30 Kasım 2010 Salı

ABD’Lİ ERGENEKON / Ali İhsan GÜRCİHAN



Belgeler yayınlanınca stratejik ortaklık ve de ortakların hali ne imiş hep beraber gördük.
Bugüne kadar inanan inanmayan,bilen bilmeyen,duyan duymayan ve gören görmeyen herkes artık anlamıştır ki ;
Meğer Bizim stratejik ortak ne kadar İKİ YÜZLÜ imiş.
Ve de ;
Olay üzerine Dışişleri Bakanı Clington’un dün yaptığı bizleri aptal yerine koyan çok pişkin açıklamalarına bakarsak rahatlıkla şunu da söyleyebiliriz ki ;
Bizim stratejik ortak iki yüzlü olduğu gibi bir o kadar da YÜZSÜZ’müş…Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun durumu normal gören,kınama dahi içermeyen açıklaması ise ayrı bir utanç.

Belgelere bakarsak,doğru yanlış diz boyu pislik ve rezalet.
Siyasette bir yanda dalkavukluk,öte yanda altını oyma,
Yurt dışı banka hesapları,
Yönetimde güvensizlik,rezillik,
Kişisel yolsuzluk,
Cemaat,tarikat faaliyetleri ve kadrolaşma,
Silahlı Kuvvetleri yıpratma,
Ülke sırlarını ABD yetkilileri ile paylaşma,Kendi insanımız ve yetkililerimiz
hakkında ABD’liler ile dedikodu,
Türk insanına ikinci sınıf insan gözü ile bakma.

Bunlar sadece diplomat raporları.Yani siyaset sahnesinde genelde yasal ve meşru zeminde görev yapan ve ölçülü davranmak zorunda olan sözüm ona kibar insanların raporları.

Bir de gerçek istihbaratçıların raporlarını düşünün bakalım ;
Gizli amaçları ve görevleri uğruna illegal çalışan ne idüğü belirsiz CIA ile özel istihbarat timlerinin raporları ortaya çıksa,kimbilir hakkımızda daha ne beter şeyler rapor edildiğini ve de ne rezil işler yapıldığını göreceğiz ….

Peki şunu da düşünmek ve sormak gerekmez mi ?
WIKILEAKS,elçiliklerden merkeze gönderilen istihbarat ve değerlendirme raporlarını ele geçirmiş de,merkezden elçiliklere gönderilen hiçbir talimat ve emri yakalayamamış mı acaba ?
Bilgi akışının sadece tek yönlü olarak ortaya çıkması şaşırtıcı ve anlamlı değil mi ? Bunca istihbarat ve rapor üzerine elçiliklere hiçbir talimat gönderilmemiş olması mümkün mü ?

Belki de esas gürültü daha sonra ortaya çıkacak.Pek sanmıyorum ama bekleyeceğiz ve göreceğiz.

Gelelim bundan sonrasına …
Kendi insanına dahi göz açtırmayan bizim ŞAHİN yetkililerin,ABD’liler özür diledi diye bu tükürüğü yalayıp defteri de kapatacak halleri yoktur herhalde.
Aleyhimizde bilgi toplayıp,demokrasi dışı yollarla siyasi etkinlik yaratmaya çalıştıklarına ve hatta askeri darbe için dolaylı tahrik yöntemleri kullandıklarına göre,en azından bu adamların tüm pisliklerinin ortaya konması için UMARIM derhal geniş çaplı bir soruşturma başlatılacaktır.
Geçmişimizle hesaplaşma ve demokrasi adına bir sürü hatalı bilgi ve yakıştırma ile ERGENEKON,BALYOZ soruşturması ve davası ile ortalığı ayağa kaldıranlar Amerikalılar’a gelince susacak değil ya..

Hiç şüphemiz yok ki ;
Sayın İstihbaratçılarımız,Polislerimiz,Hukukçularımız ve Siyasilerimiz Ülkemize gerçekten hizmet etmek için bu durumu güzel bir fırsat olarak değerlendirecek ve de buna karşı gerekeni yapmayı Milli bir görev olarak kabul edeceklerdir.
Bu kirli bilgiler üzerinden hareketle,Ergenekon için gösterilen duyarlılığın ve hukuk dışı anlayışın yarısının gösterilmesi halinde gerçekten kimlerin gizli ve örtülü faaliyetler içerisinde olduğunun ortaya konabileceğini ve bu ülkede nasıl bir kirli oyun oynandığını tüm vatandaşlarımıza ispat edecektir.

İşte o zaman egemen ve demokrat bir Türkiye adına;
Gerçekten bağırsaklarımızı temizleme fırsatını yakalayacak ve ERGENEKON konusunda yapılan yanlışlıklar ile hatalar da çok açıkça anlaşılacaktır.

Soruşturmanın adına gelince ;
ABD’li ERGENEKONCULAR,BALYOZCULAR ya da US-ERGENEKON ne derseniz deyin farketmez..
Stratejik ortağınız bu konu da yan çizecek değil ya.
Ne dersiniz..
Hodri meydan.
30 KASIM 2010
Kaynak:Ali İhsan GÜRCİHAN

7 Kasım 2010 Pazar

TERÖRİSTBAŞI’NI AKLAMAYA ÇALIŞAN DESTEKÇİLER…Ali İhsan GÜRCİHAN

Gazeteci Cengiz ÇANDAR,birkaç gün önceki yazısında bakın kendi cümleleri ile aynen ne diyor ;

”Medya’da “Terör örgütü PKK'nın elebaşı Abdullah Öcalan'dan yeni mesajlar var” gibi sunumlar söz konusu.“Bölücü başı”, “Terörist başı”, “terör örgütü” gibi sıfatları artık terk etmek gerekli. Çünkü, yeni dönem “yeni dil” gerektirir.
“PKK lideri Abdullah Öcalan” demek hem zor değil, hem de yanlış değil.”

Türk Basını dediğimiz camia içerisinde sözüm ona halkı aydınlatmak için kendisine köşe sağlanmış bir görevlinin yaklaşımına ve sözlerine bakın.

İnsan gerçekten şaşırıyor.
Otuz yıl bu Ülke’ye kan kusturmuş bir terör örgütü adına,bazı siyasetçi,aydın,gazeteci ve hatta eski MİT görevlisi çıkıyor ve söylemleri ile terör örgütünün Devletle pazarlık gücünü arttırmak için sanki bir yerden görev verilmiş gibi elbirliği içerisinde çalışıyorlar.

ÇANDAR’a ve benzerlerine göre ;
Yeni dönem ve yeni dil gerekirmiş.
Hangi YENİ DÖNEM ?
Demek sizin de bildiğiniz ve mutabık olduğunuz yeni bir dönem başladı da sizin ifadenizle bizler ayak uyduramıyoruz.
Daha sonuçlanmamış Ergenekon Davası sanıklarına bile terör örgütü mensubu,terörist yaftasını rahatlıkla kullanan sizler,bu ülkeye yıllardır kan ağlatan,binlerce masum insanın,kadının ve bebeğin hukuken tescilli katiline “Terörist Başı” denmesinden neden bu kadar rahatsız oluyorsunuz?
İnsan haklarına ve demokrasiye biraz saygısı olan bir insan böyle bir terörist için hangi safhada ve hangi dilde olursa olsun TERÖRİST dışında başka bir sıfat kullanabilir mi acaba ?

Bay ÇANDAR ;
Artık bu aşamadan sonra “PKK lideri Abdullah Öcalan”demeli diye bir de okuyucularınıza yol gösteriyorsunuz.
Sanki sözünü ettiğiniz kanlı terör örgütü değil de hayırsever ve yurtsever bir sivil toplum kuruluşunun lideri.
Devlet’le ve Cumhuriyet’le hesaplaşanlar ile o değerlere uzun süredir saldırmaya devam eden soysuzların bu yaklaşımınıza itibar edeceğini biz de çok iyi biliyoruz.
Ama unuttuğunuz ya da bu safhada cesaret edemediğiniz bir eksiği de biz size hatırlatmak istiyoruz.

Bakarsınız gün gelir,devran döner.Biz notumuzu düşelim de.
BEBEK KATİLİ TERÖRİST BAŞINI onurlandıracak bir sıfatı koymamışsınız…
Nasıl oldu ise o katile SAYIN demeyi unutmuşsunuz.
Bay ÇANDAR…

8 KASIM 2010

31 Ağustos 2010 Salı

FETULLAHÇI YAPILANMA MI VARMIŞ !!!.../ Ali İhsan GÜRCİHAN

Emniyet Müdürü Hanefi AVCI,yazdığı kitap ve yaptığı açıklamaları ile Fetullahçı yapılanmadan bahsedince ortalık ayağa kalktı.

Ne garip değil mi ?
Sanki ilk defa duyuluyormuş gibi tüm yetkililer sözüm ona şaşırıyor.
Bugüne kadar hiç farkında değillermiş gibi de pişkinlikle inceleme başlatacaklarını ifade ediyorlar. Kiminle ve hangi seviyeden kim hakkında başlatacaklar acaba …

Yıllardır süregelen Fetullahçı yapılanma söylemleri ve izlenimleri bilinmeyen bir konu olmamakla birlikte, görevdeki bir Emniyet Müdürü tarafından dile getirilmesi elbette çok anlamlı ve dikkate alınacak ciddi bir durumdur.Eğer İstihbarat birikimli bir Emniyet Müdürü bunları biliyor ve açıklıyorsa Devlet’in hafızasında da kendisini hedef alan bu tür faaliyetler hakkında yasal ve meşru bir sorumluluk olarak çok daha fazla bilgi bulunması gerekmektedir. Umarım,olması gereken bu hafızayı birileri silmemiş, kayba uğratmamış ya da daha ötesi söylenen hareket hedefine ulaşıp hafızayı tümden ele geçirmemiştir.

Vatandaş olarak gerçekten sormak ve anlamak istiyorum.
Bu Ülke’de, her alanda yıllardır Fetullahçı bir hareket ve yapılanmadan bahsedildiğini bilmeyeniniz var mı idi ?
Devlet adamlarının ziyaret ettiği,açılışını bile yaptığı sözüm ona örnek gözüken bazı okullarla Hoca Efendi eğitim alanında söz sahibi olmadı mı ?

Basın, sağlık, sanayi ve ticaret alanında durum farklı mı ?
Esnaf, ticaret adamı ve sanayicinin büyük kısmı sıkıntı çekerken cemaat-siyaset dayanışması içerisinde olanların yarattığı gücün farkında değilmisiniz ?

Fetullah’ın,din adamından öte bir misyonu olduğunu Papa da mı anlatamadı sizlere ?

Cumhuriyet’i, onun kuruluş felsefesini, Atatürk’ü ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmakla görevli bir kısım görsel ve yazılı basında yazılanlara, konuşulanlara ve özellikle konuşan uşaklara baktığınızda kim adına yıllardır nasıl bir psikolojik savaş yaptıklarını ve uzun soluklu, sinsice bir darbe hareketi yürüttüklerini anlamak mümkün değil mi ?



Bugüne kadar olanlar oldu da bundan sonra ne olabilir diye düşünürsek, sanırım zaten gergin olan ortam karşılıklı iki noktadan biraz daha gerilmeye ve sular da biraz daha fazla bulandırılmaya çalışılacaktır.
Ortadoğu’da istenmeyen kontrol dışı ilişkilerin ve bozulan dengelerin Hoca Efendi’nin ve stratejik patronların hoşuna gitmediği artık ortadadır. Mavi Marmara gemisi olayı ve Gazze’ye yardım şekli konusunda, Hoca ve ortaklarının yaklaşımı bu hoşnutsuzluğu açıkça ortaya koymaktadır.

İşin bir de Ergenekon boyutu var ki uzayan giden, bir türlü sonuç alınamayan sözüm ona incir çekirdeğini de doldurmayan bu davanın kamuoyu üzerindeki olumsuz etkileri her geçen gün artmakta ve hükümet açısından da daha yıpratıcı ve suçlayıcı olmaktadır.
Ulusalcı ve Milliyetçi duruş gösterenler ile Silahlı Kuvvetler açısından amacına ulaşan iktidar ve güç odakları Silivri, Metris ve Beşiktaş üçgeninde yarattıkları bunca mağduriyetten sonra bu olumsuz durumu bir an önce birilerinin üzerine yıkarak kenara çekilmek ve işin içerisinden de kolayca sıyrılmak istemektedirler.

Kısacası sadece bu iki mesele açısından baktığımızda bile;
Bu Ülke’de tarikat ve cemaat alt yapısı üzerinden Büyük Orta Doğu projesinin amacına uygun bir şekilde güç odağı yaratmış olanlarla onların eseri olarak güç odağı haline gelenler arasındaki uyumlu çalışma süreci artık bir sapma ve ayrışma noktasına gelmiş bulunmaktadır.Ya da her iki taraf da birbirini kullanarak amacına ulaştığını düşündüğü için diğer tarafı bir an önce saf dışı bırakmak istemektedir.

Kendisini tanıdığım ve güvendiğim Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın her zaman olduğu gibi bu kitabı da bildiği doğruları dile getirmek adına samimi bir yaklaşımla yazdığına inanıyorum.
Ancak içerisinde bulunduğumuz gergin ve çok kutuplu ortamı dikkate alarak; Yıllardır konuşulan, hissedilen ve Devletçe de bilinmesi gereken Fetullahçı yapılanmanın bir anda tüm dikkatleri çekecek bir şekilde gündeme gelişini bir de bu sapma ve ayrışma açısından da değerlendirmemiz gerektiğine inanıyorum.
Son söz olarak;
Ne maksatla ve nasıl olursa olsun kurşun, silahtan çıkarak yeni bir sürece girilmiş ve Fetullahçıları sorgulayacak yeni bir sayfa da açılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Üniter ve Laik yapısını yıkmak üzere Ilımlı İslam safsatası ile Bu Ülke’de ümmetçi bir güç yaratanlar ve onların sayelerinde güç haline gelmiş olan din taciri sahte demokratların hesaplaşması düşünülenden çok daha zor olacağa benzemektedir.

Bakalım “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabı daha çok hangi gücün işine yarayacak ve özellikle Ankara’daki Simonlar bundan nasıl etkilenecektir.
Bekleyeceğiz ve göreceğiz.
27 Ağustos 2010

5 Ağustos 2010 Perşembe

ASKER’İN ÖZLENEN DURUŞU …./ Ali İhsan GÜRCİHAN

Asker ;
Bu Ülke’yi var eden Milli ve Ulusal değerlerin kıymetini bilerek hizmet eden adamdır.
Gerektiği yer ve zamanda kendi çıkarlarını düşünmeksizin,makam ve mevki için siyaset karşısında küçülmeksizin bu kutsal değerler uğruna kendini feda etmesini de göze alan adamdır.

Özellikle son üç,dört yıldır Silahlı Kuvvetler üzerinde oynanan oyunlar,haklı,haksız suçlamalar karşısındaki duruş kaybı,ne yazık ki Türk Milleti’ni hüsrana uğratmış ve duyulan güveninin de sarsılmasına neden olmuştur.
Daha da acısı bu duruş kaybı ,Silahlı Kuvvetler’i hedef tahtasına oturtanların her geçen gün daha fazla cesaretlenmesine fırsat vermiştir.

Şura’daki baskı sonucu çıkan kriz üzerine,Orgeneral Atilla IŞIK’ın istifa edişini onurlu bir Asker davranışı olarak görüyor ve kendisini kutluyoruz.

Orgeneral Atilla IŞIK istifası ile;
Siyasi oyunlarla DEMOKRASİ’yi ayaklar altına alan sahte demokratlara ASKERCE DEMOKRASİ DERSİ verdiği gibi,duruşunu kaybeden Askerler’e de umarım ne olduklarını hatırlatmıştır.

Tarih’e güzel ve onurlu bir ders olarak geçecek istifa kararınızın hayırlı olması temennisi ile size yeni yaşantınızda sağlık ve mutluluklar diliyoruz.
5 Ağustos 2010

28 Temmuz 2010 Çarşamba

ZOR “ TEMİZLERSİN” BAKAN BEY… / Ali İhsan GÜRCİHAN

Ulu bir ağacın çiçek açmış dallarını kırarcasına,İnsan düşmanı birileri, Kırıyor,vuruyor ve yakıyor gencecik canları.

Bir yanda terör eylemleri tırmanarak can almaya devam ediyor.
Öte yanda kitlesel şiddet olayları yurdumuzun dört bir yanına yayılarak tüm değerlerimizi yakıp yıkıyor.

Ve geldiğimiz bu noktada,İçişleri Bakanı son dört yıldır bu Ülke’de ne yaptıklarını unutarak,Hatay’da Şehit düşen polislerimizin cenaze töreninde bakın ne diyor ;
”Valiler burada,Bölge Komutanları burada,Emniyet burada,sesleniyorum Amanos’ları temizleyin,nasıl yaparsanız yapın temizleyin.”

Bakan bugüne kadar ne yaptıklarının ve şimdi ise ne dediğinin farkında mı acaba ? Yıllarca süren terörle mücadeleyi,terörist ifadelerini esas alarak, sorgulayan,birçok yetkiliyi haklı haksız suçlayan ve yargısız infazlarla senelerdir mağdur eden sizler değil misiniz Bakan Bey ?

Amacı ve ne olduğu belirsiz açılım denen ve bu Ülkeye çok pahalıya mal olacak bir süreçle terör örgütüne kendini toparlama ve özellikle moral kazanma fırsatı sağlayanlar kim acaba ?

Ulusalcı ve Milliyetçi duruşun üzerini çizerek ,Silahlı Kuvvetleri de bu üzücü duruma getirerek,terör örgütüne ve destekçilerinin azıtmasına fırsat verenler siz değil misiniz ?

Şimdi çıkmışsın “ Temizleyin diyorsun,hem de nasıl olursa olsun temizleyin.”

Bunca yaptıklarınızdan sonra o iş artık çok zor Bakan Bey..
Geçmişte terörle mücadele edenlere karşı sözüm ona bazı siyasetçi,aydın,gazeteci,polis ve hukukçunun bilgisiz,tecrübesiz,acımasız ve hoyratça saldırılarından sonra öyle üstü kapalı bir şekilde talimat vermekle terörü bitirmek çok zor Bakan Bey.

“Nasıl olursa olsun temizleyin” demekle ne kastediyorsunuz?
Kim temizleyecek ?
Nasıl temizleyecek ?
Kime güvenip temizleyecek ?
Bunları da açıkça söyler misiniz .
İş bitip zaman geçince terörist yalanları ile senaryolar yazılıp,terörle mücadele edenleri suçlamayacağınıza,etnik istismar ile oy peşinde koşmayacağınıza yazılı senet verir misiniz.

Sizler gibi sorumsuz kürsü kahramanlarını çok gördük.
Geçmişte de bu Ülke’nin yetkilileri,aydınları kürsülerden,
televizyonlardan haykırıyordu….
” Temizleyin bunları.Teröristle mücadele ancak aynı yöntemleri
kullanarak mümkündür.”

Şimdi ne oldu,nerede onlar ?

Nerede siyasi liderler ?
Nerede sivil-asker yetkililer ?
Nerede akıl veren o aydınlar ?

Peki,şu anki bazı yetkililer ve aydın geçinenler ne yapıyor ?
Ergenekon ve benzeri senaryolar ile açılımlar üzerinden bir dönemle hesaplaşarak siyaset yapıyorlar.
Gece gündüz televizyonlarda,gazetelerde yargısız infaz yapıp başta Silahlı Kuvvetler olmak üzere Devlet’e saldırıyorlar.
Bazıları ,çıkarları uğruna tüm değerleri bir kenara atıp siyasetle işbirliği içerisinde cebini doldurmaya çalışıyorlar.
Sivil-asker bazı yetkililer ise,makam,mevki uğruna artık,Ulusal ve Milli değerlerimiz konusunda duyarsız kalmayı tercih ediyorlar.

Bakan Bey kısacası;
Sizlerin söylem ve yöntemleri sayesinde yarattığınız böyle ayrıştırıcı bir ortamda artık inanan,güvenen,mücadele ruhuna sahip güçlü iradeler yaratmak çok zor hale gelmiştir.
Türk Milleti’nin esas sorunu işte bu ortamdan kurtulup,yeniden herkesi kucaklayan MİLLİ İRADE’yi yaratmaktır.

28 Temmuz 2010

22 Temmuz 2010 Perşembe

KAMPANYA GÖZYAŞLARI …./ Ali İhsan GÜRCİHAN

12 Eylül’ün yanlışlarını tasvip etmek mümkün mü ?

Hele,30 yıl sonra bugün….

Sanırım tasvip eden kimseyi bulamazsınız.

Eğer gerçekten varsa,insani duygulardan yoksun,çağdışı zavallı bir insan demektir.

Kimsenin böyle bir geçmişi tasvip etmediği bilindiği halde,12 Eylül’den sözde hesap soracağım diye atıp tutan Başbakan,gerçekten hesaplaşmak yerine sadece duygu istismarı ile işi saptırarak her zaman olduğu gibi kolay yoldan insanların zihnini bulandırıyor. Kanımca,30 yıl öncenin hataları üzerinden kin üreterek kendine taraftar toplamaya, duygu istismarı ile EVET oyunu arttırmaya gayret ediyor.Her zaman olduğu gibi bir kesimi düşman ilan edip kutuplaştırarak,ayrıştırarak kendi tarafını güçlendirmeye çalışıyor.Kısacası aynen TARAF GAZETESİ’nin yaptığını yapıyor.

Peki,gözyaşlarının samimiyetine inanmak mümkün mü ? Kanımca, referandumla ilgili planlı ve etkili propaganda tekniğinden başka hiçbir şey değil.

Bir yandan demokrasinin askıya alındığı 30 yıl önceki Askeri idare döneminde gerçekleşen haksız ölümlere göz yaşı dökeceksiniz,öte yanda daha dün 2008 yılında Silivri Cezaevinde Kuddusi OKKIR adlı vatandaşımızın göz göre göre ölümüne sessiz kalacaksınız.Hem de ne olduğu bir türlü ortaya konamayan sözde bir örgütün kasası diye tutuklanıp,tüm çabalara rağmen gerekli tedaviyi göremeden ve de savunmasını bile yapamadan ölüme gönderilen sıradan varlıksız bir vatandaşımız KuddusiOKKIR.

Bir yanda babasının cenazesine katılması için izin verilmedi diye Ertuğrul Günay üzerinden 30 yıl öncesi askeri bir rejimi suçlayacaksınız,öte yanda 2010 yılında sözüm ona demokratik bir ortamda Prof.Haberal’ın babası ölünce yapılan aynı muameleyi görmeyeceksiniz.

Ondan sonra da,göz yaşları dökerek işin samimiyetine inanmamızı bekleyeceksiniz. Ölüme ve haksızlığa gerçekten üzülsek de,ağlasak da,çok açık ortadadır ki,yapılan bu konuşma ve duygusal istismar sahnesi referandum propagandasını daha etkin hale getirmek için düşünülmüş ve hazırlanmıştır.

Evet Başbakan ; Her insan gibi yaşanan hissi durum o an için doğal bile olsa, Vatandaşların duygularını istismar için maksatlı olarak yaratılan bu sahneye ve dökülmesi beklenen KAMPANYA GÖZYAŞLARININ samimiyetine inanmamız mümkün değildir …
22 Temmuz 2010

5 Temmuz 2010 Pazartesi

SAVUNMA ANLAYIŞI İLE TERÖR ÇÖZÜLEMEZ … Ali İhsan GÜRCİHAN


Başbakan ,23 Haziran’da baskın olayının meydana geldiği Şemdinli’deki birliğe gitti.

Basına yansıyan görüntü nasıl dı?

Başbakan’a ve Genelkurmay Başkanı’na mevzide çömelmiş vaziyette bilgi verildiğini gösteren fotoğraflar.

Ortalık ayağa kalktı ve herkes Başbakan’ın çömelmesi üzerinden tartışmaya başladı.

Bu durumu eleştiren CHP Genel Başkanı’da 2 Temmuz’da Siirt,Pervari’de Sarıyaprak Karakoluna gitti.

Basında çıkan görüntüler nasıl dı ?

Kum torbaları ile takviye edilmiş mevziler gerisinde bilgi verilen Kılıçdaroğlu ve Genelkurmay Başkanı.

Bu sefer eleştiriler Kılıçdaroğlu’na yöneldi ve kale gibi kum torbaları diye tartışılmaya başlandı.

O tür bir ortamda bazen çömelmenin bazen de kum torbası gerisinde durmanın çok doğal bir tavır olduğunu elbette herkes anlar ve tahmin eder.Ancak garip olan bu ve bezeri birçok fotoğrafla sanki oralarda her an saldırıya uğranacak veya her an çatışma olacakmış gibi abartılı ve endişe veren bir izlenim yaratılmasıdır.Kamuoyuna böyle bir mesaj vermek elbette yanlıştır. En azından doğru değildir.

Kanımca bu yanlış da ne Başbakan’a ne de Kılıçdaroğlu’na aittir. Hatanın sorumluluğu, onları bu şekilde yönlendirenlere aittir.

Olayın siyasi istismar tarafını bir kenara bırakacak olursak, bu ve benzeri görüntüler ve bunlara dayalı olarak bilinçsizce yapılan tartışmalar aslında Başbakan’ın çökme meselesinden çok daha vahim bazı gerçekleri ve hataları görmemizi gerektirmektedir.

Terörle mücadelede dökülen kan ve terin kutsallığına duyduğumuz saygı içerisinde eleştiri yapmanın da gerektiğine
inanıyoruz. Bahsi geçen olay ve benzeri hatalar yüzünden kamuoyunda yaratılan görüntü odur ki ;

Sanki Türk Askeri karakol ve hakim noktalarda,mevziler ve kum torbaları arkasında savunma ağırlıklı bir faaliyet içerisindedir. Gerçeği yansıtmayan moral bozucu bu yanlış görüntüler kamuoyu açısından üzücü olmanın ötesinde terör örgütünün de güçlü olduğu gibi olumsuz bir propagandaya alet olmaktadır. Mevzide kum torbaları gerisinde TERÖRİST BEKLEYEN Asker görüntüsü yerine,arazide görev yapan, TERÖRİST ARAYAN Asker görüntülerinin terörle mücadelenin amacına daha uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Bu konuda basını yönlendirecek ya da istenmeyen görüntü almayı kısıtlayacak yetki ve tecrübeye sahip değil miyiz? Eğer sahip isek neden bu tür yanlışlıklara meydan vererek terör örgütünün ve yandaşlarının ekmeğine yağ sürüyoruz.

Bu ve benzeri fotoğrafların, kamuoyunda en az kanlı ve kalleş eylemler kadar olumsuz bir hava yaratmakta olduğunun ve ne yazık ki terör örgütünün de propagandasını sağladığının farkında değilmiyiz?

Kısacası ; Gerçekle ilgisi olmasa,sadece görüntü de bile olsa,
SAVUNMA AĞIRLIKLI BİR YAKLAŞIM İLE TERÖRLE MÜCADELE’DE DURUM ÜSTÜNLÜĞÜNÜN SAĞLANDIĞINA HİÇBİR YERDE ve HİÇBİR ZAMAN RASTLANMAMIŞTIR.
5 Temmuz 2010
Kaynak:Ali İhsan GÜRCİHAN

29 Haziran 2010 Salı

VEKİL Mİ, TERÖRİST Mİ ?……../ Ali İhsan GÜRCİHAN



Devleti tanımazlık ve Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okuma artık had safhada.

Son günlerde bu Ülke’de çok çirkin şeyler yaşanmaya başladı. Artık Vali’nin bile Cemaat toplantılarına katılarak Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine kahpece dil uzattığı bir dönemi yaşıyoruz.

Bazı aydın geçinen kişilerin ve bazı Millet Vekillerinin bölücü söylemleri ile terör örgütünün kanlı eylemlerinin birbiri ile nasıl eşgüdüm halinde tırmanmaya devam ettiğini açıkça görüyoruz. Kısacası,birinin söylem ve tavırları ile,diğerinin ise kanlı eylemleri ile birbirine destek çıktıklarını ve olayı terörden öte bir safhaya taşıdıklarını duyarsızca izliyoruz.

Daha dün İbrahim Binici denen Millet Vekili PKK’nın sembolü bez parçalarının arkasında saf tutup cenaze namazı kılıyor ve bununla da kalmıyor, teröristin cenaze töreninde Devleti ve Hükümeti suçlayıcı konuşmalar yapıyor.

Bu işle ilgili sorumlu ve yetkililer ise ,terör neden tırmanıyor diye birbirine sorup, yıllardır MGK’da aynı kararları alıyor ve halen Amerika destekli çareler aramaya da devam ediyor.

Peki vekil denen bu adamı bağrında besleyen TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ve onun ŞAHİN Başkanı, demokrasinin kabesi sayılan bir yerde Bu Ülke’nin bütünlüğü ve cumhuriyet adına ne yapıyor?Hainliklere karşı nasıl bir demokratik mücadele veriyor?

TÜRKİYE’nin geleceği adına demokratik mücadelenin verileceği meşru zemin BÜYÜK MİLLET MECLİSİ değil midir ?
Millet adına Silahlı Kuvvetler’den açıklama istemeyi düşünüyorsunuz da ,bazı vekillerin terör örgütü adına yaptığı söylem ve hareketler karşısında Vekili olduğunuz Millet adına ne yapmayı düşünüyorsunuz ?

Kısacası şunu açıkça ifade edeyim ki;

Terör örgütünün sözde bayrağı karşısında saygı gösteren bir adamın her şeyden önce bu Ülke’nin Milletvekili olduğunu kesinlikle hazmedemiyorum ve kabul de etmiyorum.

Başta Meclis Başkanı olmak üzere bu duruma suskun kalanlara ve kararlı olarak mücadele etmeyerek VATAN, MİLLET nutukları ile işi idare edenlere de artık kesinlikle güvenmiyorum.

29 Haziran 2010

25 Haziran 2010 Cuma

SUÇ DUYURUSUNA GEREK VAR MI ?…Ali İhsan GÜRCİHAN


Üzüntü ile izliyor ve hepimiz görüyoruz ki;

Terör yeniden tırmandırılıyor ve yaygınlaşıyor.

Sadece dağda değil,şehirlerde de acımasız eylemler yapılıyor.

O kirli ve kanlı eller artık kadın ve çocuklara bile uzanıyor.

Son çocuk Şehitlerimizden biri hayatının baharında daha dün Elmadağ’da toprağa verdiğimiz 17 yaşındaki Buse SARIYAĞ.

Eylemi yapanlar kim ? Elbette PKK terör örgütü. Ama PKK terör örgütü deyip de geçmek gerçeği halen anlamadığımızın da kanıtıdır.

Bırakın çok uzaklara ve de çok eski tarihlere gitmeyi.

Ankara’ya bakın ve bir ay öncesini hatırlamaya çalışın yeter.

Bitlis Milletvekili Nezir KARABAŞ.

Yanlış değil bizim yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Vekili

Karabaş’ın 16 Mayıs 2010 tarihinde terör eylemleri şehirlerde can almaya başlamadan bir süre önce neler dediğini bir hatırlayın.

“Bu politikayı ve bu savaşı sürdürürseniz, iddia ediyoruz, yemin ediyoruz Kürt halkı yaşamı cehenneme çevirecek.”

“Artık kürt halkının verdiği mücadele kahramanca yıllardır bedelini veren gerilla ile sınırlı olmayacaktır. Kürt halkı eylemleri ile kentleri, yolları, caddeleri yaşamı kuşatacak buna söz veriyorum.”

Ey vekil denen adam, işbirlikçilerin ve kalleş tetikçilerin,sen ne dedinse aynen yapıyorlar.


Caddelerden ateş açıp nöbet yerlerini taradılar.


Okuluna giden,balkonda oturan Masum İnsanların yaşamına kalleşçe son verdiler.


Kısacası aynen senin dediğin gibi yaşamı cehenneme çevirdiler.

Evet yaşadığımız bu olaylar sonucu açıkça ortadadır ki ;


Son dönemde şehirlerde yapılan eylemler,vekil denen bu ve benzeri adamların söylemleri ile yakından ilgilidir.Eylemleri başlatmaya yönelik bu söylemler ya Vekilin terör örgütüne talimatı mahiyetindedir ya da terör örgütü ile vekil arasında güçlü bir işbirliği’nin işaretidir.

Milliyetçi ve Ulusalcı fikir ve söylemlerdeki benzeşmenin bile örgütsel bağ olarak Ergenekon iddianamesine girdiği bir ülke’de, PKK terör örgütüne eylem talimatı anlamında ifade edilen “Cehenneme çevireceğiz ve kuşatacağız” söylemleri ve bu söylemler sonrası başlayan kanlı eylemler örgütsel bağ kurmak açısından yeterli değil midir ?

Bu Ülke’nin Bayrağı’na,Toprağı’na,İnsanı’na ve Anayasal düzenine gerçekten sahip çıkan ve saygı duyan insanlar adına ;


TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI’nın, Devleti hiçe sayan küstahlığı ve terörü teşvik eden tavrı nedeni ile vekil denen bu adamdan da,Türk Milleti adına Silahlı Kuvvetler’den istediğinin benzeri tatmin edici bir açıklama isteyeceğine ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ SAVCILARI’nın da gereken hukuki işlemleri yapacağına inanmak istiyoruz.

25 Haziran 2010

18 Mayıs 2010 Salı

BAYRAK YAKAN SOYSUZLAR….Ali İhsan GÜRCİHAN


Basında,görüntüleri ile birlikte verilen şu kısa ama önemli haber bilmem dikkatinizi çekti mi ?


“Tayyip Erdoğan Yunanistan ziyaretini sürdürürken,Atina sokakları da Yunan aşırıların gösterilerine sahne oldu.Bazı Kürtlerin de aralarında bulunduğu göstericiler Türk Bayrağını yaktı.”

Çağ dışı,dar kafalı,soysuz ve aciz insanların davranışı.

Yunanlı birkaç serseriyi anladık da,olayın kahredici tarafı başka.

Haberdeki ifadeye göre bunların arasında Kürtler’de varmış.

Gösteriye katılanları,haberde Kürt diye belirtmek ciddi bir hata ya da maksatlı bir propaganda.

Kürt kökenli Vatandaşlarımızla,PKK’lıları birbirine karıştıran ve teröristlere çanak tutan yanlış bir söylem ve yaklaşım.

Kökü ne olursa olsun,gerçekten bu Ülke’nin Vatandaşı olan hiç bir kimsenin böyle bir şey yapması mümkün değildir.

Bunu Kürt kökenli vatandaşımız değil,olsa olsa düşman ya da terörist yapar.

Sanırım onlar da,Yunanistan’ın PKK terör örgütüne destek verdiği dönemde,Yunan topraklarındaki Lavrion PKK kampında beslenen ve eğitilen,şimdi ise sözüm ona meşrulaşan PKK’lı teröristlerin ta kendisidir.

Olayı basite alıp geçmeye çalışalım ama,acı ve üzücü olan şudur ki,terör yüzünden yıllardır çekilen acılar ile teröre destek verenlerin bu Ülke aleyhine yaptıkları çok çabuk unutuldu.

Yunanistan’ı bırakın,Türkiye’de bile teröristler büyük itibar kazandı.

Ve hatta Kürt Vatandaşlarımızı da sözüm ona temsil eder hale getirildiler.

Kavramlar özellikle karıştırıldı.

Teröriste gerilla,bebek katillerine sayın denmeye başlandı.

Kim terörist,kim siyasetçi anlaşılmaz hale geldi.

Teröristin tanıklığı ve aklı ile Devlet’in terörle mücadelesini sorgulamak,teröriste ise yeşil ışık yakmak ucuz siyaset oldu.

Cezaevleri terörist yerine,terörle mücadele edenlerle doldu.

Devlet parası ile beslenen teröristler ise Türkiye Cumhuriyeti’ne ve de doğrudan Türk Vatandaşı’na tehdit dolu söylemlerle saldırmaya başladı.

Milletvekili olan bir adam,Kürt Vatandaşlarımız’ın tamamı da sanki onun gibi düşünüyormuş gibi,bakın daha dün bu Ülke’de ne dedi.

“Artık kürt halkının verdiği mücadele kahramanca yıllardır bedelini veren gerilla ile sınırlı olmayacaktır. Kürt halkı eylemleri ile kentleri, yolları, caddeleri yaşamı kuşatacak buna söz veriyorum.”

Adama bak ,hem de Milletvekili imiş.Nasıl tehdit ediyor ve Kürt kökenli vatandaşlarımızı da ne rahat şiddete davet ediyor,farkında mısınız? Var mı anlaşılmayan tarafı ?

Teröristler adına daha nasıl bağırsın Vekil Karabaş ?

Açıkçası bu Ülke’de,lafta açılımlar ve de Devlet’i yıpratan,suçlayan yaklaşımlar sayesinde, teröristler şehirleri yakacak,yıkacak cesarete kavuşurken ,bizler havlayan köpek karşısında bile susacak ve de ses çıkaramayacak hale getirildik.

Yazıklar olsun, Devlet’e,Millet’e ve Cumhuriyet’e saldıranlara,

Yazıklar olsun,bu Ülke’ye ihanet etmeyi insan hakkı ya da demokrasi diye yutturarak Ulusal ve Milli değerlere sahip çıkanları susturmaya çalışanlara,

Ve de yazıklar olsun,korkup susanlara.
17 Mayıs 2010

2 Mayıs 2010 Pazar

TERÖRÜ TIRMANDIRAN AÇILIMLAR….Ali İhsan GÜRCİHAN


Gün geçmiyor, sabah,akşam Şehit haberleri.
Samsun’da, Adana’da, Giresun’da, Şemdinli’de,
Tunceli’de ve daha dün Lice’de…
Ya sinsi bir mayın tuzağında, ya hain bir pusuda,ya da kalleş bir saldırıda.
Bir can, bir ana kuzusu daha kayıyor,gidiyor elden.
Hem de her geçen gün artan ve tırmanan bir şekilde.
Yüreğimiz yanıyor, kanımız donuyor, yutkunuyoruz.
Ne yazık ki,Ulusalcı ve Milliyetçi duruşa karşı bunca saldırı ve suçlamadan sonra,kuzu gibi dinlemekten ve de kahretmekten başka bir şey de yapamıyoruz.

Cenaze törenlerinde göstermelik söylemler ve manzaralarla,gencecik bedenleri ve de geleceğimizi kendi ellerimizle göz göre göre toprağa gömme duyarsızlığını yaşıyoruz.

Ya sonrası.
Sonrası, koca bir yalan ve duyarsızlık.
Cami kapısını terk eder etmez, herkes işinde ve de keyfinde.
Ocağına ateş düşen ana,eş ve babanın dövünmesinden öte,hepsi boş,hepsi yalan.

Üzücüdür ki ;
Terör bitti,bitecek derken, yıllar süren mücadeleyi acımasızca sorgulayan ve suçlayan bilinçsizler, duyarsızlar ve beceriksizler yüzünden terör örgütü bir defa daha canlanma ve tırmanışa geçme fırsatı bulmuştur.
Açılım diye yırtınanlar şimdi ne diyecekler ve kimi suçlayacaklar bakalım.Hangi pazar kahvaltısında ve kimlerle açılıma destek aramaya devam edecekler acaba.

Geçmişte de hep böyle olmuştur.
Terör örgütü ne zaman bir çöküş dönemine girse,ona zaman kazandırıp yeniden toparlanmasına fırsat sağlayacak yanlışlıklar yapılmıştır.Hiçbir şeyden habersiz ve sorumsuz bazı siyasiler ve aydınlar, terörle mücadeleyi zayıflatacak söylem ve yaklaşımlarla buna fırsat vermişlerdir.

Bu seferde,açılım diye bu Millet’in onurunu ayaklar altına alan,ne olduğu belirsiz yaklaşımlarla tekrarlanan bir hatanın sonuçları,yaşadığımız acı olay ve eylemlerle ortadadır.

- Açılım denen ve bu Ülkeye çok pahalıya mal olacak süreçle terör örgütüne kendini toparlama ve özellikle moral kazanma fırsatı sağlanmış,Ulusalcı ve Milliyetçi duruşun üzeri de çizilmiştir.

- Silahlı Kuvvetler’e karşı yürütülen olumsuz propaganda çalışmaları ile,Kürt kökenli vatandaşlarımızın terör örgütüne desteğinin artmasına ve Silahlı Kuvvetler’e karşı da güvensiz bir ortamın yaratılmasına neden olunmuştur.

Sözün özü ve kısası;
Terörle mücadeleden zerre kadar haberi olmadan geçmiş mücadeleyi suçlayanlar,bunun üzerinden ucuz siyaset üretmeye çalışanlar, duruşunu kaybeden bürokratlar ve askerler,bu gidişatın bir adım ötesinin Ülkemiz açısından çok daha yıpratıcı ve üzücü bir durum olacağı açıkça ortadadır.
Terörist ifadeleri üzerinden propaganda yapmaktan vazgeçilmedikçe,
geçmişi acımasızca ve hoyratça suçlama terk edilmedikçe ve geçmişte neyin,nasıl,neden yapıldığı araştırılıp doğru ve tutarlı kararlar verilmedikçe,terörle mücadele edilmesi mümkün değildir.

Tarihte birçok örneğine rastladığımız gibi,bu gidişle;
Siyasi hesaplaşma ve kişisel ikbal nedeni ile aynı yanlışı yapanlar bir gün gelecek yine sorgulanacak ve suçlanacaktır.
Ancak,acıyı çeken yine bu Ülke ve bu Ülke’nin Masum Çocukları olacaktır.


1 Mayıs 2010


Kaynak:Ali İhsan GÜRCİHAN

22 Nisan 2010 Perşembe

Danıştay Kameralarını Kim Perdeledi ?


Açık İstihbarat Özel


22.04.2010


Danıştay saldırısı sırasında çekilen video görüntüleri ile ilgili TÜBİTAK'ın hazırladığı bilirkişi raporu 1. "Ergenekon" davasını gören 13 . Ağır Ceza Mahkemesi'ne ulaştı. Raporda; Danıştay saldırısının gerçekleştiği sırada çekilen görüntülerin bilinçli olarak geri dönülemez şekilde silindiği , bazılarının ise kurtarılabildiği yeraldı.


Bu haber ; "Şok gelişme" başlıkları ile yayınlandı.


Halbuki bu gelişme şok değil. Sözkonusu kamera görüntülerinin nasıl karartıldığı ve bu konuda hangi şirketin kamuoyunu ve yargıyı yanıltıldığı bu "şok gelişme" haberlerinden 4; sitemiz yazarlarının "Ergenekon" çuvalına dahil edilmesinden 1 sene önce yayınlanmıştı.


Sitemizde Danıştay saldırısı sonrasında, bu saldırının "türban" gerekçesinin sadece bir perdeleme olduğu ve bu saldırının "gladio" işi bir operasyon olduğuna dair bir dizi analiz yayınlandı.


O tarihte ; kendini "terör uzmanı" diye pazarlayan bazıları kanal kanal dolaşıp "bu bireysel bir saldırıdır" tezini belli bir görev bilinci ile tekrarlayıp duruyorlardı.


O noktada Emniyet, Oyak Güvenlik ve Acıbadem Hastanesi'ne aşağıdaki soruları sormuştuk :


  • Olay yerindeki her türlü unsur olay yeri incelemesine tabi tutulmalıdır. Danıştay'ın girişindeki kayıt sistemi üzerinde; Emniyet'ten önce Oyak Güvenlik yetkililileri nasıl inceleme yapabilmiştir? Danıştay cinayet mahalli ise; bu mahaldeki her türlü unsurun önce Emniyet tarafından incelenmesi gerekmez mi?

  • Onbinlerce dolar verilerek bilgisayar kriminolojisi eğitimi almış elemanlara ve silinmiş bilgisayar disklerindeki bilgileri bile kurtarabilecek (Meraklısına Not: Bilgisayarlar bilgiyi silmez, sadece silinen bilginin bulunduğu alanı bir daha üzerine yazılabilir şekilde işaretler) teknolojiye sahipsiniz. Buna rağmen; Oyak Güvenlik'in "bu harddisk teknik nedenlerle silinmiş" açıklamasını neden yeterli buluyorsunuz ve sözkonusu sabit diskteki "silinmiş" verileri neden kriminolojik incelemeye tabi tutmuyorsunuz?

  • Oyak Güvenlik bir zahmet "kayıtlı görüntülerin" hangi teknik nedenle silindiğinin ayrıntılarını verebilir mi? Biz; durup dururken, bir kayıt sisteminin eski verileri nasıl sildiğini açıkçası çok merak ediyoruz?

  • Acıbadem Hastanesi'nde arkadaşlarına ve yakınlarına gösterilmeden bir buçuk gün boyunca tecrit edilen Muzaffer Tekin'in odasının önündeki kamera ne zaman söküldü; yoksa o da mı Danıştay kamerası gibi arızalıydı?


O günlerde gazeteler Danıştay saldırısının en önemli kanıtı üzerine gitmek yerine, sayfalarını "kaçak Muzaffer Tekin" manşetlerine ayırmakla meşguldu ve kamera ile ilgili haber iç sayfalarda aşağıdaki şekilde verildi :


Danıştay yetkilileri, olayla ilgili Oyak Güvenlikle bir toplantı yaptı ve Oyak Güvenlik yetkilileri Danıştay girişindeki görüntü kayıt sisteminin saldırıdan bir gün önce arızalandığını saptadı.


Bilgisayar hafızasını inceleyen bilgisayar yetkilileri; "Arızanın dışarıdan bir müdahale ile olmadığını, teknik bir nedenden kaynaklandığını" belirlediler.


Yetkililer arıza nedeni ile bilgisayarın harddiskindeki önceki kayıtların da silindiğini belirttiler.


Açık İstihbarat; o tarihte bu açıklamaların teknik bir yalan olduğuna ve ilgili şirketin kamuoyunu ve yargıya yanılttığına dikkat çekti fakat kimse bu bariz yalanın üzerine gitmedi.


Şimdi ise olaydan dört sene sonra sanki bu gerçek yeni keşfedilmiş misali balık hafızalı topluma "Şok Gelişme" başlıkları ile servis ediliyor.


Ortada şok bir gelişme yok. Dört senedir perdelenen bir delilin içyüzünün kamuoyuna malolması durumu ile karşı karşıyayız.


Dört senedir üzerine gidilmeyen bir delilden, dört sene sonra medet ummanın pek bir faydası olmasa da; Cumhuriyet tarihinin en hain saldırılarından biri ile ilgili o günlerde yapılan perdelemelerin sorumlularına nihayet doğru soruların sorulmaya başladığını görmek her vatandaşı sevindirmeli. Gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkacağı yolundaki o kadim inanca olan güven sarsılmamalı.


Açık İstihbarat


Bu yazıda refere edilen yazılar :


Cumhuriyet Fetullah'ı ; Zaman Silahları Perdeledi


Kilit İsim Fetişizmi, Kilit Kameraları Karartıyor


Kaynak: Açık İstihbarat

21 Nisan 2010 Çarşamba

ABD'nin Yeni "Manhattan Projesi" ve Gülen'in Çiftliği


Açık İstihbarat Özel



21.04.2010


Abartı , gerçeğin ve ancak gerçek sayesinde vücud bulabilecek olan adaletin düşmanıdır. Bu nedenle; abartıdan medet ummak uzun vadede hedefinize aldığınız odağın elini güçlendirir, elinizdeki silahı alıp size doğrultmasına neden olur.


Gülen cemaati ile ilgili ; ABD'deki bir aşırı sağcı blog yazarının haberi ile tetiklenen haberler zinciri abartının bumerang özelliğine güzel bir örnek.


ABD'deki sağcı bir blog yazarı Gülen'in çiftliği hakkında ; ABD'lilerin zeka seviyesine hitap eden ve onları rahatlıkla ajite edecek bir yazı yazdı ve işi Gülen'in çiftliğinde kalaşnikoflu silahlı eğitim yapıldığına kadar vardırdı. Bu blog yazısının üzerine giden Pocono Record gazetesi ise çiftlikte gerçekte ne olduğunu ortaya koymak adına çiftliği ziyaret etti ve ortaya Gülen propagandasına dönüşen bir haber çıktı.


Kalaşnikoflu eğitim çamuru atalım denirken; "kamil ve barış dolu insanlar cenneti" propagandası ile son buldu.


Halbuki ; Gülen'in çiftliğinin sırrı, olduğu iddia edilen kalaşnikoflu eğitimlerde değil.


Gülen'in çiftliğinin sırrı görebilenler için açık. Açık İstihbarat olarak; AB-D kontrolündeki Gülen Hareketi'nin Kabala ve Pentagon jargonu ile barışıklığına daha önce dikkat çekmiştik.


Bu bağlamda Gülen'in çiftliğinin ismine dikkatinizi çekiyoruz :


"Altın Nesil Eğitim Merkezi"


"Altın Nesil"; AB-D'nin başat gücünü teşkil ettiği küresel güçlerin yeni "Manhattan Projesi"dir.


"Manhattan Projesi", bilindiği üzere, bünyesinde binlerce kişi çalışmasına rağmen yıllarca gizli tutulan ve ABD'nin atom bombası üretmesi ile sonuçlanan projedir.


"Altın Jenerasyon" projesi atom bombası değil; "üstün insan" üretmeyi amaçlayan bir eugenics (insan ırkını geliştirme) projesidir.


AB-D'nin Nazi Almanyası'ndan devraldığı bu çok ayaklı proje için dünya çapında kurulmuş "laboratuvar" ortamları vardır . Cemaatler bu laboratuvar ortamlarının oluşturulması için ideal platformlardır. Keza ; büyük deprem felaketleri sonrasında Hristiyan cemaatler tarafından bölgeden çalınan bebekler de (Bkz: Marmara ve Haiti Depremleri) bu "laboratuvar"lar için ideal malzemelerdir."Cennet kokuları" koklatılarak cinayetlere yollanan Alparslan'lar ideal sonuçlardır.


Son yılların en popüler dizisi "Lost" , "bir deney adasında kaybolan bir insanlık" hikayesi üzerinden kamuoyunun bilinçaltına farklı bir mesaj kazımaktadır. Keza; bugün CIA tarafından finanse edildiği resmi kanıtlarla belgelenen George Orwell'in ünlü romanı "Hayvan Çiftliği" bu yönde dünya kamuoyuna sunulan ilk işaret fişeklerindendir.


Sözkonusu "laboratuvarlardan" tetikçide çıkarabilirsiniz, siyasi lider de. Önemli olan; çeşitli yöntemlerle (ruhani, fiziki, sosyal , farmakolojik, v.s.) öz benliğinden koparıp amaçlarınıza hizmet edebilecek kıvama getirebileceğiniz insanları seçebileceğiniz uzun vadeli havuzlar oluşturmak ve bu havuzları farklı gerekçeler altında işletebilmektir.


Cemaatler, son yıllarda şehirlerde mantar gibi biten bireysel gelişim "cemaatleri", "liderlik" programları bu yönleri ile istihbarat servislerinin ya bizzat kurduğu ya da sızdığı yapılar olarak ideal insan havuzlarını teşkil etmektedir.


Gülen cemaati; kalaşnikof iddiaları ile değil , AB-D'nin başat rolü oynadığı küresel güçlerin Manhattan Projesi olan "Altın Jenerasyon" projesine sunduğu dünya çapındaki bu değerli insan havuzu rolü ile incelenmelidir.


Açık İstihbarat


---------- Gülen'in Çiftliği ile ilgili Gerçek Gündem'de Yeralan Haber ------------


Fetullah Gülen’in çiftliğini hakkında ağır bir yazı yazan gazeteci görüntüledi.


Amerika’nın Pennsylvania eyaletinde yaşayan bir aşırı sağcı eski gazetecinin,


“Dünyanın en tehlikeli İslamcısı aramızda yaşıyor” başlıklı bir haberi sitesinde yayınlaması olay yarattı. Fethullah Gülen’in yaşadığı bölgede yayın yapan Pocono Record gazetesi Gülen’in kaldığı çiftliğe gitti


Resmi kayıtlarda 'Altın Jenerasyon İbadet ve Dinlenme Merkezi' olarak görünen evi görüntüleyen gazete komşularıyla konuşup iddiaların asılsız olduğunu manşet yaptı. Gülen’in akciğerlerinin su topladığı ve odasından sadece cemaate imamlık yapmak için çıktığı da haberde yer aldı


1999 yılında Amerika’ya giden ve 11 yıla yakın süredir hayatını bu ülkede sürdüren Fethullah Gülen’in Pennsylvania eyaletindeki Pocono Dağı eteklerinde yer alan Saylorsburg kentinde kaldığı çiftlik ilk kez görüntülendi.


Vatan Gazetesi'nden Uğur Koçbaş'ın haberine göre; Gülen’in yaşadığı villayı gün yüzüne çıkaran gelişmeler ABD’li öğretim üyesi olan eski FBI danışmanı Paul L. Williams adlı aşırı sağcı gazetecinin “Son Haçlı Seferi” adlı internet blog’unda yazdığı yazı ile patlak verdi.


Williams, Gülen’in yaşadığı “Altın Jenerasyon İbadet ve Dinlenme Merkezi” ne (Golden Generation Worship and Retreat Center) gidip burada çektiği fotoğraflarla Gülen’i ağır ifadelerle eleştiren bir yazı yazdı.


“Dünyanın en tehlikeli İslamcısı’nı Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan’da ya da Somali’de aramayın. Yanıbaşımızda 30 milyar dolarlık servetiyle dünya genelinde bir halifelik kurmak için çalışıyor. Çiftlikte Kalaşnikof’larla silahlı eğitim yapılıyor. Çevredekiler yükselen silah sesleri nedeniyle FBI’a defalarca şikayet iletti. FBI da buraya baskınlar düzenledi.


Ancak valiliğin Gülen’i bölgeden gönderme girişimleri kendisine Green Card (Yeşil Kart) verilmesi sonrasında sonuçsuz kaldı. 100 dönümlük çiftlikteki helikopterler alçak uçuş yaparak çevredekileri rahatsız ediyor. Silahlı 100 İslamcı tarafından kale gibi korunan çiftlikte yaşayan Gülen’in bu aktivitelerine FBI, CIA ve federal hükümet nasıl sessiz kalıyor?”


diye sordu.


Komşularla konuştular


Williams’ın bu yazısı çiftliğin çevresinde yaşayan Amerikalılar arasında huzursuzluk yaratınca bölgede yayın yapan yerel gazete Pocono Record, “ABD’de şok etkisi yarattığını” söylediği yazıda yer alan iddiaların doğru olup olmadığını incelemek için çiftliğe giderek çekim yapmak istedi.


Merkezde yaşayan Gülenciler de yazılanların iftira olduğunu kanıtlamak adına Fethullah Gülen’in yaşadığı evi ve çiftliğin birçok noktasını fotoğraflama izni verdi.


Gülen’in yaşadığı villa da 11 yıl sonra ilk kez bu şekilde görüntülenmiş oldu. Gazete ayrıca çiftliğin çevresindeki Gülen’in komşularıyla da röportaj yaptı ve, Amerikalılar’ın “Hiç silah sesi duymadık. Beraber piknik yapıyoruz. 11 Eylül’den sonra defalarca kapımızı çalıp yaşananlardan dolayı özür dilediklerini ve bu saldırıyı yapanların İslam’la alakası olamayacağını anlattılar” şeklindeki sözlerine yer verdi.


Howard Beers adlı Amerikalı haftada 6-7 gün çiftliğe gidip oradaki tadilat işlerini yaptığını belirterek, “Hepsi çok iyi insanlar. Eğer burada bahsedilen şeylerden biri yaşanmış olsaydı bunu ilk görecek insan ben olurdum. Çiftlikte olduğum süre içerisinde hiç bir zaman ne bir silah gördüm ne de silah sesi duydum. Söylenenlerin hepsi asılsız” ifadesini kullandı.


GÖLET VE REZİDANSLAR VAR


Pocono Record gazetesi muhabiri Dan Berrett, 5 milyon müridi olduğunu söylediği Gülen’in yaşadığı çiftliğin bir dinlenme merkezini andırdığını, içinde basketbol ve futbol sahaları, eski ağaçlar, gölet ve çiftlikte yaşayan 100 kişi ve ziyarete gelen konuklar için rezidanslar bulunduğunu yazdı.


O ADAMIN SÖYLEDİĞİNİN TERSİYİZ


Amerikalı gazeteciye faaliyetleri ve Gülen hareketi konusunda bilgi veren merkezin başkanı Bekir Aksoy, “O adamın söylediklerinin tam tersiyiz” açıklamasını yaptı. Berrett de çiftlikte bulunduğu süre içerisinde hiç silah görmediğini, orta yaşlı, modern kıyafetler giyen ılımlı ve bıyıklı insanların burada yaşadığını, ayrıca başörtülü kadınların ve kız çocuklarının da göze çarptığını aktardı.


‘GELİŞİ BİR KAZAYDI’


Çiftlikteki merkezin yöneticileri, Gülen’in kendilerinin misafiri olduğunu belirterek girişte güvenlik önlemlerinin alınma sebebinin de Gülen’i yağmur gibi gelen Türk ziyaretçilerden korumak olduğunu söyledi. Bekir Aksoy, “Burayı çok sevdi ve bir daha da ayrılmadı. Aslında buraya gelişi bir kazaydı” dedi.


Akciğerleri su topladı


Merkezde Gülen’le birlikte yaşayan Türkler, gazeteye verdikleri bilgide 68 yaşındaki Gülen’in sağlık problemlerinin arttığını ve akciğerlerinin su toplamaya başladığını aktardı.


Ayrıca diyabet, yüksek tansiyon ve kalp rahatsızlığı bulunduğunu belirtti. Bu nedenle odasından günde 5 vakit kılınan namaza imamlık etmek için çıkması dışında çok nadir dışarıya adım attığını anlattı.


Çiftliğin eski bir yaz kampı olduğu, Kemal Özgür adlı mikrobiyolog bir Gülenci’nin Minnesota’da tanıştığı Gülen’i buraya devat etmesinin ardından Fethullah Gülen’in o zamandan bu yana hayatını burada sürdürdüğü belirtildi.


FBI’ın çiftliğe geldiğini doğrulayan merkez, bunun Gülen’in göçmenlik tartışması sırasında gerçekleştiğini ve uzun yıllar önce olduğunu kaydetti. Gazetenin bilgisine başvurduğu FBI ajanı J.J. Klaver da, “Yıllardır o çiftliğe hiç gitmedik” bilgisini iletti.


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

14 Nisan 2010 Çarşamba

ABD İstihbaratının Kılavuzu Kargalar : Taraf ve Zaman


Açık İstihbarat Özel


ABD istihbarat servislerinin tarihi; Hollywood filmleri ile pompalanan görüntülere rağmen, fiyaskolarla doludur. İçine sızan küresel ve yerel güçlerin etkisi altında bir kabuk devlete dönüşen ABD'yi yönetmeye çalışanlar sözkonusu istihbarat servislerinin yanlış yönlendirmeleri sonucu bir çok hatalı kararın altına imza atmıştır. Bu zaaf; ABD'yi küresel sistemin başat gücü olarak kullananların da işine gelmiştir.


ABD istihbarat servislerinin bu zayıf performansının arkasında istihbarat kaynaklarının zayıflığı ve/veya güvenilmezliği yatmaktadır. Ortadoğu konusunda İsrail'den ; Irak konusunda Irak'ın İngiltere'de lüks hayat yaşayan dolandırıcı elitlerinden istihbarat alan bir yapının karar vericiler için sağlıklı istihbarat üretmesi zaten süpriz olurdu.


Aşağıda ; ABD istihbaratının kaynak zaafının net bir örneği ile karşı karşıyasınız.


ABD Ulusal İstihbarat Direktörlüğüne bağlı , açık istihbarat Merkezi ; Türkiye'deki "Ergenekon" davası ile ilgili kapsamlı bir rapor hazırlamış ve bir de "Ergenekon Kılavuzu" diye iddialı bir başlık atmış.


Raporu aşağıda aynen dikkatinize sunuyoruz.


Dikkatinizi özellikle ABD açık istihbarat merkezinin kaynaklarına çekmek istiyoruz...


ABD'nin açık istihbarat merkezinin raporu hazırlarken kullandığı ana kaynaklar : Taraf ve Today's Zaman.


Ne diyelim...


Kılavuzu karga olanın burnu bataklıktan kurtulmazmış...




Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

7 Nisan 2010 Çarşamba

Özkök'e Belge Suçlaması İlk Değil (Çayırdaki İneğe Soğan Yedirmeye Başlarsa Şaşmayın )


Açık İstihbarat Özel


Askerinin başına çuval geçiren ülkenin büyükelçisini çuval olayından iki gün sonra Genelkurmay karargahında ballı börekli ağırlayan Hilmi Bey'a Amerikal'lı dostları Turkcell reklamındaki "yabancı damat" misali şöyle derlerdi :


"You are loosing your cool, man. Calm down"

(Hey adamım, sakin ol)


Herkesi kendi zanneden Hilmi Bey'in ; Çetin Doğan'ın kendisine, devletin resmi belgeleri ile ilgili çok ağır suçlamalar yönetmesinin ardından, "kasaptaki ete soğan doğramayan" o "cool" tavrını kaybetmeye başladığı ve etrafa "saygın olun, susarak bekleyin" telkinleri yapmaya başladığı görülüyor.


Bu çizgide devam edilirse ; "kasaptaki ete soğan doğramayan" Hilmi Bey'in ; çayırda otlayan ineğe soğan yedireceği günlere doğru gidebiliriz.


Hilmi Bey'in Çetin Doğan'ın suçlamalarına istinaden; ailenizin resmi gazetecisi Fikret Bila'ya verdiği demeçte o eski , köfte ekmek yiyip ifade verdiği günlerden eser yok. Mevlana'dan girip , "akıllı ol"'dan çıkan açıklamalarda, Doğan'ın suçlamalarına yönelik somut bir cevap ara ki bulasınız.


Doğan'ın en ağır suçlaması, Hilmi Özkök'ün Kozmik Oda'dan kurallara aykırı olarak belge çıkarttığı yönünde. Doğan'ın açıklamasından ; Kozmik Oda'nın o dönemki kayıtlarının da yok edildiğini anlıyoruz.


Fikret Bila'ya yaptığı açıklamalarda kendilerini savcılar yerine koyduğu ve onlarla psikolojik bir özdeşleşme yaşadığı her halinden anlaşılan Hilmi Bey'in bu tarz "belge eksiltme" suçlamasına karşı neden bu kadar hassas olduğunu anlamak için bilmeniz gereken bir ayrıntı var.


Hilmi Bey ; Ergenekon'la bağlantılı ilk kez belge yoketmekle suçlanmıyor.


Hilmi Özkök ; "Ergenekon" duruşmaları sırasında , MİT'in kendisine sunduğu "Ergenekon şemasını" yoketmekle suçlandı.


Mahkeme sırasında kanıtlandığı üzere ; zamanın MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, gelen isimsiz bir ihbar mektubuna dayanarak hazırladığı bir "Ergenekon şemasını" , 10 Temmuz 2003 günü Özkök'e iletiyor.


Atasagun; daha sonra basına da yansıyan açıklamalarında , bu şemanın saçma olduğunu ama sözkonusu ihbar mektubuna dayanarak hazırlanan bu şemayı göndermemesi durumunda zor kalacağını belirtti.


İlgilenenler için belirtelim; o şemada Doğu Perinçek'le birlikte , Şıh Şamil Tayyar'ın patronu Ethem Sancak 'da var. "Ergenekon"''un vakanüvisti Şıh Şamil Tayyar doğal olarak bu ayrıntıyı görmedi.


Hilmi Bey'i ilgilendiren kısım ise yine mahkeme safahatında ortaya çıktı.


Mahkeme resmi bir yazı ile MİT Başkanı'nın resmi olarak Genelkurmay Başkanlığı'na ilettiği bu yazıyı istedi.


Genelkurmay Başkanlığı'nın 9 Şubat 2009'da mahkemeye yolladığı yazıdaki cümleyi aynen aktaralım;


"MİT'in Genelkurmay Başkanlığı'na gönderdiği bu şema bulunamamıştır"


Gördüğünüz gibi Genelkurmay da; belgenin yollandığını fakat bulunamadığını vurgulayarak, sorumluluğu diplomatik bir dille Hilmi Bey'in üzerine yıkmıştı.


Başbuğ'un ince diplomasi ile Özkök'ü işaret etmesinin ilk örneklerinden biri bu yazı idi. Daha sonraki örneğini ; "Başbuğ'un Görsel Diplomasisi Özkök'ü İşaret Ediyor" başlıklı haberimizle dikkatinize sunmuştuk


Askerini başına çuval geçirenleri ballı börekli Genelkurmay'da ağırlayan Hilmi Bey'in ; Doğan'ın sert ve net suçlamaları karşısında sakinliğini kaybetmesi boşuna değil.


O herkesin "saygın ve suskun" bir şekilde sürecin sonlanmasını beklemesini istiyor.


Neden acaba?


Kendini "entellektüel" olarak pazarlamayı seven Hilmi Bey; tarihte hukuka susarak değil, konuşarak hizmet edildiğinin farkında değil mi?


Bazıları Doğan gibi suskunluklarını bozarsa ; "darbeyi önleyen demokrat paşa" efsanesinin yıkılmasından mı korkuyor?


Özkök; çayırdaki ineğe soğan yedirmeye başlarsa şaşmayın.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

4 Nisan 2010 Pazar

Çok önemli bir belge: Güneydoğu'daki kripto Ermeniler / Fatma Sibel YÜKSEK


Halaçoğlu olmasaydı, bir süredir Türkiye Cumhuriyeti'nin altını etnik temelde oymaya çalışanlar, şimdiye kadar amaçlarını çoktan gerçekleştirmiş olabilirlerdi. Emperyalist bir plandır bu. İstediklerini başarma konusunda epeyce yol aldıkları bir gerçek ama Türk Tarih Kurumu gibi Mustafa Kemal Atatürk'ün emaneti olan kurumlar ve Halaçoğlu gibi bilim adamları sayesinde son vuruşu bir türlü yapamıyorlar.

Profesör Halaçoğlu'nu en son Fatih Altaylı'nın Teke Tek proğramında izledim. Programa elini kolunu sallaya sallaya, hiçbir hazırlık yapmadan geldiği izlenimi veren Ermeni vatandaş, dilbilimci Sevan Nişanyan'ı çok zor durumlarda bıraktı. Türk Milleti'nin alnına yapıştırılmak istenen “soykırımcı” yaftasını sadece bizim arşivimizden değil İngiliz, Rus, hatta Ermenilerin kendi belgeleriyle geçersiz kıldı.

Türkiye'nin aslında “Türklere ait olmadığı” yalanı özellikle 1990'lı yılların başından itibaren bir psikolojik savaş yöntemiyle halk arasında yayılmaya başladı. “Türkiye'de zaten Türk yok ki, biz de Gürcü'ymüşüz” gibi lafları sıradan vatandaşlarımızın ağzından duyar olduk. Magazin programlarında bile insanlar, ilgili ilgisiz “Biz aslen Giritliyiz”, “Biz aslen Arnavutuz” demeye başladılar. Bu şablon ağızlara o kadar pelesenk oldu ki örneğin bendeniz sırf bu duruma duyduğum tepkiden dolayı yıllardır “Çerkesim” diyememekteyim.

Milli bilinç bu şekilde tahrip edildikten sonra Türkiye Cumhuriyeti'ni çeşitli etnik bölgelere ayıran haritalar yayımlanmaya başladı. Bu tür uyduruk haritalara kendi içimizden bile “Canım ne var bunda” diyenler maalesef mevcut...

Konumuza dönelim; Yusuf Halaçoğlu, Fatih Altaylı'nın programında tehcir sırasında binlerce Ermeni'nin katledildikten sonra yok edildikleri iddiası gündeme gelince çantasından bir belge çıkardı ve “Gerekirse bunu açıklarız” dedi, sonra da belgeyi tekrar çantasına koydu.

Bu belgenin ne olduğu merak uyandırdı doğal olarak.

Belgenin peşine düşen gazetecilerden ipi göğüsleyen Yeniçağ gazetesinin eski başarılı muhabiri Ceyhun Bozkurt oldu.

Yeniçağ'dan ayrılan Bozkurt, haberlerini artık www.avazturk.com adlı internet sitesinde yayımlıyor.

(Yeniçağ gibi gazetelerin böyle başarılı muhabirleri bünyesinde barındırmaması üzüntü verici bu arada...)

Çalışkan muhabir Bozkurt, yemedi içmedi, belgenin peşine düştü ve sonunda amacına ulaştı; o belgeyi elde etti. Halaçoğlu'nun “gerekirse açıklanır” dediği belge, Güneydoğu’daki “kripto Ermenilerin”, yani Kürtleştirilmiş Ermenilerin tam listesiydi!

Bu liste şu tarihi gerçeği de ilk kez belgelemekteydi: Tehcir sırasında yollarda katledildikleri veya ölmelerine göz yumulduğu iddia edilen Ermenilerin büyük bir bölümü Kürt ismi alıp müslümanlığa geçmiş, böylece tehcirden kurtularak güneydoğu illerine yerleşmişlerdi.

Ceyhun Bozkurt'un yayımladığı belgeye baktığımızda, bu “Kürtleşmiş” Ermenilerin torunlarının bugün PKK saflarında yer alan isimler olduğunu görüyoruz. Şunu da söyleyelim, belgenin ele geçirilen kısmı belli ki listenin tamamı değil. Şimdilik “ucundan” gösterilmiş olan bu listenin çok daha geniş olduğu anlaşılıyor.

Peki Halaçoğlu Türk Tarih Kurumu'nun arşivindeki bu belgeyi şimdiye kadar niçin açıklamadı?

Bu sorunun cevabı açık: Bilim adamı ve devlet adamı sorumluluğu taşıdığı için.

Çünkü bu belge açıklandığında Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “kafa tası fişlemesi yapmakla” suçlanacak, bu arada Türk toplumuyla gerçekten kaynaşmış olan, Türkiye ile hiçbir sorunu bulunmayan “kripto Ermeni” vatandaşlarınız da yok yere rahatsız edilmiş olacaklardı.

Ama suçlamalar o derece şirazeden çıktı, Türklükle ve Türkiye Cumhuriyeti ile sorunu olanlar kendilerini o derece intikam duygularına kaptırdılar ki Türk Milleti'nin eli daha fazla armut toplayamazdı.

Gazeteci Bozkurt, listenin 476'sı PKK terör örgütü mensubu, 569'u PKK yanlısı toplam 1045 kişinin listesini yayımladı. Tam listenin tamamını www.avazturk.com adresinde görebilirsiniz.

Böylece PKK denilen ihanet hareketinin arkasındaki gerçek kimlik ve gerçek amaç biraz daha aydınlanmış oldu.

Ceyhun Bozkurt'u bu habercilik başarısından dolayı kutluyoruz.

Çongar Ailesini İlgilendiren bir CIA Belgesi


Açık İstihbarat


Kendi devletlerine dikta, başka devletlere "think tank" muamelesi yapan sözde entellektüeller; Türkiye'nin psikolojik harp yeteneğinin sekteye uğratılmasından çok değerli roller oynadılar.


Bu sahnenin başat oyuncularından biri kocası CIA'ye çalışan Yasemin Çongar oldu. Çongar'ın "kocam akademisyen" tarzı savunmaları ise; dünyanın en fazla akademisyen, matematikçi, psikolog , vs. istihdam eden kurumlarının ABD istihbarat servisleri olduğunu bilenleri güldürmekten öteye işe yaramadı. Yasemin Çongar; akademisyen veya gazeteci olmanın bir insanın istihbaratçı olmasına engel olmadığını bilecek konumda halbuki.


İşte kocası CIA'ye , kendisi bir tarafa çalışan Çongar gibileri ilgilendiren bir başka belge daha...


Belge, CIA Red Cell'in Avrupa'da özellikle Almanya ve Fransa kamuoylarını Afganistan'daki savaş ile ilgili olumlu etkileyerek, bu hükümetlerin ABD'ye destek verme konusunda ellerinin nasıl güçlendirileceğine dair analizler ve öneriler içeriyor.


Belgeden malum olan bir kez daha netleşiyor ki; CIA her türlü psikolojik harp kulvarında at koşturuyor. O ülkelerde de CIA'yi sırtına almaya hevesli at bulmakta da zorluk çekmediği de ortada.


Diyeceksiniz ki; bu belge ile Çongar'ın kocasının bağlantısı ne...


Dosyalar bölümümüze eklediğimiz CIA raporunu bir inceleyin; bakalım bağlantıyı siz bulabilecek misiniz...


Olmazsa daha sonra hatırlatacağız.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat

28 Mart 2010 Pazar

ŞEMSİYE TUTANINIZ BOL OLSUN …/ Ai İhsan GÜRCİHAN


Bir topluluğun olduğu yerde ne zaman yağmur yağsa,

Ve de orada yetkili,haşmetli kişiler varsa,
Islanmasın diye bir yerleri ,
Seyir eyle şemsiye tutmak için yarışan hanım ve beyleri.

Nereden bulurlar hepsi de bir örnek,
O kadar çok şemsiyeyi ve de şemsiye tutacak koyu renk elbise giyenleri.
Hayretler içersinde kalırsın görünce şemsiye tutuştaki o resmiyeti.

Sanırsınız toplantı meydanının etrafı şemsiyeci çarşısı,
Yetkililerin arkasında duran insanların her biri de şemsiye satıcısı.

Damla düşmeden Haşmetlü’nün üstüne,
Mimar Sinan gibi konduruverirler,
Cami’ye benzer seyyar ve de siyah renk koca bir kubbe.

Bekleyenler,Dinleyenler,İzleyenler sırılsıklam kalmış ya da kalacak,
Bizim Haşmetlü’ler ise öyle itina ile korunur ki ,
Sanırsın yağmur damlası düşse üstüne hemen zatürre olacak.

Saygıdeğer okurlar ;
Bir gerçeği biraz abartıp mizah ile yazmaya çalıştım.

Hepimizin bildiği gibi Demokrasi’nin seviyesi esas olarak,insan’a verilen değer ile ölçülür.
Birey’in kişiliğini ve kimliğini ortaya koyması için onun düşünce,söylem ve davranışına gösterilen hassasiyet,demokrasi inancımızın samimi olup olmadığını ortaya koyan en önemli belirleyicidir.
Görüntü olarak dahi olsa bireysel yaşamın kul davranışından,özgür davranışa
geçemediği toplumlarda gerçek demokrasiden bahsetmek de mümkün değildir.

Kağıt üzeri demokrasi söylemleri ve çığırtkanlığı, işin sadece gösteri tarafıdır.
Esas olan,Demokrasi’nin en değerli varlığı bireyi kıymetli yapabilmek,maddi ve
manevi açıdan özgür davranan insan haline getirebilmektir.
AB değerlerini ve anayasalarını örnek göstererek Ülkemize demokrasi getiriyoruz
diyenlerin, eğer samimi iseler örnek aldıkları o ülkelerin liderlerinin bireysel davranışlarını da dikkate almaları gerekmektedir.

Kısacası bu Ülke’ye Demokrasi ;
Bireysel açıdan gelişimini tamamlamış,özgürlüğü beyninde hazmetmiş,kendi şemsiyesini de kendi tutabilecek seviyeye ulaşmış gerçek Demokratlar tarafından getirilecektir.

Gerçek Demokrasi adına,halen umutla ve özlemle bekliyoruz.

29 Mart 2010


Kaynak: Ali İhsan GÜRCİHAN

Yorumsuz... / Fatma Sibel YÜKSEK


Aşağıdaki üç açıklama, değişik tarihlerde Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek tarafından yapıldı.


1. Açıklama, 15 Mayıs 2009, Cemil Çiçek Anadolu Ajansı’na konuşuyor:

“En evvel düzeltilmesi gereken Anayasa olduğu yerde duruyor. Çünkü bu Anayasa’nın müktesebata uymayan, günümüzün anlayışına uymayan birçok maddesi var. Türkiye şöyle bir çelişkiyle karşı karşıya: Siz iktidar ve parlamento olarak çıkardığınız yasaları Anayasa’ya uygun çıkarmak mecburiyetindesiniz. Aksi halde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir. Anayasa eğer AB müktesebatına uymuyorsa yani yanlışsa doğru bir işi yanlış bir Anayasa’ya uydurmak gibi bir garabeti Türkiye yaşıyor. Onun için de zaman zaman Türkiye’de reformların yapılamamasının önündeki en büyük engel olarak bu Anayasa duruyor.

Eğer bu Anayasa’nın değişmesi gerekiyorsa -ki bize göre değişmesi gerekiyor- 5 madde dışında bu Anayasa’nın geri kalan tüm maddelerini de değiştirebiliriz, uzlaşarak, anlaşarak, herkes katkı vererek en başta ana muhalefet partisi, Meclis’te grubu bulunan partiler, dışarıda meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri dahil herkesle birlikte biz bu Anayasa’nın istisnaları dışında tümünü değiştirebiliriz. Ne kadarını değiştirmek imkanımız varsa bunları birlikte konuşarak, görüşerek, müzakeresini yaparak Meclis çatısı altında bunu gerçekleştirebiliriz. Bu işin gerçekleşeceği mekan, platform, çatı TBMM’dir.”

2. Açıklama, 8 Ocak 2010 (8 ay sonra) bu kez Radikal gazetesi Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’e konuşan Çiçek, 120 günlük referandum süresini düşürme çalışmasının anayasa değişikliği ve referandum ile hiçbir ilgisinin olmadığını bakın nasıl anlatıyor:

“Bunlar ayrı zamanlarda gündeme gelen konular olmasına rağmen bugün gündeme geldiği için birlikte algılanması doğal ama aralarında bir ilinti yok. Şimdi gündeme gelmesinin nedeni, zaman itibarıyladır. 2007’de seçim kararı verilmişken çıkarmak istedik, zaman yetmedi çıkaramadık. Şimdi ortam müsaitken çıkaralım dedik. 120 günlük sürede, konular siyasi hesaplaşmaya dönüşüyor; 45 gün süre yeterli diye düşünüyoruz. Daha önce, 1988’de ANAP döneminde mahalli idareler konusunda 45 gün sürenin uygulanmışlığı vardır.


Bu düzenlemenin önünde, arkasında başka bir şey yok. Şu anda ortada referandum konusu yok. Ayrıca, hak ve özgürlükler konusunda referandum olmaz. Bu konularda referandum zaten düşünmeyiz.


Anayasa değişikliği konusu şu an gündemimizde yok. Yapmak istemediğimizden değil. Tersine, Anayasa değişikliğini çok arzu etmemize rağmen, reel politika, Meclis aritmetiği buna izin vermiyor. Halen 336 milletvekilimiz var. CHP şu anda hiçbir Anayasa değişikliğine yanaşmıyor. MHP de ‘CHP’yi ikna edin, öyle gelin’ diyor. 330-367 arası oy referandum gerektiriyor. Ama referandum sadece bizim elimizde değil.


Anayasa değişikliği, sayısal değil, geniş uzlaşma işidir. Biz bunu Meclis’te yapacağız, geniş mutabakatla yapacağız. Şu an itibarıyla, biz bu yasa değişikliği teklifini yaparken, arkasından da Anayasa değişikliği getirelim diye aramızda bir konuşma yapmış değiliz. İstemediğimizden değil, koşullar uygun olmadığından...”

3. Açıklama, 22 Mart 2010, Anayasa değişikliği paketinin açıklandığı gün. Cemil Çiçek konuşuyor:


“1982 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra dünyanın en çok tartışılan anayasası olmuştur. Yeni bir Anayasa'ya ihtiyaç olduğu kesindir. Mevcut Anayasa Türkiye'ye dar gelmektedir.

Bugünkü Anayasa AB normlarına uymuyor, AB normlarını dikkate alırsanız Anayasa'ya uymuyor. Dünyada ve Türkiye'de hızlı bir değişim yaşanıyor, hiç kimse 2000 Türkiye'sinin, 2010 Türkiye'si olduğunu söyleyemez. Bu Anayasa değişliklerinin hedefi, halk egemenliğini her alanda tesis etmek ve halkın iktidarını güçlendirmektir. Biz kendi iktidarımızı güçlendirmek yerine, yüksek standartta bir demokrasi hedefliyoruz.


Herkes bu Anayasa'nın değişmesini istiyor ama her seferinde bir bahane bulunarak başka bahara erteleniyor. O nedenle bugün yaşadığımız bir kısım problemlerin temelinde bu Anayasa'nın yattığını biliyoruz. Biz bu değişikliğin yapılabileceği kanaatindeyiz. Geçen her günün bir kayıp olduğunu düşünüyoruz.”


Üç ayrı zaman dilimi, üç ayrı açıklama ve bir Bakan…

Bu yorumsuz pazar yazısını tarihi yazacak olanların dikkatine sunuyoruz…


25 Mart 2010 Perşembe

Ergenekon'un Arkasındaki Mutabakatları Yıllar Önce Duyurmuştuk


(Açık İstihbarat : AKP iktidarının bir mutabakata dayandığını 8 sene önce (Bkz: Hac Yolunda Değil, Haç Yolunda) ; Ergenekon mutabakatlarını ise iki sene önce yazmıştık.

Erken uyanmak isteyenler Açık İstihbarat okur)


Ergenekon operasyonu, bu büyük dönüşüm projesinde “Yeni Devlet’in” müttefikleriyle birlikte kurguladığı kilit operasyonlardan biridir; bir “temizlik” yani kadro operasyonudur.

Operasyonun çekirdek-merkez dinamiğine hakim olan Devlet, o yüzden makro hedeflerine hizmet edecek şekilde kurunun yanında yaşları da yakmakta bir mahzur görmemektedir.

Ellerinde, işleri bittikten sonra kamuoyu tanrılarının önüne atılacak savcılar, bolca komiser ve medya bulunmakta nasılsa.

Toz bulutları dağıldığında,“Yeni Devlet’in müttefikleriyle ortak oyuncağı olan “Gladio-Ergenekon”kendini daha iyi perdelemiş, ayakbağlarından kurtulmuş ve kamuoyunda “Derin devlet/çeteler/ gladio artık pasifize edildi” şeklinde sahte bir güvenlik hissi yaratmış olarak yoluna devam edecektir.

2009-2012 arasında gerçekleşecek “esas darbe”ve beraberinde gelecek siyasi paradigma değişimi, kontrol dışı unsurlar temizlendiği için çok daha kontrollü gerçekleşecektir.

Bu yanıyla Ergenekon, bir bakıma “9 Mart’tan önce yapılan bir 12 Mart “operasyonudur.

------------------------------------------------------------------------------------------


Tespiti baştan yapalım, ayrıntısına sonra girelim…

“Ergenekon” bir kadro operasyonudur.

“Ergenekon” bir “Yeni Devlet” operasyonudur.

“Ergenekon” bir darbe üzerinden Türkiye’yi federalleştirecek esas darbe sürecini kolaylaştırma ve gizleme operasyonudur.

Burada, “operasyon” ile yargı sürecini değil, bu yargı süreci ile şekillendirilen kamusal siyasi alanı kastettiğimi de ayrıca vurgulamalıyım.

Hiç kimse işin sadece bir AKP operasyonu olduğunu zannetmesin. Devleti belediye zannedenlerin çapını fazlasıyla aşan bir konu bu..Bakmayın siz Tayyip Erdoğan’ın “MİT ve Emniyet bana bağlı” demesine. Bu cümleyi biraz da tersten okuyun, MİT’in kendisine her şeyi söylediğini varsayan bir başbakanın naifliğini görün o cümlede. O kadar tavize rağmen, AB tarafından her tersyüz edilişinde “ahde vefa” gibi bir kavrama sığınan bir Başbakan’dan söz ediyoruz.Uluslararası politika ve diplomaside hiç de ciddiye alınmayacak bir kavramdan medet uman Tayyip Erdoğan’ın bırakın Devlet’i, danışmanlarını bile doğru okuyabildiğini varsaymak hatadır.

O yüzden Erdoğan, “Ergenekon” operasyonunun ancak çeperinde yer alan bir isimdir.

Son günlerin moda tabirleri-merkez ve çeper-üzerinden tezimizi derinleştirelim.

“Ergenekon” operasyonu iki katmanlı bir operasyondur. Merkez ve çeper dinamiklerden oluşmaktadır.

Merkez ve çeperin bu operasyondan anladıkları da; hedefleri de, metodolojileri de farklıdır ama birbirlerini dengeleyecek ve eninde sonunda çeperin feda edileceği bir rota izlenmektedir.

Merkez, “Yeni Devlet’ in kontrolünde; çeper ise “Yeni siyaset”in kontrolündedir.

“Yeni Devlet” kilit tepe noktadaki askerî, güvenlik, istihbari ve ekonomi bürokrasisinin dış müttefikleri ile kesiştiği noktada kristalize olan bir oluşum.

Telafer’de Türkmenler katledilirken seyredip Afganistan’a Taliban’la mücadele için özel kuvvet yollayan Genelkurmay da,Öcalan’dan bir akademisyen ve vizyoner çıkarmaya çalışan MİT; Alman istihbaratının 2000’lerdeki benzer operasyonunun ismini aynen benimseyerek, çeteci-darbeci-tetikçi-meczup tiplemelerle vatanseverleri aynı “Ergenekon” çuvalına dolduran Emniyet, hep aynı devletin unsurları.

Merkez; müttefikleri ile ortak hedefi çerçevesinde içeri aldırdığı isimlerle, müttefiklerinin kendi devlet içi çatışmalarına da destek atıyor. O yüzden ABD devleti içindeki çatışmalarla, Türk Devleti’nin içindeki çatışma ve ayrışmalar aynı paralellikte seyrediyor. O yüzden, CİA’den referans alacak kadar rengini belli eden Gülen’in gazetesi, siyonist neo-con Rubin’i hedef tahtasına koyuyor.

Merkez; içeri aldırdığı tetikçinin, istihbaratçının, öğretim görevlisinin-bu içeri alınanların bir çoğu farkında olmasa da-bir katman ötelerinde hangi yabancı servisin hangi kanadının yer aldığını çok iyi biliyor.Ama bunları alenen beyan etmek, “alemin raconuna” ve kurmak istedikleri yeni dengelere aykırı olduğu için, çeper’in perdeleme ve sansasyonlaştırma yeteneğini kullanıyor.

Çeper, haliyle ve rolü itibarıyla olayın “cadı avı” boyutunu aşabilmiş değil.

Önüne atılan karikatürize bir “derin devlet” öcüsü üzerinde tepinip duruyor. Kahramanmaraş’tan Susurluk’a geçmişin bütün sicili bu karikatürize derin devlete yıkılıyor.

Bir tür “liberal ve dinci” mezesi olarak servis edilen bu “Derin devlet masalları”, hem gerçek derin devleti kamufle ediyor, hem de “Yeni Devlete” toplumu müttefikleri ile üzerinde uzlaştıkları küresel plan üzerinden yeniden dizayn etme şansı tanıyor.

Merkez, çeperin siyasi hedeflerine saygı göstermiyor değil. O yüzden AKP’nin muhalifleri de, Genelkurmay’ın muhalifleri de bu operasyonda tetikçiler/darbeciler/ meczuplarla birlikte paketlenenler arasında.

Bu ‘muhalif kotası’ AKP’ye ve Genelkurmay’a, hem alt kadrolarda, hem de toplumda bilinci ve dolayısıyla iç direnci yükselten isimleri pasifize etme şansı tanırken, operasyonun çekirdeğini de bir sansasyon bulutu arkasına gizliyor.

“Darbe günlükleri” derken, darbe günlüğü tutmayacak kadar zeki, sinsi ve ketum olanları; Mustafa Balbay derken, Pentagon lahikalarında adı geçenleri göz ardı ediyoruz.

Açıkçası: 2009’la birlikte derinleşecek küresel ve ulusal kaostan Türkiye’ “yapıcı bir krizle”, yeni bir siyasi paradigma ve dönüşmüş olarak isteyenlerin “esas darbesi” mevcut darbe goygoyculuğu ile perdeleniyor.

Kendini Atatürk veya lider zanneden kıt akılların yanına 2004’ten, 2005’ten beri yerleştirdikleri meczup ve tetikçilerle tarlayı ekenler, şimdi hasadı topluyor.

Peki çeperdekiler olayın ne kadar farkında?

Geçici bir dinlenme sonucu, “küllerinden yeniden doğacak bir Anka kuşu” olarak kurgulanan Erdoğan’ın bilmesi gerektiği kadar farkında…

Bu operasyon öncesinde karşısındaki caddeye “Gladyo” isimli bir dükkan açılsa, bunu İtalyan ayakkabı markası zannedecek olanlar ise hiç farkında değil.

Süreç ilerledikçe, çekirdeği korumakla yükümlü her çeper gibi (meyve) işlevlerinin sona ereceğini ve kamuoyu tanrılarına kurban edileceklerini biliyorlar ama çok da umurlarında değilmiş gibi bir havaları var.

Mesleklerinin ilkelerini, hukukunu, etiğini bu kadar fütursuzca ayaklar altına alanların ya akıllarından şüpheleri vardır, ya da geleceklerinden emindirler. Bekleyip göreceğiz.

Merkez-çeper ilişkisisn daha netleştirmek için sorularımızı çoğaltalım.

Merkez, çeperi nasıl kontrol ediyor?

Sakka operasyonu sırasında kurulan ilişkilerin devamından söz etmiyorum.

Merkezin çeperle yüz göz olmadan, kendini çeperden bile sakınarak yaptığı müdahaleler söz konusu.

Mesela medya…

Bariz olan kısmı, “RTE Ajans Haberleri” olarak kodlanan bölümü kastetmiyoruz.

Önemli olan, görünürde bu operasyona karşı gibi görünenler üzerinden çekilen ince ayarlar.

Mesela Hürriyet ve Cumhuriyet.

Hürriyet, “Şerefsiz Ödlek” başlığıyla 3-5 bin kişinin okuduğu bir sitedeki yazar kavgasını manşetine taşıdığında tarih 30 Haziran 2007’ydi…

Ben, bu manşetten 3 gün once gözaltına alındım.

Savcı bana Hürriyet’in manşetini gösterip, “Seni gözaltına aldırma gerekçelerinden biri de bu; burada bir tehdit gördük” dediğinde ise, tarih 30 Haziran’dı, yani manşetle aynı gün…

Hürriyet’in 3 gün sonra atacağı manşet yüzünden gözaltına alınmıştık!

Aynı Hürriyet, hani şu Ergenekon’daki usulsüzlüklere tavır alan Hürriyet, geçenlerde yine bir haber yaptı.

İkinci gözaltına alınışımızda, bilgisayarımızdan “yeni darbe günlükleri” çıktığını, “darbeci olduğumuzu, hem de darbeyi MSN üzerinden ve emekli paşalarla konuşacak kadar salak olduğumuzu yine Hürriyet’ten öğrendik. Hürriyet’in bir yandan Ergenekon mağduru yaratıp, bir yandan Ergenekon mağdurlarına ağıt yakması anlamlıydı.

Cumhuriyet’e gelince…

Atılan el bombaları ile bizzat bu operasyonun nesnelerinden biri olmasına rağmen, İlhan Selçuk alınana kadar Ergenekon mağdurlarını Cumhuriyet sayfalarında ara ki bulasınız…

Selçuk alınınca “Susmayacağız” diye manşet atan Cumhuriyet’in yine o nitelikli sessizliğine dönmesi için 4-5 gün yetti.

Balbay’la birlikte yine aynı yaygara koptu. Cumhuriyet yine nitelikli bir sessizliğe bürünecek mi? Kurbanın ahlâkını değil, mağduriyetini benimseyip Brüksel sendromu sergilemeye başlayacak mı? Bekleyip göreceğiz.

Merkez’in çeperi, sınırları aştığı noktada medya ile terbiye ettiğinin örneğini hep birlikte tecrübe edeceğiz.

Merkez-çeper dinamiğini deşmeye devam…

Ergenekon operasyonunun merkez dinamikleri ile çeper dinamiklerini bir arada tutan iki temel mutabakat var.

Bu mutabakatlardan birasi, Türkiye’de “Yeni Siyaseti” şekillendiren AKP-Genelkurmay mutabakatı.

İkincisi ise, “Yeni Devleti” kurgulayan; “Devlet” ile “müttefiklerini”, hem kendi içlerindeki rakiplerini/ direnç noktalarını ortaklaşa bertaraf eden, hem de yeni küresel plan konusunda uzlaştıran mutabakat.

AKP-Genelkurmay mutabakatı, bunların içinde en berrak olanı.

İki yıl once, “Hilmi Özkök şiir gibiydi, Yaşar Büyükanıt ninni gibi olacak” diye yazdığımızda bize kızanlar, şimdi resmi daha net görüyorlar.

Topluma karşı yürütülen ve AKP’ye oy kazandırmaktan başka hiç bir işe yaramayan e-muhtıralarla renklendirilen bu kayıkçı kavgasına analitik ve tarafsız gözle bakan herkes görebilir bu mutabakatı.

2002 yılında kaleme aldığımız, “Hac yolunda değil, Haç yolunda” başlıklı rapordan beri bu tezi açıkça savunuyoruz. Bir ABD-NATO projesi olan “ılımlı İslamın” siyasi taşıyıcısı olan AKP ile, darbe yaptıktan sonra bile ilk işi NATO’ya sadakat bildirmek olan bir yapının, temelde çatışmayacağını, sorun çıkaran kadroların tasfiye edileceğini ve bu arada, “tepeyi” hâlâ kendinden bilen “tabanın” gazını almak için göstermelik sahneler kurulacağını söylüyoruz.

Bütün bunlar, “Genelkurmay AKP’ye hizmet ediyor” veya “Erdoğan askerle anlaştı” görüntüsü altında yapılamayacağı için, kabaca “ayranın köpüğünü kabart, sonra köpüğü temizle” operasyonu olarak nitelendirebileceğimiz “Ergenekon”, 2004-2005’ten beri kurgulanıyor.

Ordu içinde ve dışında yapılan yemleme operasyonları ile belli başlı tuzaklar etrafında toplanan darbe/cunta/terör heveslileri ve kendini Atatürk zanneden bazıları; ülkelerinin sömürgeleştirilmesine karşı hem AKP’ye, hem Genelkurmay’a,hem AB’ye, hem de ABD’ye karşı fikirleriyle siyaseten örgütlenmekten başka bir “suçu” olmayanlarla aynı Ergenekon çuvalı içine dolduruluyor.

Generaller orduevlerinden toplanırken, “dostlar alışverite görsün” kabilinde bir açıklama yapan Genelkurmay’ın; yargıya ve hukuka bu kadar saygılıysa, bu cuntacı eğilimleri neden daha once tespit edip, kendi askeri yargı sistemi içinde yargılayıp Türk generalinin ulusal ve uluslararası kamuoyunun gözü önünde koluna girilip götürülmesine izin verdiği, cevaplaması gereken önemli bir sorudur.

Başörtüsü bir siyasi simgedir de, “koluna girilen paşa” siyasi simge değil midir?

Acaba TSK’nın manevi şahsiyetinin alenen aşağılanmasına zemin hazırlamak da suç mudur?

AKP-Genelkurmay mutabakatını sadece bir Erdoğan-Büyükanıt veya Erdoğan-Başbuğ görüşmesine indirgemek de yanlıştır.

Neticede bütün bu buluşmalar, “önce psikolojik olarak borçlandır, sonra tavizi kopar” stratejisinin meyve toplama seanslarıdır. Kadro hareketinin ayrıntılarından, Selimiye’yi otel yapma projesine kadar pek çok meyve konulabilir o sepete…

Büyükanıt Şemdinli ile; Başbuğ “ağlama duvarıyla” borçlandırılıp sonra babalarından kızları istenmiştir “niyetimiz ciddi” taahütleri altında…

AKP-Genelkurmay mutabakatının ayrıntısını merak edenler, bu konuda kaleme aldığımız onlarca yazıya bakabilirler.

Ama şu asla unutulmamalıdır:

AKP-Genelkurmay mutabakatı, daha küresel/makro bir uzlaşma olan ve “Yeni Devleti” şekillendirecek olan “Devlet ve müttefikleri” mutabakatının sadece bir alt kümesidir.

Nedir bu makro mutabakatın özü?

“Devlet ile müttefikleri arasındaki çok ayaklı; bazen kendi içinde çekişmeli ama nihayetinde en milliyetçi geçinenlerin bile “ehven-i şer/parçalanmaktan iyidir” mantığıyla yanaştığı bir limandan söz ediyoruz…

“Devlete Mektup, Yüzde 40 Artı 7- Teslimiyet-Temsiliyet Dengesi” başlıklı yazımızda Devletimize bu mutabakatla bir hata yaptığını sesimiz çıktığınca duyurmuştuk.

Duyurmaya devam edelim….

Haritalarında farklılıklar gözlense de (Ortadoğu eksenli-Kafkasya eksenli); üniterizm/federalism kavramı henüz netleşmese de, demokrasi/otoriterizm dengesi tama olarak oturmasa da, sonuçta “Neo-Osmanlı” olarak kodlayacağımız bir formül bu.

Bu formüle biat ettiğinizi, ofisinizdeki bir tuğra ile rahatça kanıtlayabilirsiniz; aynen bir öncekinin biat sembolü Atatürk resmi olduğu gibi…

Cumhuriyeti’nin 80. yılında daha Anadolu’nun altındaki kaynakları ve üstündeki insanlarını adam gibi sayamayan, kontrol edemeyen bir devlete, “Cihan İmparatorluğu” hayalleri kurdurtan bir LSD hapı bu.

Hatırlarsanız, İstanbul’daki NATO zirvesi sırasında, Topkapı Sarayı’nda dünya liderlerine bir konser verilmişti. O konserde İngiltere Başbakanı Tony Blair “şaka yollu” Erdoğan’a “Ofisinizi buraya taşısanıza” demişti. İşte bu şakayla başlayan, Erdoğan’ın ofisini Dolmabahçe’ye taşımasıyla sembolleşen, Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması planlarıyla eko-politik bir boyut kazanan ve Boğazı da İngiliz savaş gemisinde kraliçenin yemek davetine icabet edecek kadar makro siyasetten bîhaber bir Cumhurbaşkanı ile boynumuza dolanan bir zincir bu.

Bu sahnede karizmasını kiralayan lider olarak rol alan devletin adamı, (Devlet Adamı ile aynı şey değildir. Bu konudaki tezi “Batı Bey’in Can Polat’I Erdoğan” başlıklı yazımızda bulabilirsiniz.)

Erdoğan’ın hakkını yememek adına, aşağıdaki tespiti de yapmak zorundayız.

İstanbul’a taşınma furyasını ilk kim başlattı?

Atatürk’ün kurduğu ve CHP’nin hisse sahibi olduğu İş Bankası…

Dolayısıyla, “Neo-Osmanlı Treni”, kâh Tanrı Dağı mavisi, kâh Hıra Dağı yeşili tonlarla, gidecekleri yer konusunda olmsa da, artık terketmeleri gereken yer konusunda mutabakatlara varmışların treni olarak çok önceden yola koyuldu.

Bu trenin raylarını döşeyenlerin; Türk Devleti’ne bu “Neo-Osmanlı” rüyasını gördürme karşılığında istedikleri bir bedel var elbette…

Nedir bu bedel?

Bedeli görmek istiyorsanız, ABD ile imzalanan nükler işbirliği anlaşmasına bakın…

Bedeli görmek istiyorsanız, Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez imzaladığı ve Türkiye’yi korumak zorunluğu olduğu kilometrekare toprak başına en fazla tanker uçağına sahip ülke konumuna getiren tanker uçağı anlaşmasına bakın…

Bedeli görmek istiyorsanız, Telekom’dan madenlere artık takip etmekten yorulduğunuz ihanetlere bakın.

Maddi bedellerden değil, geleceğimizin kontrolünü vermekten söz ediyorum.

“Büyümene izin veririm, sana kapıları açarım ama karşılığında bu geminin kaptan köşkünde kalıcı bir yer ve bu geminin kaptanlarının bu gemiyi özgür denizlere sürmeyecek uyumlu kadrolardan oluşacağının garantisini isterim”

şartını kastediyorum…

İşte bu şart şimdi,bir yandan “temizleme”, diğer yandan “yetiştirme” operasyonlarıyla yerine getiriliyor.

F tipi ve M tipi cemaatler o yüzden AB-D’nin “kariyer-net”i gibi çalışıyor.

O yüzden, Fethullah Gülen’in en parlak çocuklarını kapsayan “Altın nesil” projesi, Pentagon’unkiyle aynı adı taşıyor.

O yüzden, “liderlik”, “kariyer planlama”, “NLP gibi cafcaflı kavramlar üzerinden nesil istihbaratı yapılıyor; nesil filitreleri oluşturuluyor.

O yüzden Genelkurmay, “çağa ayak uydurma” adı altında, “İnsan Kaynakları Yönetimi Sistemleri” uygulamaya başlıyor; “Çavuş bile general olabilecek” manşetlerinin atıldığı dönemin hemen ertesinde generaller, çavuşlar tarafından kelepçelenip Metris’e götürülüyor.

“Görevini en iyi yapan, vatana en iyi hizmet edendir” sloganını hatırlıyor musunuz?

“Bu görevi bana kim, niçin Verdi” sorusunu sormayacak ebleh profesyoneller isteniyor.

Mevcutların ne olacağı sorusunun cevabı ise “Ergenekon” operasyonunda yatıyor. “Facebook Kriminolojisi ve 2020’lerin General Kadrosu” başlıklı yazıyı tekrar okuyun.

“Ergenekon”la içeri alınan her isimle sırf kahve içti, bayram tebriği attı, aynı toplantıda görüldü, telefonda görüştü diye kaç kişinin siciline not düşüleceğini gözardı etmeyin…

Ya da şu soruyu cevaplayın:

Sizce ABD’nin sadece birini belirleme şansı olsa, 2020 yılında TSK’nın mı, yoksa siyasetin mi üst kadrolarını belirleme şansına sahip olmak isterdi?

Birilerinin Türk Devleti’ni üzerlerine geçirilen Yeniçeri üniformasının aynı zamanda devşirilmişliğin sembolü olduğunu göremeyecek kadar kör kadroların eline teslim etme ihtiyacı daha başka sorularla da netleştirilebilir.

Sorular ne kadar çoğalırsa çoğalsın, cevabın özü değişmeyecektir.

Ergenekon operasyonu, bu büyük dönüşüm projesinde “Yeni Devlet’in” müttefikleriyle birlikte kurguladığı kilit operasyonlardan biridir; bir “temizlik” yani kadro operasyonudur.

Operasyonun çekirdek-merkez dinamiğine hakim olan Devlet, o yüzden makro hedeflerine hizmet edecek şekilde kurunun yanında yaşları da yakmakta bir mahzur görmemektedir.

Ellerinde, işleri bittikten sonra kamuoyu tanrılarının önüne atılacak savcılar, bolca komiser ve medya bulunmakta nasılsa.

Toz bulutları dağıldığında, “Yeni Devlet’in müttefikleriyle ortak oyuncağı olan “Gladio-Ergenekon”kendini daha iyi perdelemiş, ayakbağlarından kurtulmuş ve kamuoyunda “Derin devlet/çeteler/ gladio artık pasifize edildi” şeklinde sahte bir güvenlik hissi yaratmış olarak yoluna devam edecektir.

2009-2012 arasında gerçekleşecek “esas darbe” ve beraberinde gelecek siyasi paradigma değişimi, kontrol dışı unsurlar temizlendiği için çok daha kontrollü gerçekleşecektir.

Bu yanıyla Ergenekon, bir bakıma “9 Mart’tan önce yapılan bir 12 Mart “operasyonudur.

İtalya’daki “Gladio”yu araştıran savcının P2 Mason locasından Başbakan’a, NATO’dan milletvekillerine kadar onlarca gerçek iktidar odağını hedef aldığını unutturanlar, Ergenekon savcısını “Ergenekon canavarına karşı tek başına savaşan savcı” olarak kamuoyuna pazarlamaktadır. Bu savcı Türkiye’de Ergenekon/Gladio’yu araştırırken neden hiç bir siyasiye, F tipi ve M tipi cemaatlere, NATO’ya, yabancı istihbarat servislerine dokunmadı sorusu ise asla sorulmayacaktır.

Bırakın NATO’yu; bu savcı neden Özden Örnek’e dokunmadı sorusunu bile soramamaktadır bu yazar kasalar…

Darbe yapmak suçtur da, darbeye yeltenmek sevap mıdır?

Yoksa Özden Örnek, Yeni Devlet’in yeni Mahir Kaynak’ı mıdır?

Aslında burada büyük resme bakıldığında nispeten küçük kalan bir mutabakat daha var.

Çalık Holding= Berat Albayrak= Burak Örnek= Tolga Örnek= Ferit Şahenk= vs.vs.

Gördüğünüz gibi, Sinan Aygün’ü her hafta ATO’da Cuma namazını Cemil Çiçek’le beraber kılmak kurtaramamıştır ama Özden Örnek ve oğullarının başbakan ve damatlarıyla aynı kıbleden sebeplenmesinin işe yaradığı görülmektedir.

İddianamelerin boylarının değil işlevlerinin önemli olduğunun anlaşıldığı ve iddianameler cüceleşirken aklın, vicdanın ve hukukun devleştiği bir ülkeyi görmek dileğiyle.

F tipi hücremden sevgi ve saygılarımla…

B.G

Kaynak: Behiç Gürcihan-Açık İstihbarat