyla nihayet ifade verdi. “Nihayet” diyoruz çünkü; kimsenin mahkemelerde, sorgularda sürünmesini arzu ettiğimizden değil ama “Türkiye’yi darbelerle yüzleştirdiklerini” öne sürenler,"neden bu fiilin doğrudan muhataplarıyla değil de iktidarı eleştiren gazeteciler, politikacılar, öğretim üyeleri, sendikacılar vs. ile uğraşıyorlar” sorusuna bir türlü cevap veremiyorlardı. Umarız, “darbelerin kökünü kazıyoruz” diye adlandırdıkları süreci gerçek rayına oturtmayı, gerçek muhataplarıyla yüzleşmeyi başarırlar. Tabi eğer böyle bir niyet gerçekten varsa... Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un dile getirdiği “Darbe ve muhtıra söyleminde bulunanlar iyi niyetli değildir ve halk artık bu söylemden usanmıştır” tespiti doğru değilse…



AKP iktidarını öne sürerek başlatılan bir takım “hesaplaşma” süreçlerinde paradoksal bir durum ortaya çıktı. Bir yandan “darbelerle mücadele edilirken” , diğer yandan TSK ile tarihin en uyumlu mesaisi sergilendi. Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ olmak üzere 3 genelkurmay başkanı ile çalışan AKP hükümetleri, arabayı bir şekilde duvara toslamadan, hem de AB’nin istediği reformları büyük ölçüde gerçekleştirerek 7 yıl iktidar sürdüler. Operasyonların inandırıcılığını sarsma pahasına TSK, Ergenekon davalarından da önemli ölçüde uzak tutuldu. Kalpakla, mendille, kalemle, bilgisayar klavyesiyle “darbe yapmaya kalkışmaktan” yargılananların son operasyonları saymazsak aslında pek azı asker kökenlidir.



“Askerin siyaset üzerindeki etkisinin azaltılmasında”
en etkili, kalıcı ve kurumsal yaptırım MGK’nın yetkilerinin budanarak bir danışma kuruluna dönüştürülmesi olmuştur. 2005 yılında yapılan yasal değişikliklerle MGK’nın bütün gücü, kudreti kırıldı. 28 Şubat gibi önemli bir toplumsal krize zemin hazırlayan kurul, bir istiare platformuna dönüştürüldü. Artık rutin toplantılar yapılıyor, kapısında gazeteciler beklemiyor, oradan çıkan kararlar hükümet katında “emir” olarak algılanmıyor. Dahası, bir süre önce basına yansıdığı gibi, sivil Başbakan’ın bu MGK toplantılarından birinde koskoca paşaları çocuk gibi azarladığını öğrendik. Erbakan’ın 9 saat buram buram terletilmesinden sonra, önemli bir gelişme…



Gelinen noktada endişe şu. Gerilimli MGK toplantıları yeniden mi başlayacak? Genelkurmay Başkanı Başbuğ, 26 Haziran’daki basın toplantısında öyle bir “Bu konuyu MGK’ya getireceğiz” dedi ki, belli ki bu kavga bitmemiş. Her şeyin kamuoyu önünde konuşulmadığını düşünürsek “kavga yeni başlıyor” bile diyebiliriz.



Yarın Milli Güvenlik Kurulu toplantısı var. Acaba 30 Haziran 2009 tarihi, 4 yıldır devam eden sükûnet ve uyum ortamının değişmesine mi neden olacak? Ne zamandır MGK zemininde karşı karşıya gelmemiş olan askerlerle siviller yeni bir “kâğıt parçası” kavgasına tutuşacaklar mı? Sivri dilli çıkışlarıyla tanınan Bülent Arınç’ın böyle kritik bir toplantıya ilk kez katılması, çatışma tehlikesini arttıracak mı? Hükümet kanadı, özellikle Başbakan, Meclis Başkanı’nın bile “Benim de haberim yok” dediği son “gece yarısı operasyonu”nu askerlere nasıl izah edecek? “Kâğıt parçası” tartışmalarına kendisini başarılı bir şekilde dahil etmemiş görünen Cumhurbaşkanı Gül’ün tavrı ne olacak? Kurul, Başbuğ’un rahatsızlığını haklı bulup hükümete “MİT’in harekete geçirin” tavsiyesinde bulunacak mı? Yoksa, “Askeri yargının verdiği karar tatmin etmedi. Zaten, askeri mahkemelerin yetkisi de kısıldı, İrtaica İle Mücadele Planı olayına sivil yargı sil baştan bakacak, kusura bakmayın” mı denilecek?



Çok önemli sorular bunlar. Bakalım yarın ne olacak?




Dinleniyorsunuz ama Nasıl? Açık İstihbarat



Dinleme teknolojisi anayasal boyutu nedeni ile herkesin aşina olması gereken bir teknoloji. Anayasayı ve yasaları ciddiye almayan bir zihniyetin elinde oluşabilecek zaafları ancak doğru soruları soran bir kamuoyu kapatabilir.


Açık İstihbarat olarak dünyanın bir çok ülkesinde kullanılan belli başlı dinleme platformlarından bir kaç tanesinin teknik dökümanını incelemenize sunuyoruz.


Açık İstihbarat



Dinlenme milli paranoyamız. Minibüs şoföründen, üst düzey şirket yöneticisine kadar herkes "dinleniyorum" endişesi içinde.


Yetkililer; "yasadışı bir şey yapmıyorsanız korkacak bir şey yok" mealinde, anayasal haklardan nasiplenmemiş demeçler verirken, vatandaş, "hattımda bir eko var, kesin dinliyorlar" mealinde teknolojiden nasiplenmemiş analizler yapıyor.


Dinleme teknolojisi anayasal boyutu nedeni ile herkesin aşina olması gereken bir teknoloji. Anayasayı ve yasaları ciddiye almayan bir zihniyetin elinde oluşabilecek zaafları ancak doğru soruları soran bir kamuoyu kapatabilir.


Açık İstihbarat olarak dünyanın bir çok ülkesinde kullanılan belli başlı dinleme platformlarından bir kaç tanesinin teknik dökümanını incelemenize sunuyoruz.


Ericsson ve Siemens dökümanları telefon dinlemeleri ile ilgili. Force 10 dökümanı ise Internet üzerindeki trafiği , trafiğe müdahale etmeden dinleme ve filtreleme yolunda kullanılan bir sistem.


Ericsson Dinleme Yönetim Sistemi (IMS) ile İlgili Üç Sunum











(BBC; Bu sistemin en son İran olayları sırasında; İran'daki bütün telefonların filtrelenmesi ve bloke edilmesi yolunda kullanıldığını belirtiyor.




Kaynak: Açık İstihbarat

28 Haziran 2009 Pazar

Yoksa Erdoğan da mı bilmiyordu? / Fatma Sibel YÜKSEK


Kâğıt parçası? Olayından, ucu nereye varırsa varsın ve nereden kaynaklanmış olursa olsun en büyük zararı Erdoğan-Başbuğ ilişkisinin gördüğü ortada.



AKP hükümeti asker ile en sorunsuz dönemini yaşarken ortaya çıkan bu “kâğıt parçası krizi”, Erdoğan ile Başbuğ’un birlikte tesis ettikleri güven ve diyalog ortamını nereye kadar zedelemeyecek?

Erdoğan da, Başbuğ da bu süreçte doğrusu çok dikkatli davrandılar. Her ikisi de kendi cenahlarından gelen bazı eleştirilere rağmen birbirlerini suçlayan bir üslubun içine girmediler, karşılıklı oluşturdukları güvenin sarsılmasına izin vermediler. Erdoğan, özellikle liberal destekçilerinden gelen “Başbuğ’un etkisinde kaldı” şeklindeki kışkırtıcı eleştiriye rağmen ihtiyatlı mesajlar verdi. Başbuğ da basın toplantısında “Başbakan’ın daha belgenin doğruluğu bilinmeden Şanlıurfa’da TSK’yı suçlayan konuşmalar yapması sizi incitti mi?” şeklinde soru soran gazetecinin tuzağına düşmedi. “Herkesin kendi takdiri” demekle yetindi.

Ancak, “ani bir gece yarısı darbesiyle” askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanabilmesinin önünü açan kanun değişikliği bütün dengeleri altüst edebilecek bir tehlike potansiyeli taşıyor. Olayı sadece yasama prosedürüne uygunluk açısından değerlendiremeyiz. Bu kadar kritik bir konuda, toplum istim üzerindeyken, kurumlar çatışma noktasına gelmişken “Meclis’ten kanun kaçırma” yöntemine başvurmak, yangına körükle gitmekten başka bir şey değildir. İktidar partisinin güncel ihtiyaçlarına göre kanun tanzim etmek Meclis’in çalışma ilkeleri ile bağdaşmaz.

Olayı biliyorsunuz, Meclis Perşembe gecesi çıkardığı yasayla askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açtı. Yasaya göre askerlerin işlediği “Anayasal düzene karşı suçlar” ile “terör” ve “çete” suçları doğrudan özel yetkili sivil savcılıklar tarafından soruşturulacak. Bir torba kanun değişikliği içinde sunulan bu TCK değişikliği ile askerlerin kendi içinde darbe girişimi, cunta veya hükümete karşı eylem planları yapmaları gibi suçlarda yetki sivil yargıya verildi. Üstelik “Sivil yargıya verilen bu yetki, devam eden soruşturma ve davaları da kapsar” şeklinde bir madde eklenerek…

Bu, pratikte şu anlama geliyor:

Son günlerin olay ismi Albay Çiçek ve diğer muvazzaflar artık sivil savcılar tarafından soruşturulacak ve davaları sivil mahkemelerde görülecek. Askeri mahkemelerin yetkileri büyük ölçüde kısıtlanmış oldu.

İktidar partisinin yaptığı bu gece yarısı uyanıklığı kuşkusuz çok tartışılacak. Onlar bu “el çabukluğunu” gerçekleştirirken CHP ve MHP uyuyor muydu, bu ayrı bir soru. Ondan daha önemli olan, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un gece yapılan bu değişiklikten tamamen habersiz bir vaziyette ertesi gün basın toplantısı düzenlemesi; bu basın toplantısında, üstüne basa basa “Yeni delil çıkarsa Albay’ı yine biz yargılarız” demesi, bunu söylerken Askeri Mahkemeler Usulü Kanunu’nu referans göstermesi…

Sorun şu: Demek ki Başbuğ’un gece yarısı yapılan kanun değişikliğinden haberi yoktu!

Sadece Başbuğ’un değil, muhalefet partilerinin, basının, sizin, bizim de haberimiz yoktu... Herkes ertesi gün, Başbuğ’un basın toplantısından saatler sonra uyandı.

Peki, Başbuğ’un Meclis’te yapılan bu işi bilmemesi neden sorun?

Erdoğan’ın kendisini “aldattığını” düşünebilir de onun için sorun…

Çünkü AKP grubu eğer asker ile hükümet arasındaki bu kadar kritik bir konuda hazırlık yapıyor ve Başbakan bundan Genelkurmay Başkanı’nı haberdar etmiyorsa, ortada bir güven sorunu var demektir. Denilebilir ki, “Başbakan’ın parti grubunca yapılan yasama çalışmalarını Genelkurmay Başkanı’na bildirmesi gibi bir zorunluluk, bir teamül yok”

Doğrudur; ancak olaya Erdoğan ile Başbuğ arasında kurulan ve bir süredir sorunsuz devam eden diyalog zemini açısından baktığımızda bu genel doğrunun fazla önemi kalmıyor. Erdoğan’dan böyle bir konuda Başbuğ’u bilgilendirmesi beklenirdi ki en azından Genelkurmay Başkanı basın toplantısında “yasal güncellemelerden bîhaber” konumuna düşmesin.

Tabii eğer AKP grubunda yapılan bu çalışmadan kendisinin haberi varsa…




27 Haziran 2009 Cumartesi

Daha ne desin? / Fatma Sibel YÜKSEK


Şu yaşadığımız ibretlik süreçte askerlerin ciddi, titiz, detaycı ve hukuka bağlı tavırları karşısında güya ?siviller adına? Konuşan militan kesimin sergilediği özensiz, şımarık, çığırından çıkmış ve bilgisiz tavırları hiçbir komplekse kapılmadan birbiriyle karşılaştırmak aslında hepimizin görevi.



Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, güya “demokrasi” adına devletin altına her gün yeni bir dinamit yerleştirenlerin üstün gayretleri sonucu bir kez daha kameraların önüne geçti. Söylediklerini, anladıklarımızı ve izlenimlerimizi paylaşalım:

*Daha önceki basın toplantılarının aksine Başbuğ kamuoyunun karşısına “TSK’nın bütününü yansıtan” bir görüntüyle çıktı. Kuvvet komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve 32 general Başbuğ’a eşlik etti. Başbuğ, konuya sözü hiç uzatmadan girdi ve bir süredir Türkiye’yi meşgul eden olayı, Yargıtay’ın içtihatını da arkasına alarak “hukuken hiçbir değeri olmayan kağıt parçası” diye niteledi.

*Üslubu, önceki toplantılardakinden oldukça sertti. TSK’ya karşı “örgütlü” biçimde ve “medya üzerinden” asimetrik bir psikolojik savaş yürütüldüğü tespitini yaptı. Bu nokta önemlidir. TSK şimdiye kadar olanları biraz da “kendi dışında” görmüş ve TSK’yı bir takım kavgalara karıştırmak isteyenlere karşı “pasif durmakla” eleştirilen bir tavrı tercih etmişti. Geldiğimiz noktada, Ordu’nun bir süredir Türkiye’de olup bitenleri “TSK’ya karşı yürütülen bir savaş” olarak görmeye başladığını anlıyoruz. Bundan sonra safların daha keskinleşmesi riski ortaya çıkacaktır ama meydanı boş bulup teknolojinin imkanlarıyla tertipler düzenleyenlerin karşısına artık muazzam imkanlara sahip olan TSK’nın çıkacak olması toplumun selametinedir.

*Askeri yargı ile sivil yargıyı kafa kafaya tokuşturmaya çalışanlara, askeri yargının da tıpkı sivil yargı kurumları gibi “anayasal” nitelik taşıdığını hatırlattı. Bu açık duruma rağmen, basın toplantısından sonra televizyonlara çıkıp, “Askeri savcının sicil amiri Genelkurmay başkanıdır, bu durumda bağımsız olduğu söylenemez” diye yorum yapanlar oldu. Peki sivil savcının “sicil amiri” kimdir? Adalet Bakanı’nın başkanlık ettiği Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu… Böyle bir tartışmanın kime ne faydası olduğunu anlamak mümkün değil.

*"Ben bunu TSK’nın komutanı olarak söylüyorum" cümlesini tam 3 kez üstüne basa basa söyledi. “TSK demokrasi ve hukuka aykırı davrananları barındırmaz” cümlesini de yine üstüne basa basa tam 4 kez tekrarladı.

*Bir diğer önemli tespit de şuydu: Şimdiye kadar, “darbe yapacaklar!” yaygarası kopararak asker üzerinden siyasi rant sağlamaya çalışanlar, biraz da “darbe karşıtlığı” söyleminin gücünden olsa gerek, psikolojik üstünlüğü hep ellerinde tutmaktaydılar. Başbuğ, bu “mağdurluk oyununun” artık can sıkıcı olmaya başladığını, “Darbe ve muhtıra söyleminde bulunanlar iyi niyetli değildir ve halk artık bu söylemden usanmıştır” şeklindeki cümle ile özetledi.

*Başbuğ’un bu önemli açıklamaları yaptığı dakikalarda hemen yandaki askeri mahkeme binasında, Ergenekon kapsamında tutuklanan Yarbay Mustafa Dönmez’in ilk duruşması yapılıyordu. Başbuğ’un adını yanlışlıkla “Ali Dönmez” olarak telaffuz ettiği Mustafa Dönmez, “Zir vadisi Ergenekon düğümünü çözecek. Silahları polis gömdü” dedi ve Albay Çiçek’e uygulanan prosedürün kendisine de uygulanmasını talep etti.

*TSK ile Emniyet arasında bir sorun yaşandığı giderek daha net su yüzüne çıkıyor. Başbuğ, daha önceki basın toplantısında da gömülü silahlar konusunda Emniyet’i adres göstermişti. Dün, Emniyet’e daha açık eleştiriler yöneltti. Emniyet Kriminal Dairesi’nin Albay Çıçek’in imzası üzerinde hazırladığı 20 Haziran tarihli raporun 22 Haziran’da 4 gazetenin manşetine aynen yansımasını sorguladı.

*Gerçek olmayan belgenin kimler tarafından ne amaçla hazırlandığı konusunda askeri savcılığın verdiği görevsizlik kararını da yorumladı: Kovuşturmaya yer olmadığı kararı, askeri savcılığın Albay’ın imzası konusundaki kararının sivil savcılıkça sil baştan ele alınacağı anlamına gelmiyordu. TSK, sivil yargıdan bu kağıdın kimler tarafından ne amaçla hazırlandığının bulunmasını istiyordu. Top artık sivil yargıdaydı…

*"Başbuğ’un açıklamaları tatmin edici olmadı” diyenleri yanıtlayan cümle ise şuydu: “Bu konuyu, önümüzdeki hafta yapılacak MGK toplantısına getireceğiz”. Demek ki TSK temsilcileri, konuyu MGK toplantısına “kamuoyu ile paylaşamadıkları” boyutuyla birlikte getirecekler. Orada neler konuşulacağını bilmeden, “Başbuğ tatmin edemedi” şeklinde yorumlar yapmak için erken gibi görünüyor. Ancak, “Ne yapacağımızı bütün Türkiye görecek” şeklindeki yaklaşımın halen biraz havada kaldığı eleştirisi de doğru.

*Ve basın toplantısının en önemli cümlesi: “Hukuka aykırı hareket edenleri barındırmayız ama dedikodu ve iftirayla cadı avı da yapmayız.”

Konuya ilişkin tartışmalar muhtemelen hafta sonunda da sürecek.




26 Haziran 2009 Cuma

Sorular, sorular? - Fatma Sibel YÜKSEK


Önceki gün öğleden sonra Genelkurmay Askeri Savcılığı'ndan yapılan açıklamayla birlikte öyle hareketli bir 48 saat yaşandı ki, insan süreci neresinden yakalayıp da anlatmaya (ve anlamaya) başlayacağını şaşırıyor.



En iyisi başlıklar halinde gitmek:

ASKERİ SAVCILIK NE DEMİŞ OLDU? Bir kere, askeri makamların yürüttüğü soruşturmayı “olayın üstünü örtmek” şeklinde değerlendirenler tamamen haksızdır. Askeri yargı tarihinin en kısa süreli, en detaylı ve en net soruşturmasının yapıldığı anlaşılıyor. “İmza Albay’a ait, ancak hukuk, belgenin aslını görmeden hükme varamaz. Böyle bir belgenin de aslı ortada yok” şeklinde özetlenebilecek bir kararın tartışılacak hiçbir tarafı bulunmuyor. “Fotokopiyi” gerçek belgeymiş gibi kabul edip hüküm verilmesini isteyenler tartışmayı sürdürüyor ancak, bu yaklaşımın herhangi bir hukuki temeli yok. Yaş imzayı görmeden karar tesis edilmesi mümkün değil. “Verin o albayı asalım” diye yaygara yaparak ortalığı Western filmine çevirenlerin yapabileceği bir tek şey var: Belgenin aslını bulup getirecek; ondan sonra konuşacaklar.

TARTIŞMA BİTTİ Mİ?: Aslında belge bazında hukuken bitti; ancak ortaya hem hukuken, hem siyaseten öyle karmaşık bir tablo çıktı ki, bu tartışmalara daha yıllarca devam edeceğimiz anlaşılıyor. Örneğin, açıklamadaki “Belge, Genelkurmay Karargâhında hazırlanmamıştır” ifadesi tam olarak ne anlama geliyor? Genelkurmay Karargâhında hazırlanmayan bir belge, aynı zamanda örneğin Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargahı’nda da hazırlanmamıştır anlamına da geliyor mu? “TSK’da hazırlanmamıştır” demek yerine neden “Genelkurmay Karargâhı” şeklinde vurgu yapıldı? Başka sorular da var… İmza olayına el atan askeri savcılık, Ergenekon kapsamında gözaltına alınan ve tutuklanan diğer muvazzaf personel hakkında neden harekete geçmedi? Bu kişilerin sorgu ve soruşturması neden sivil savcılıklarca yapıldı? Bu durumun istisnalarından olan tutuklu Yarbay Mustafa Dönmez hakkında verilen karar ne anlama geliyor? Yani, Dönmez’i silahları bulundurmak ve kroki çizmekten sorumlu bularak iddianame hazırlayan askeri savcılık, Dönmez’i var olduğu iddia edilen Ergenekon örgütü ile irtibatlandırıyor mu yoksa Yarbay’ın faaliyetlerini “kişisel” amaçlı mı değerlendiriyor? Askeri savcılık soruşturmayı “Ergenekon” adlı bir terör örgütü ile ilişkilendirmez, buna karşılık sivil savcılık aynı kişilerin “terör örgütünden” yargılanmasını talep ederse, ortaya çıkan hukuki karmaşa nasıl çözülecek? Aynı şekilde, belge konusunda sivil savcılık, askeri savcılığın aksine kovuşturma kararı verirse bu iş hangi uyuşmazlık mahkemesinde çözülecek?

DENİZ BAYKAL NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?: Deniz Baykal’ın son günlerde TSK ile CHP arasına mesafe koymaya yönelik tavır, davranış ve açıklamaları ne anlama geliyor? Taha Kıvanç’ı müthiş bir şekilde işkillendirmiş olan “Darbeciler yargılansın, İlker Başbuğ istifa etsin” gibi açıklamaların amaç ve hedefi ne olabilir? Taha Kıvanç ve şürekâsının şüphelendiği gibi acaba Baykal, Ağustos ayında toplanacak Yüksek Askeri Şura’ya müdahale etmeye, ordunun komuta kademesini belirli amaçlar doğrultusunda belirlemeye mi çalışıyor? Peki, AKP’nin “darbe” konusundaki samimiyetini test etmeyi ve bu konuda sürekli mağduru oynayarak siyasi rant elde etmesini açığa çıkarmayı amaçlıyor olamaz mı? Sahi AKP neden, yasama çoğunluğu elinde olduğu halde, TSK İç Hizmet Kanunu’nun darbelere kaynaklık yapan meşhur 35. maddesini bir türlü kaldırmıyor? Bu konuyu sürekli gündemde tutup gereğini yapmamak tavrından nasıl bir siyasi beklentisi var? Baykal’ın söylemeye çalıştığı gibi, elinin altındaki 12 Eylül darbecilerini yargılamak varken, neden AKP muhalifleri, gazeteciler, eski rektörler vs. ile zaman harcanıyor?

TAYYİP ERDOĞAN NE YAPACAK? Askeri savcılığın kararından sonra “Genelkurmay üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdi, sonucu bekleyelim” diyen ve İlker Başbuğ’a ikna olmuş görünen Başbakan Erdoğan şimdi ne yapacak? “Belgenin sahte olduğu ortaya çıkmıştır, sıra bu tertibi yapanları bulmakta” mı diyecek, yoksa “Askeri savcılığın soruşturması tatmin etmedi, bir de sivil savcılık baksın” tavrına mı girecek? AKP’nin zaten bir suç duyurusu var. Bu suç duyurusuna askeri savcılık sanki hiç karar vermemiş gibi devam mı edilecek, yoksa suç duyurusu geri mi çekilecek? Başka bir şekilde soracak olursak, AKP’nin suç duyurusu, Albay Çiçek’in yargılanmasını mı, yoksa sahte belgelerle ortalığı karıştıranların bulunup cezalandırılmasını mı talep ediyor?

İLKER BAŞBUĞ NE YAPACAK? “Belge TSK’ya ait çıkmazsa ne yapacağımızı bütün Türkiye görecek” diyen Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un bu tavrı, askeri savcılığın “belgenin kim tarafından ne amaçla sızdırıldığının araştırılması bizim işimiz değildir” şeklindeki “görevsizlik” kararıyla birlikte boşa düşmüş olmadı mı? Ne yani, Genelkurmay Başkanı, “Ne yapacağımızı göreceksiniz” derken, sivil yargıya müracaat etmekten mi bahsediyordu? Bunu ilk günde de yapabilirdi ve “Ne yapacağımızı göreceksiniz” gibi gizemli bir üslûba hiç gerek yoktu. Başbuğ’un ne yapmayı düşündüğünü bugün düzenleyeceği basın toplantısında öğrenebileceğiz…




AKP'ye Somut "One Minute" Önerisi - Açık İstihbarat


AKP'nin bu tarz çıkışların arkasını getirmesi seçmen nezdindeki inandırıcılığı açısından önemli. Yabancı devletler ve figürlerine karşı gerçekleştirilen "one minute" çıkışlarının somut icraatlarla pekişmesi gerekiyor.

Yoksa; bugün "one minute" çıkışı yapanların daha önceleri askerinin başına çuval geçirenlere nota verilmesi talebini "o nota müzik notası değil" şeklinde "esprili" cevaplarla geçiştirdikleri unutulmadı.


AKP'ye örnek olması açısından İsrail'in ABD'ye ; Türkiye'nin de "ortak" olduğu F-35 projesi ile ilgili ne tür özel dayatmaları olduğunu gösterebiliriz.



Açık İstihbarat




Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki "one minute" çıkışı bir çok konuda olduğu gibi ülkeyi ortadan ikiye böldü. Kimileri bu çıkışı "kahramanlık", kimileri "şov" olarak nitelendirdi.


Bütün tartışmalara rağmen ülkemizin yakın siyasi tarihine hakim olan en önemli kurallardan biri değişmedi. Bu kuralı :


"İsrail'le yaşanan her gerilim sonrasında İsrail'e yüklü ihaleler verilir"


şeklinde özetleyebiliriz.


"One minute" çıkışının ardından çok geçmeden Suriye sınırının mayın temizleme bahanesi ile İsrail'in kullanımına açılması tartışmaları bu kuralın geçerliliğini koruduğunu gösterdi.


Tayyip Erdoğan'ın "one minute" çıkışı bir çok icraatı gibi zeminsiz kaldı.


AKP'nin bu tarz çıkışların arkasını getirmesi seçmen nezdindeki inandırıcılığı açısından önemli. Yabancı devletler ve figürlerine karşı gerçekleştirilen "one minute" çıkışlarının somut icraatlarla pekişmesi gerekiyor. Yoksa; bugün "one minute" çıkışı yapanların daha önceleri askerinin başına çuval geçirenlere nota verilmesi talebini "o nota müzik notası değil" şeklinde "esprili" cevaplarla geçiştirdikleri unutulmadı.


AKP'ye örnek olması açısından İsrail'in ABD'ye ; Türkiye'nin de "ortak" olduğu F-35 projesi ile ilgili ne tür özel dayatmaları olduğunu gösterebiliriz.


Jerusalem Post gazetesinde yeralan haberlere göre; İsrail'in taleplerine olumlu cevap veren ABD yönetimi ile İsrail arasında F-35 uçakları ile ilgili anlaşmanın imzalanmasında son noktaya gelindi.


İsrail'in geleceğin avcı ve bombardıman uçağı olarak gösterilen ve farklı derecelerde projeye dahil olacak bir uluslararası konsorsiyum modeli ile üretilecek F-35 uçağı ile ilgili talepleri üç alanda yoğunlaşıyor.


1) İsrail'in milli elektronik sistemlerinin uçağa monte edilmesi

2) İsrail'in milli iletişim sistemlerinin uçağa monte edilmesi

3) Bir teknik veya yapısal sorun durumunda uçağın bakımının İsrail Hava Kuvvetleri tarafından yapılabilmesi.


Özellikle üçüncü madde; F-35 uçağının üye ülkeleri ABD'ye bağımlı kılan lojistik sistemi gözönüne alındığında önemli.


Bu uçakta; uçağın ihtiyacı olan yedek parçaları ve her türlü aksamı otomatik olarak tespit edip merkezi bir sistem ile bağlantılı olarak gerekli tedarik süreçlerini koordine eden dolayısı ile her F-35 uçağının merkezi bir sistemden izlenmesini mümkün kılan özel bir lojistik sistemi bulunuyor.


İsrail bu noktada ABD'ye "one minute" diyor ve bir savaş durumunda yaşanacak sorunları tek başına ve hızlı bir şekilde halletmek yeteneğine sahip olmak istiyor.


İsrail'in ABD'ye "one minute" dediği bir diğer alan ise özel elektronik ve iletişim sistemlerinin F-35 uçaklarına entegrasyonu.


ABD'nin uçaktaki üst düzey gizlilik derecesine sahip teknolojilerin deşifre olmasına yönelik korkuları ise İsrail tarafından kendi sistemlerinin uçağa yüklenmesi için uçağın ana sisteminin bypass edileceği bir yöntem bulunarak bypass edildi.


İsrail ilk aşamada 25 tane F-35 almayı planlıyor ve bu alımı yapmadan önce kendi milli öncelikleri ve çıkarları için ABD'ye "one minute" demekten çekinmiyor.


Türkiye'nin F-35 uçaklarını ise hangi şartlarda alacağı, bu uçakların savunma stratejilerimiz ile ne kadar uyumlu olduğu ve bu uçakların kullanımında ne kadar bağımsız olacağı ise Türkiye'de tek satır tartışılmadı.


İsrail'in ABD'ye en hassas konuda koyduğu "one minute" tavrının, İsrail'e "one minute" diyenlere örnek olmasını diliyoruz.


Kaynak: Açık İstihbarat


25 Haziran 2009 Perşembe

Fotokopi Darbesi : TSK FG ile Masaya Oturacak mı? - Meyyal Uygur


15 gündür içerde-dışarıda çok önemli gelişmeler yaşanır, birtakım planlar sessiz-sedasız yürütülürken, ülkenin tüm gündemini işgal eden 4 sayfalık “fotokopi darbesin”de gelinen nokta, tam anlamıyla Ağa ile Seyis’in hikayesine benzemedi mi?..


O halde biz de soralım,


“O kağıt neden yayınlandı?..Bizler bu kağıdı çiğnerken, kim ne yedi?..Burada Ağa-Seyis, kazanan-kaybeden kim?”


…Sorularımızın cevabını bulmak için o fotokopiye göre, AKP ve Gülen cemaatine karşı planlanan “tezgahları” maddeleştirelim:

-Ergenekon tutuklusu TSK personelinin masum olduğu, irticayla mücadele ettikleri için iftiraya uğradıkları şeklinde haberler yaptırılacak.

-Işık Evleri’nde, silah ve mühimmat bulunması sağlanacak. Evlere, Alevi düşmanlığını körükleyecek bilgi ve belgeler bırakılacak.

-PKK ve Gülen cemaati arasında bağ olduğunu gösteren haberler hazırlanacak.

-FG’cilerin ABD güdümünde hareket ettiği ve Ilımlı İslam için çalıştıkları dile getirilecek, ayrıca Yahudilik, CIA, MOSSAD, Moon Tarikatı, Humeyni vb ile irtibatlı gösterilecek.

- AKP’de ciddi bölünmeler yaşanıyormuş havası verilecek.

-Dost medyada, irticai grupların iç yüzünü gösteren propaganda çalışmaları yürütülecek.

-Millete, ekonomik kriz varken AKP’lilerin lüks içinde yaşadığı, bunun İslam’la bağdaşmadığı, halk adamı imajının gerçeği yansıtmadığı anlatılacak.

-Ermenistan ve Yunanistan’la ilgili, kamuoyunda tepki uyandıracak haberler gündemde tutulup, milliyetçi partilerin büyümesi sağlanacak.

-T.C.’nin yıkılmasının önündeki tek engel olarak görüldüğü için TSK’nın yıpratılmak istendiği vurgulanacak.

-Geniş yankı uyandıran ses kayıtlarının, bilgi kirliliği yaratmak üzere irticacılar tarafından yayınlandığı gösterilecek.


En Doğruya Bile İnanmayacağız

Sadece milli ve ulusal kesimler değil, samimi-milli Müslümanlar da (Anlaşılan Erbakan, Numan Kurtulmuş, Mehmet Şevket Eygi gibi isimler de yıllardır darbe planlarının içindeymiş) zaten böyle düşünüyor, bunlara inanıyor ve her gün bunları anlatmaya çalışmıyor mu? Hele “Ergenekon” konusunda hemen herkesin kafasında muazzam tereddütler oluşmadı mı? Peki bundan sonra ne olacak? İşte burada o fotokopinin “faziletlerini” göreceğiz. “Demek ki, TSK psikolojik operasyon yürütüyormuş” düşüncesiyle meselâ şöyle davranacağız;

-Ergenekon’la ilgili düşüncelerimizi yeniden gözden geçireceğiz.

-Velev ki Işık Evlerinde silah, bazı belgeler bulunsa “komplo” deyip, geçeceğiz.

-Erbil’de “Kürt Konferansı” düzenlemiş, “Kürt sorununa” malum çözümü savunanların en büyük bölümü gazetelerinde köşe tutmuş olsa bile FG cemaatinin PKK-Barzani paraleli açılım bombardımanlarından şüphe duymayacağız.

-Yurda dönmesi mümkünken ABD’de oturmaya devam eden FG’nin, gerçekten sadece sağlık sebepleriyle gelemediğine, keza ABD, Avrupa başta dünyanın her tarafındaki faaliyetlerini tek başına yürüttüğüne inanacağız.

-Davos’taki “one minute” krizinden önce AKP’den ayrılıp, Saadet’e geçmeyi düşünen 10-15 milletvekiliyle, Mayın Yasası’na karşı çıkan, hatta bir deklarasyon yayınlamayı planlayan milletvekilleri kendilerini TSK’nın provoke ettiğini inanıp, hareketsiz kalacak.

-Bundan sonra değil medya haberleri, kendi gözümüzle görsek bile irticai faaliyetleri hiçbir şekilde ciddiye almayacağız, birileri de istediği gibi at koşturacak.

-4x4 jeepleri, marka giysileri, koca taşlı yüzükleri, uçak filolarını, ihale yağmalarını, 7 yıldızlı, geceliği 20 bin Dolarlık otellerde tatilleri “rüya” addedeceğiz.

-Ermenistan, Yunanistan’ın tüm isteklerinin yapılmasını “açılım” sayacak, hatta Barzani Kürdistan’ın tanınmasını alkışlayacağız. Aksi halde TSK’nın tuzağına düşmüş olacağız.

-TSK başta olmak üzere, sivil Anayasa ile sivil darbe yapılıp, T.C.’nin ortadan kaldırılmasına karşı çıkanları, “AKP ve Gülen Cemaatini devirmek isteyenler” diye ilan edeceğiz.

-AKP ve FG’ye karşı mücadele ettikleri öne sürüldüğü halde, Ergenekon belgelerinde (!) de görüldüğü gibi, bu “salakların”, onları değil, birbirlerini dinleyip-izlediğini, sonra da bunları internet ortamında yayınladığını kesinlikle bileceğiz.

Hâsılı kafayı yiyeceğiz!..


İnanmıyor musunuz?


Soros’un Temsilcisi Mensur Akgün boşuna mı,


“Ok yaydan çıktı. İmza gerçekten sahte olsa bile, askerin siyaset üstünde etkili olabilmesine, bundan sonra gazetecileri ve yazarları andıçlayabilmesine, Gülen Cemaati’nde silah buldurmasına, fabrikasyon haberlerle kamuoyunu yönlendirebilmesine imkan yok. Hatta haberler gerçek olsa dahi, inandırıcılıkları olmayacak, çok az insan doğruluğuna inanacak…”


diyor.

Haksız mı?


Baksanıza, “İran Yeşil Devrimi”ne alkış tutanlar nasıl da, “Cumhuriyet mitinglerine katılım azaldı” bayramı yapıyor, bazı Alevi temsilcilerine, “Kirli tezgahı gördük, bizi sokağa çekemezler” dedirtiyor, onların izni, bilgi ve kontrolü dışındaki hak arama, sivil toplum faaliyetlerini giderek durma noktasına getiriyorlar!..


Diyeceğim o ki, TSK’yla birlikte milletin refleksleri de yok ediliyor!..


Ama ümitsizliğe düşmeyelim. Bu hengame arasında cephemize iki önemli katılım oldu.


Biri Fehmi Koru/Taha Kıvanç. Geçenlerde “IMF’siz olmaz” diyen TÜSİAD’a çatarken, “Vergi özerkliği istiyormuş IMF ha; düzden ‘Duyûn-u umumiye istiyorum’ deseydi bari!..” sözcüklerini yazıverdi. Bak sen şu “Sevr Paranoyacısı”na!..


İkinci katılımcımız Strazburg ve Dublin’den. Çeşitli ülkelerin Avrupa Parlamentosu’ndaki 55 milletvekili,


“AB ve federalizm karşıtı bir grup” oluşturdu. Bu oluşum,


“Ulusal değer ve menfaatlere öncelik verme, toplumun temelini aile ve ulus kavramının oluşturduğunu savunma ve ulusal hükümranlığı ön plana çıkarıp, AB Projesi’ni reddetme”


kararı aldı. Aslan gibi bir diğer müttefikimiz, AB üyesi İrlanda. Geçen yıl AB Anayasasını reddeden İrlandalılar, Brüksel’den, “kürtaj, askeri tarafsızlık ve vergi konularında Dublin’in yetkilerinin Brüksel’e devredilmemesi” güvencesi kopardıktan sonra ikinci kez referanduma gitmeyi kabul ettiler.


Yoksa TSK sadece AKP-FG değil, Avrupa Parlamentosu ve İrlanda üzerinde de mi çalışıyor?

Ulusal Güvenlik ve Psikolojik Savaş Soros’culara Teslim

Fotokopinin bir diğer “fazileti”ne geçelim.


Tartışmalar sayesinde TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi, yani “TSK’nin Cumhuriyeti koruma, kollama görevinin” ortadan kaldırılması (Cumhuriyet, demokrasi denilen bu ucubeye kurban olsun, değil mi efendim) arzusunun faş edildiğini yazmıştım.


Devamı da geldi.


Askeri yargının ortadan kaldırılması, Genelkurmay Başkanının Milli Savunma Bakanına bağlanması, MGK’nın Anayasal bir organ olmaktan çıkarılması (sanki bir hükmü var) ve ne halt ederlerse etsinler siyasi partilerin kesinlikle kapatılmaması!..


Tam da bugünlerde yapılan “12 Eylül’den AB’ye Siyasi Partiler” konulu FG-Abant Platformu’ndaki konuşmaları ve sonuç bildirisini takip ettiniz mi?..


Ama en “faziletli bombayı” 6 yıl boyunca ABD’den TSK’ya esip, gürleyen, Emniyet Genel Müdürlüğü, hakkında suç duyurusunda bulunduğu halde Taraf ve Todays Zaman’da ahkam kesmeyi sürdüren ABD merkezli Jamestown Vakfı analisti Emrullah/Emre Uslu adlı polis patlattı.


“Asker ve iktidar arasındaki kriz nasıl çözülür?” konusunda tavsiyelerde bulunan polis kardeşimizin, nelerin yapılmasını uygun gördüğünü özetleyeyim:

“Belge orijinal veya değil. Temel mesele bu problemin tekrarlanmasını engellemektir. Politik gözlemci ve aktörlerin, TSK’nın mantalitesini değiştirmesi ve buna yönelik hareket etmesine ihtiyaç var. İlk adım, psikolojik savaş konseptinin değiştirilmesidir. Zira güvenlik güçleri, Kürtler, Aleviler, azınlıklar, dini örgütler gibi toplum kesimlerine yönelik olarak, ulusal güvenlik tehdidi ve kamu güvenliği adına çeşitli psikolojik savaş yürütüyor. Bunların yasal tanımı ve sınırları belirlenmeli… İkinci adım, psikolojik savaşın tanımının yapılıp, ne zaman ve hangi şartlarda yapılabileceğinin belirlenmesidir. Ayrıca psikolojik savaş kaynaklarının sınırlandırılması, kayıt altına alınması ve bunların sivil veya kurumlararası bir mekanizma tarafından kontrolü, vergi mükelleflerinin parasının doğru kullanılıp, kullanılmadığının takibi gerekiyor…Üçüncü adım, geçmişte ve yakın dönemde Türk vatandaşlarına karşı nerede, ne çeşit psikolojik savaş operasyonlarının yürütüldüğünün araştırılmasıdır…4. adım, çıkarılacak bir yasa ile psikolojik savaş operasyonlarının nerede, ne zaman ve hangi kurumlar tarafından yürütüleceğinin belirlenmesidir. TSK sadece Türkiye bir diğer ülke ile savaş halindeyse psikolojik savaş yapmalı, eğer yasadışı Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’ya karşı bir savaş yürütmek gerekiyorsa, bunun TSK eliyle yapılmaması sağlanmalıdır

(Çünkü PKK’ya karşı savaş, uluslararası hukukta bir savaş olarak telakki edilmemektedir)…”

Değerli Dostlar, bu polis memurunun dillendirdiği tam olarak AB’nin yıllardır istediği;

-MGK Kanunu’nun 2a maddesinde yer alan,


“Milli Güvenlik; Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması”


tanımının içinin boşaltılmasıdır.


-İktidarın “fotokopi” hengamesi arasında TBMM’ye sevk ettiği tasarıyla kurulması planlanan “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı”nın gerçek hedefinin ifşasıdır.

Türkçesi, TSK’nın PKK’yla bile mücadele edemez hale getirilmesi, iç ve dış güvenlikle ilgili psikolojik savaşın,


“İhsan Dağı, Cengiz Çandar, Mümtazer Türköne, Ali Bayramoğlu, Marc Parris, Graham Fuller, Henry Barkey, David L. Phillips”


gibi bu teşkilatta “sözleşmeli” çalıştırılabilecek yerli, yabancı, sivil unsurlarla yürütülmesi, yani kediye ciğer teslim edilmesidir!..Bizatihi, Holivud’un, Batı istihbarat örgütlerinin psikolojik savaş yöntemleriyle teslim alınanların, Türkiye’nin mevcut ulusal güvenlik konsepti ve olmayan psikolojik savaşına karşı çıkıp, bu konuda söz sahibi yapılması, yıllardır maruz kaldığımız saldırıların “vız” noktasıdır!..


Birileri meydanı boş bulup, Türk Milleti üstünde istediği gibi tepinecek, ama ülkenin kurumları seyredecek, hatta tepelemeye yardım edecek.

Malum “STÖ” faaliyetlerine eğer Putin gibi, “dur” diyecek bir babayiğit çıkmazsa;

-Türkler, Silivri veya, “evlerinden dışarı çıkmama”dan birini seçecek.

-Birileri kendi “Ergenekon” yapılanmasını tamamlayacak.

-MGK belki de son toplantısında, “Atatürkçülük, milliyetçilik, ulusalcılığı” birinci tehdit sayacak.

TSK, FG İle Masaya mı Oturacak?

Tüm bu tespitlerden sonra yeniden “fotokopinin faziletlerine” dönelim.


O plan kimi “bitiriyor”?


FG Cemaatini, AKP’yi mi, yoksa TSK ve Türk Milleti’ni mi?..


Askeri darbelerin önü tamamen kapatıldı da, acaba başka darbelerin önü tamamen açılmadı mı?..


Peki Türkiye’nin bu hali kimlerin işini kolaylaştırıyor?


“Fotokopi” ABD’nin Sesi Taraf’ta yayınlanmıştı değil mi?..


Ne tesadüf, Pentagon, “siber alemin güvenliğini” sağlamak amacıyla yepyeni bir askeri komutanlık kurdu. Bu komutanlık, bilgisayar korsanlarının Pentagon’a taarruzlarını önlemenin yanı sıra, “siber alemde karşı operasyonlar yapacak”mış.

Dağlıca ve Aktütün saldırılarında, Taraf çeşitli sahte belge ve görüntüler yayınladı. Beraberinde TSK’ya rağmen Dağlıca’nın ardından Talabani, kırmızı halı serilerek, Çankaya Köşkü’ne davet edildi. Aktütün’den sonra da Barzani ile masaya oturuldu. Şimdilerde PKK/DTP ile masaya oturmanın vesileleri hazırlanıyor.


Peki bu son büyük saldırıdan sonra ne beklenebilir?


Cemaate çok yakın Nasuhi Güngör,


“Eğer birilerini düşman ilan etmişseniz, gün gelir pazarlığa oturursunuz. Göreceksiniz, Türkiye’nin yakın geleceğinde bu pazarlığı ve karşılıklı atılan adımları izleyeceğiz” diyerek, TSK ve FG’nin “pazarlığa oturacağını” iddia ettiğine göre, bir bildiği var.


İyi ama Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ, “Belge sahte çıkarsa, ne yapacağımızı görürsünüz” demişti.


Ya, kritik zamanların, kritik ismi Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, Ba’de harabu’l-Basra’dan sonra söyledikleri;


“Fotokopi üzerinden değerlendirme yapamazsınız. Bunun delil değeri bile yoktur. Ben bu tür olaylara hep hukuki bakarım. Ortada bilgi kirliliği var”!..


Çok güzel de, hukukçu bir Başbakan Yardımcısı olarak ilk günden böyle yapıp, Başbakanı Şanlıurfa’da frenlemesi, hadi olmadı, AKP Savcılığa suç duyurusunda bulunurken durdurması gerekmez miydi?..

Maksat büyük ölçüde hasıl oldu. Kartlar karıldı, ittifaklar yeniden belirlendi. Bundan sonrasının “ateşkes” mi, “pazarlık” mı, “son hesaplaşma”mı olacağını Gül, Erdoğan, Başbuğ cepheleri ve bu cephelerin, “Kürdistan, İran, Afganistan ve Pakistan” tercihleri belirleyecek.

Her halükarda “yakası” yırtılan “Hacı Bekir”, yani Türk Milleti ve T.C. olacak!..


Kaynak: Meyyal Uygur - Açık İstihbarat


Belge olayı çirkin bir hal almaya başladı / Fatma Sibel YÜKSEK



Taraf'ın ?belge? haberi ileride gazetecilik okullarında ?bir taşla kaç kuş vurulabileceği? ve bir ülkeyi dizayn etmek isteyenlerin medyayı ne kadar etkin bir mecra olarak kullanabildiklerini göstermesi açısından ders olarak okutulmalıdır.



Askeri ve sivil yargının yürüttüğü soruşturmayı beklemeye gerek duymayan ve kendisini “darbe karşıtı-demokrat” diye tanımlayan kerameti kendinden menkûl bir kesim, hükmü oluşturdu bile. Giderek artan bir agresiflikle TSK’dan hesap sorulmasını istiyorlar. İstanbul Savcılığı’ndan sonra İçişler Bakanı Beşir Atalay’ın da “Polisteki belge fotokopi” açıklaması yapması, kendi kendilerine darağacı kuranları durdurmaya yetmedi.

Belgenin “fotokopi” olması ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor: Üzerinde ıslak imza olan bir kâğıt kimsenin elinde mevcut değil, bu da imza gerçek bile olsa kopyalanıp başka bir metnin altına yerleştirilebilir anlamına geliyor. İşin bu önemli boyutunu görmezden gelerek “İmza Albay’a ait” diye bağrışanlar, “O Albay’ı verin” şeklinde manşetler bile attılar. Korkunç bir durum bu; resmen “asalım, asalım!” psikolojisi. Böyle bir cadı kazanından demokrasi falan çıkmaz.

Olayın başka boyutları da var. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, İlker Başbuğ’un istifa etmesini söylediği yönündeki haberleri önce yalanladı, sonra da bu sözleri teyit eden bazı değerlendirmeler yaptı. Söylediği şu:

“Eğer böyle bir belge emir komuta zinciri içinde hazırlanmışsa, Genelkurmay Başkanı da dahil olmak üzere birileri hesap vermelidir.”

Baykal’ın bu yaklaşımı Ankara’da kafaları bir hayli karıştırdı. Belge olayına İlker Başbuğ’u da bulaştırmak ve “Hazır elimiz değmişken TSK’yı toptan silkeleyelim” diye düşünenler bile “Aman dikkat edelim, tuzağa düşmeyelim… Baykal, Başbuğ’un istifasını istediğine göre başka bir planın peşindedir” şeklinde teyakkuza geçtiler.

İşte işler bu noktada biraz daha çirkinleşmeye başladı. Ankara’da birileri ellerine TSK komuta kademesinin listesini alıp “kim giderse kim gelir” hesabı yapmaya başladı. Vardıkları sonuç şu:

Ağustos ayındaki Yüksek Askeri Şûra’da Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Metin Ataç, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ergun Saygun’un emekliye ayrılmaları kesin. Bu durumda, Saygun’un yerine Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız gelecek. 9 korgeneral ise Saygun’dan boşalacak orgenerallik rütbesi için yarışacak. Bu durumda, İlker Başbuğ emekli edilirse Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner, Genelkurmay Başkanı, Ergun Saygun da Kara Kuvvetleri Komutanı olur…

Peki ne olurmuş Işık Koşaner Genelkurmay Başkanlığı’na, Saygun da Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilirse?

Bu noktada Saygun’un kendilerince “siciline” el atıp diyorlar ki; “27 Nisan bildirisini yazan, Büyükanıt değil Ergun Saygun’dur. (nereden biliyorlarsa?). Demek ki ‘darbeciler’ Saygun’u Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirmek istiyorlar!”

Olayın getirildiği şu çirkinliğe bakar mısınız? Üç tane köşe yazarı oturmuş TSK yönetimindeki subayların sicilini tutuyor. Kim “darbe planları” yapıyor, kim “darbecilere direniyor” diye kâğıt üzerinde atıp tutuyorlar, generalleri yaftalıyorlar, TSK’nın teamüllerini ve yasaları hiçe sayarak kendi kafalarına göre kumdan kaleler oluşturuyorlar.

Oldu olacak Yüksek Askeri Şûra’yı da lağvedip köşe yazarlarından müerekkep bir heyet oluşturalım, TSK’daki tayin ve terfilere bu heyet karar versin…

Hani “demokrasi” istiyoruz ya…

yazan :Fatma Sibel YÜKSEK

Kaynak:http://www.kentgazetesi.com/habergoster.aspx?id=5669

Medyadan Bir 28 Şubat Klasiği: “Size Teslim Olmaya, Emirlerinizi Almaya Geldim”


Bu sözler, TGRT Televizyonu ve Türkiye gazetesinin sahibi Enver Ören’e ait. Ören, bağlılık bildirmek için gittiği Genelkurmay’da Çevik Bir’e böyle söylemiş…

Bugünlerde “darbe karşıtı” şablon söylemlerle dikkat çeken Türkiye gazetesinin sahibi Enver Ören, ziyaret sırasında öyle heyecanlanmış ki, iç dolu bir su sürahisine çarpıp Erol Özkasnak’ın ıslanmasına bile neden olmuş.

Sebahattin Önkibar’dan medya tarihine geçecek bir itiraf…



Yeniçağ gazetesi yazarı Sebahattin Önkibar, bugün köşesinde olayı şöyle anlattı:

“Habertürk TV’de merhum Yalçın Özer’i gazetesinden Demirel’in kovdurttuğu iddiasında bulunanFehmi Koru doğru söylemiyor ve 9. Cumhurbaşkanına kinini kusuyor.

Olayın içinde olan biri olarak gerçek şudur: 28 Şubat sürecinde İhlas Grubu da yakın izlenmedeydi.

Bendeniz Mehmet Ağar’ı araya sokarak Çevik Bir’den randevu aldım.

Randevuya Enver Ören’le beraber gittik...

Enver Bey Genelkurmay’da “Size teslim olmaya ve emirlerinizi almaya geldim” dedi.

Bu arada Enver Bey dolu sürahiye çarptı, sürahi yere düştü ve Erol Özkasnak bir miktar ıslandı.

Çevik Paşa bir müddet sonra “Sizden hiç bir ricam yok; sadece Yalçın Özer bizi Emniyet’le kokutmasın, polisle bizi mukayese etmesin. Onların da silahı var demesin yeter” dedi.

Enver Ören bunun üzerine; “Mesajımı aldım, Yalçın Özer bittiii” dedi.

Çevik Paşa “Hayır ikaz edin yeter” dedi...

Görüşmenin yapıldığı akşam Yalçın Özer’in yazıları anında kesildi ve Merhum Özer, Enver Bey’in bu tutumu nedeniyle bir süre sonra kahrından öldü.

Ören de utancından Yalçın Bey’in cenazesine bile katılamadı.

Yani işin içinde Demirel falan hiç olmadı...

Bu arada Enver Bey emekli olduktan sonra Çevik Bir’e İhlas’ın genel koordinatörlüğünü teklif etti ama Çevik Paşa kabul etmedi.

Durum bu iken Fehmi Koru’nun olmayan şeyleri olmuş gibi dillendirmesi onun hakkında var olan hükmümün doğruluğunu teyid etmiş oldu.”

Kaynak: Açık İstihbarat

24 Haziran 2009 Çarşamba

İsrail'in Alışveriş Merkezlerindeki İstihbarat Faaliyetleri


Açık İstihbarat


İsrailli genç ajanların askeri personele Ölü Deniz kaynaklı kozmetik ürünleri satışı bahanesi ile yaklaştıkları ve bu askerlere nerede konuşlandıkları, ne tarz iş yaptıkları gibi sorular sordukları belirtiliyor. ....


Alışveriş merkezlerinde İsrail tarafından işletilen standlardaki paravan satış faaliyetlerinin oyuncak satışından kozmetik satışına kaydığı gözleniyor.




Bağımsız gazeteci Wayne Madsen'in sitesinde yayınlanan ve bilgili kaynaklara dayandırılan habere göre; ABD'deki alışveriş merkezlerinde kurulan standları paravan olarak kullanan görevli genç İsrailli istihbarat görevlileri özellikle bu alışveriş merkezlerini ziyaret eden ABD'li askeri personelle ilişki kurmaya çalışıyor.


Norfolk, Virginia'daki yakınlardaki bir kaç askeri deniz üssünden askerin sıkça ziyaret ettiği MacArthur Center'da bu tarz bir standın bulunduğunun tespit edildiğinin belirtildiği haberde; İsrailli genç ajanların askeri personele Ölü Deniz kaynaklı kozmetik ürünleri satışı bahanesi ile yaklaştıkları ve bu askerlere nerede konuşlandıkları, ne tarz iş yaptıkları gibi sorular sordukları belirtiliyor.


İsrail Silahlı Kuvvetleri'nde halen yedek statüsünde bulunan bu genç İsrailliler'in faaliyetleri 11 Eylül saldırılarının hemen öncesinde ABD'de yine istihbarat birimlerinin dikkatini çekmişti. O dönemde sanat eğitimi alan öğrenciler olarak kendilerini gösteren bu genç İsrail'li ajanlar askerlerin ve hükümet görevlilerinin evlerini ziyaret ederek kapıdan satış faaliyetleri yürütmüşlerdi.


Alışveriş merkezlerinde İsrail tarafından işletilen standlardaki paravan satış faaliyetlerinin oyuncak satışından kozmetik satışına kaydığı gözleniyor.


2001 Kasımında ABD'nin Göçmen Bürosu, Pentagon ve CIA'ye yakın alışveriş merkezlerinde ; çoğu Florida merkezli "Quality Sales" isimli bir şirkete çalışan ve kurdukları standlarda çocuk oyuncakları satan İsraillileri tutukladılar.


Tutuklamaların gerçekleştiği alışveriş merkezlerinden bir tanesi Pentagon'un hemen karşısındaki Pentagon City alışveriş merkezi idi. Bu alışveriş merkezi aynı zamanda İsrail'e casusluk yapmakla suçlanan Pentagon'da üst düzey görevli Larry Franklin'in, İsrail Lobisi AIPAC'den Keith Weissman ile buluştuğu yer olarak dikkat çekiyor.


2005 Şubatında, Ohad Cohen isimli Omaha, Nebraska'da yerleşik bir İsrail'li , dört diğer İsrailli ile birlikte sınırdışı edildi. Omaha ve Lincoln bölgelerindeki alışveriş merkezlerinde çalışıp da sınırdışı edilen İsrailli sayısı o dönemde 10'u bulmuştu. Bu kişiler Omaha'nın Oak View Alışveriş Merkezi ve Lincoln'un Gateway Westfield AVM'lerinde boy gösteriyorlardı.


Son olarak, Avustralya'da bir şahıs, Melbourne'de bir alışveriş merkezinde "Ölü Deniz Mineralleri" satan bir firmanın standın bu yöndeki faaliyetlerini deşifre ettiği için Avustralya'daki "nefret yasaları" çerçevesinde "Yahudilere karşı nefret yaymak" suçlaması ile tutuklanmıştı. Ayrıca; İsrail vatandaşlarının Avustralya donanmasının Collins sınıfı denizaltıları ve diğer savunma programları hakkında gizli bilgi edinmeye çalıştığını belirten bir araştırmacı hakkında ise Avustralya Yahudi Öğrenciler Birliği Başkanı tarafından suç duyurusunda bulunulmuştu.

Kaynak: Çeviri : Açık İstihbarat



Kerkük hoyratlarını dinleyecek yüzümüz var mı? / Fatma Sibel YÜKSEK



Hafta sonu Kerkük'ün Türkmen nüfuslu kasabası Tazehurmatu'da 80'e yakın insan katledildi.




Bizim basının fazla ilgi göstermediği bu menfur olayda ölen ve yararlananların tümü Türkmen. Tesadüfe bakın ki Irak Başbakanı Nuri El Maliki daha geçenlerde Bağdat’ta Türkmenlerin temsilcileriyle bir araya gelmiş “Her ne olursa olsun ABD askerlerinin bu ay sonuna dek Irak kentlerinden ayrılması gerektiğini” belirttikten sonra “direnişçilerin, askerlerin ayrılmasından yararlanıp, saldırılarını artırabileceği” bilgisini vermişti.

Geçmişte Barzani’nin yaralı peşmergelerini bile uçakla Türkiye’ye getirten Dışişleri Bakanlığımız sağ olsun rutin bir açıklama yayımladı da Tazehurmatu’daki yaralı kardeşlerimize de aynı imkanın tanınacağını öğrenmiş olduk. Dışişleri’nin her türlü tepki, duygu ve empatiden yoksun olan bu açıklaması, buram buram “Irak’taki tüm gruplara eşit mesafede olma” politikası kokuyordu. Bu politikanın mimarı biliyorsunuz Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu.

Dışişleri’nin 20 Haziran 2009 tarihli açıklaması aynen şöyle.

Okuyun bakalım, kendi tepkinizi görebilecek misiniz:

“Bugün (20 Haziran) öğle saatlerinde, Irak’ta Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı Kerkük yakınındaki Tazehurmatu kasabasında bomba yüklü bir araçla yapılan bir saldırı sonucu ilk belirlemelere göre 70’in üzerinde insanın hayatını kaybettiği, 100’den fazla insanın da yaralandığı derin üzüntüyle öğrenilmiştir.

Irak’ta barış ve istikrarın biran evvel tesisine ve bu çerçevede Irak’ın küçük bir örneği olan Kerkük’te farklı etnik ve dini grupların barış ve ahenk içinde bir arada yaşamasına büyük önem veren Türkiye, bu yöndeki çabaları baltalamayı hedefleyen ve Irak’taki Türkmen toplumuna yönelik en büyük saldırılardan birini teşkil eden menfur terör saldırısını şiddetle kınamaktadır.

Bu vesileyle, Türkiye olarak terörün her türünü şiddetle lanetlediğimizi ve bu zor günlerinde kardeş Irak halkı ve devletinin yanında olduğumuzu bir kez daha ilan etmek istiyoruz. Ayrıca, Irak halkına başsağlığı dileklerimizi iletiyoruz.

Öte yandan, anılan saldırıda yaralananlardan gerekli görülenlerin Türkiye’de tedavisi için elimizden geleni yapmaya hazırız. Bu amaçla, Irak’a özel bir ambulans uçak gönderilmesi de dahil gerekli tedbirler alınmaktadır.”

“Menfur saldırı”, “Şiddetle kınamaktayız”, “Gerekenler yapılmaktadır”…


Meteoroloji bildirisi gibi…

Oysa Barzani bile olayla ilgili açıklamasında, hayatını kaybeden Türkmenler’den “şehitler” diye bahsetti. Evet, göz boyamak için bile olsa bu ifadeyi kullandı. Bizim Dışişleri’nden yapılan açıklamaya bakın…

Kerkük konusundaki kavga büyük. Irak merkezi hükümet ile Barzani’nin kontrolündeki bölgesel yapılanma birbirine düşmüş vaziyette. Maliki’nin Kerkük’te milis güçleri oluşturma kararıyla birlikte Barzani merkezi Irak hükümetine adeta savaş açtı. Kendi varlığını tehdit altında gören Barzani, Maliki hükümetini devirmekten bile söz etmeye başladı.

İşin ilginç tarafı ABD’den de tam destek aldı. Musul’daki ABD Güçlerinin Komutanı General Tony Thomas, “Musul’daki Peşmerge varlığı yasaldır” açıklamasıyla hemen Barzani’nin arkasına geçti. İki hafta önce de Türkmenler, Kerkük’ün güvenliğinin peşmergelere bağlanmak istenmesi nedeniyle Tazehurmatu’da büyük bir protesto gösterisi düzenlemişlerdi.

Yani eğer, büyük bir devlet gibi davranma kabiliyetimizi kaybetmemiş olsaydık, böyle bir katliamın yaşanacağını önceden öngörebilir, hatta haber alabilir ve Türkmen kardeşlerimizi koruyabilirdik. Geçtim kendi istihbaratımızı, hani ABD’nin bize sağladığı öne sürülen “anında istihbarat?”. Onların da mı haberi olmamış böyle büyük bir saldırı hazırlığından?

Biz, “Irak’taki bütün gruplara eşit mesafedeyiz” gibi hiçbir büyük devletin ağzına almayacağı tekerlemelerle oyalanalım; bunun adına da “Irak politikası” diyelim... Bir de yaralıları almak için uçak göndermekle övünelim…

O güzelim Kerkük hoyratlarını dinleyecek yüzümüz var mı?





23 Haziran 2009 Salı

Balinaya Kurban Olun! / Fatma Sibel Yüksek


Olay şu: Başbakan’ın şerrinden bunalan medya patronu, okyanus ötesindeki gözüyaşlı cemaat liderinin himmetine sığınır. Bağlılığını ispat etmek için de Şeyh’in jöleli saçlı müridini Amiral Gemisi’nde kilit noktaya getirir.


Tepede esmeye başlayan değişim rüzgârları, bodrum katındaki fareleri telaşlandırır. Gemi alt üst olur, at izi it izine karışır. Ortalığı yılanlar, çıyanlar, Allahsız tosbağalar, soysuz yılanlar basar.. Birbirlerini yemeye başlarlar.


Açık İstihbarat


Öyle asil bir hayvanı, kirli kavganıza alet etmeyin. Yiyin birbirinizi, çirkefin batağına batın ama mahlûkatı türlü türlü halkeden Mevla’mın yarattığı haysiyetli hayvanları kendi batağınıza çekmeye kalkışmayın. Bir balinaya bakın, bir de kendinize. Sizin balinayı kavganıza karıştıracak durumunuz mu var? Okyanusların bu yiğit evladına kurban olun…

Neymiş efendim, genel yayın müdürü Fethiye’de balina gördüğünü yazmış, arkadaş da köşesinden “Akdeniz’de balina mı olur” diye yazı yazmış, bu yazısı sansürlenince de bir gazeteci olarak “Gelemem arkadaş ben böyle şeye” diye istifayı basmış. Sonra da böyle bir hareketi çok beğenerek kendisini hemen satın alan rakip televizyona çıkmış bas bas bağırıyor. Eski patronu ve genel yayın yönetmenin ne kadar “baskıcı, sansürcü” adamlar olduğunu anlatıyor, inanılmaz ifşaatlarda bulunuyor.

“Başbakan muhalif gazetecilere baskı yaptırıyor diyenler yalan söylüyor. Ben Sayın Erdoğan hakkında her türlü eleştiriyi yaptım, bir kez bile baskı görmedim ama genel yayın yönetmenine Akdeniz’de balina olmaz dedim, beni sansürlediler. Başbakanımız sansürcü değildir, sansürcü olan Aydın Doğan’dır” diye gırtlağını paralıyor.

Sanki ikisi birden sansürcü olamazmış gibi…

Sanki on yıldır o gazeteden ben ballı maaş alıyorum; sanki on yıldır o gazetede ilk kez sansür yapılmış, sanki finans aleminde “Büyük patronun yakiniyim” diyerek besili hindi gibi gezinen benim.

Meğer arkadaş bir süredir içeride sorun yaşıyormuş bunun için “ulusalcıymış gibi yaptığı” fikirciklerinden çark etmeye, Tayyip Bey’e yaklaşmaya, övgüler düzmeye başlamış. Ve son zamanlarda Türkiye’deki her uyanık sansarın yaptığı gibi, “Ergenekon diye bir şey yoktur sanıyordum, yanılmışım. Bir belge gördüm hayatım değişti” diyerek başlamış icraata. Yani işi baştan sağlama alıyor arkadaş. Belli ki suyu ısınmış, kendisine yeni pazarlar arıyor. “Burası olmazsa Star olur, Sabah olur, Taraf olur” hesabı yapıyor…

Olay şu: Başbakan’ın şerrinden bunalan medya patronu, okyanus ötesindeki gözüyaşlı cemaat liderinin himmetine sığınır. Bağlılığını ispat etmek için de Şeyh’in jöleli saçlı müridini Amiral Gemisi’nde kilit noktaya getirir. Tepede esmeye başlayan değişim rüzğarları, bodrum katındaki fareleri telaşlandırır. Gemi alt üst olur, at izi it izine karışır. Ortalığı yılanlar, çıyanlar, Allahsız tosbağalar, soysuz yılanlar basar.. Birbirlerini yemeye başlarlar.

20 Mart 2009 tarihinde www. heddam.com adresinde yayımlanan yazımızı okuyucularımızın dikkatine tekrar sunuyoruz.

KURT KOCAYINCA HOCAEFENDİ’NİN MASKARASI OLURMUŞ

(AYDIN DOĞAN’IN YENİ KIBLESİNE DAİR)

Dikkat ettiniz mi Aydın Doğan’ın gazete ve televizyonları Tayyip Erdoğan’ın tacizleri karşısında nasıl da alttan alıyorlar, nasıl da korkuyorlar. Hani kavgada zayıf olan taraf, “Karşılık verirsem daha çok vurur” diye kendisini yumrukların gelişine terk eder ya, aynen o pozisyonda Aydın Bey..

Aydın Doğan’ı en son iki sene kadar önce Flash Tv’de Erhan Göksel’i ağlatırken gördük. Gücü sadece Flash tv’ye ve Erhan Göksel’e yetiyormuş demek ki. Aslan gibi kükreyen o Aydın Doğan gitmiş. Güya o kadar “demokrat”, o kadar elindeki medyayı kişisel çıkarları için kullanmayan bir patron ki derdini gidip yirmi bin tirajlı Taraf gazetesine anlatıyor; Amberin Zaman’a dert anlatıyor.. Bu arada, kendi gazete ve televizyonları “kavgadan uzak” bir görüntü veriyorlar. Aydın Bey’in ağlamaklı açıklamaları, “herhangi bir işadamının açıklaması ne kadar yer alırsa” o kadar yer alıyor Doğan grubunun gazetelerinde . Gazetelerin internet baskılarında bu tür haberlerin altına yorum bile alınmıyor. Belli ki bu konuda enine boyuna düşünüp bir tavır belirlemişler kendilerince. Böylece Tayyip Bey’e, “Bak biz ne kadar etik insanlarız, kamusal bir meslek olan gazeteciliği kendi meselelerimize alet etmiyoruz” mesajı veriyorlar. “Mesajı verene” ve “mesaj verilene” bak Allah aşkına? İkisinin de sicili birbirinden “iyi” durumda(!)

Gören de Aydın Bey’i hayatında hiç siyasi iktidarlarla kavgaya girişmemiş, hiçbir takım kumpasların içinde olmamış, medyasını hiç kendi menfaatleri için kullanmamış zanneder…

Tayyip Erdoğan açıktan yüklendikçe, bunlar “biz medeni insanlarız, kavga etmeyeceğiz” ayaklarına yatıp bir yandan da sayfa eteklerinde sinsi sinsi çakıyorlar.AKP hükümetine…Aydın Bey böyle manşetlerden gazete eteklerine, satır aralarına düşecek adam mıydı? Düşmez kalkmaz bir Allah işte..

Papuç pahalı…Papuç pahalı, risk büyük..Aydın Bey’in başı sıkışınca el altından randevu alıp gizlice Ankara’ya gideceği, gittiğinde kendisine kapıları açacak bir “ordusu”, bir yargısı, bir bürokrasisi yok artık..Aydın Bey’in yıllardan besleyip büyüttüğü, sırlarına ortak ettiği, telaffuz edilmesi güç rakamlarla maaşa bağladığı köşe yazarları, genel yayın yönetmenleri var mı peki? O da şüpheli… Bizleri aptal zannediyorlar ama “Plaza’da” herkesin gizliden gizliye kendi ikbalini aramaya giriştiği, “yandaş medya” diye aşağıladıkları yeni baronlara inceden yağ çekme eğilimine girdikleri çıplak gözle ta buradan bakınca bile görünüyor. Tabii ki Ergenekon üzerinden!

Ne yapacak Aydın Doğan, kime sığınacak?


Yolun sonuna gelmiş gibi bir kere.. Haydan gelen huya gider Aydın Bey, niye telaş yapıyorsunuz ki? Gelmişsiniz 80 yaşına, hayatınızın bundan sonraki kısmını F Tipi’nde geçirseniz n’olur, Londra’daki malikanenizde geçirseniz n’olur? Medya patronluğunun Erol Simavi’den size geçmesi de böyle olmadı mı? “Bunlar ne anlar gazetecilikten?” diye Başbakan’ın damatlarını aşağılayanlar, sizin kendi halinde bir “yedek parçacıyken” birden bire medya baronu oluverişinizi nasıl da unutmuş görünüyorlar…

Damat mamat…

Bütün kurumların olduğu gibi medyanın da el değiştirme anı gelmiş demek ki. Milletinizin çıkarlarını koruyan, değerlerini gözeten bir yayıncılık yapmış olsaydınız, şimdi arkanızda bir “millet” olurdu hiç değilse. Ama siz toplumu kimliksizleştiren, kişiliksizleştiren yayın politikalarını tercih ettiniz. Futbolcudan köşe yazarı, tele kızdan müteffekir icat ettiniz.

Şimdi sığınacak liman arıyorsunuz…

Çok akıllısınız ya…

Bulup bulabildiğiniz liman da Fethullah Hocaefendi’nin şefkatli kolları oluyor…

Ne kadar hazin, ne kadar düşündürücü ve ne kadar güldürücü biliyor musunuz sırf “Acaba Hocaefendi ile temas etmemi sağlayabilir mi?” umuduyla Akif Beki gibi duvara toslamış bir devlet memurundan medet umuşunuz …

Oysa “Bayram değil, seyran değil, Akif Beki’nin Radikal’de ne işi var?” sorusunun peşine düşenler ne kadar da çabuk buldular bu sorunun cevabını..


Tabii ya, Başbakan’ın kovduğu bir memuru işe alarak ne yapmaya çalışıyor olabilirdi ki bir medya patronu? Oysa Akif Beki’nin yıllar önce Washington’daki resmi görevinin “Kanal 7 Temsilciliği” olduğunu bilenler, gayrı resmi görevinin de “Hocaefendi’nin mihmandarlığı” olduğunu biliyorlardı. Akif Beki’nin Tayyip Erdoğan’ın yamacına Hocaefendi tarafından sokulduğu da Ankara’da kimse için sır değildi.

“Koskoca Aydın Doğan’a bak..Başbakan’ın kovduğu adam üzerinden Hocaefendi’ye sığınmaya çalışıyor” derler diye hicap bile duymadınız. Durumunuz o kadar vahim yani…

E faydası oldu mu bari Akif Beki’nin? İstediğiniz istikamette çaba sarf ederek hak ediyor mu verdiğiniz maaşı? Aman dikkat edin, Tayyip Bey’i daha fazla sinirlendirmesin bu iş.

“Kovulmuş memur Akif” imajı yeterli olmamış ki bir diğer “Prensle”, Elif Şafak’ın kocası ile tamamlamaya çalışıyorsunuz şimdi de “Hocaefendi’ye ulaşma timini”..Eyüp Can’ı da Referans’tan Hürriyet’e taşıyarak taltif ettiniz. Yakında “ekonomi” yazıları yazacakmış arkadaş. Birinci sayfadan şık bir anons da yaptınız. Yakışır, O da Hocaefendi’nin prenslerindendir. Hem de “kovulmuş memur Akif’ten” daha muteber bir yeri var bildiğimiz kadarıyla. Haydi hayırlısı, bakalım ikisi bir olup Hocaefendi’den bir randevu koparabilecekler mi sizin için…

Bu arada…Çankaya’dakini de boş bırakmıyormuşsunuz… “Tayyip Bey’in şerrinden bir sana bir hocaefendiye sığınırım” diye mesajlar gönderip duruyormuşsunuz… “Çankaya’daki “de kendine has kayıtsız gülümseyişi ve “derin şeyler düşünüyormuş” gibi yaparak“hele seçimleri bir atlatalım” haberleri gönderiyormuş size ha?

Kurt kocayınca gerçekten maskara oluyormuş..Valla..Bunu bir kez daha gördük..

Bilmiyor musunuz ki o “malum üçlü” kendi aralarında ne kadar sorun yaşıyor olurlarsa olsunlar, sizin harcanmanız söz konusu olunca mutabakata halel getirmezler.

Siz de böyle kovulmuş adamlarla, ikinci el adamlarla, Best seller yazarı kadınların kocalarıyla vakit harcıyorsunuz işte…

Kaynak: Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat