31 Ağustos 2009 Pazartesi

60 sancaklı töreni izlerken / Fatma Sibel Yüksek


"Büyük Taarruz, Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinin atıldığı, tarihe yön veren emsalsiz bir muharebedir. Bugün bağımsız bir devlet çatısı altında yaşayan herkes bu zafere ve O'nu kazanana çok şey borçludur. Kurduğun Türkiye Cumhuriyeti'nin temel nitelikleri, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve Türk milletinin büyük Atatürk sevgisi sonsuza kadar yaşayacaktır. Gücünü milletinden, ışığını sizden, cesaretini tarihten, kuvvetini damarlarındaki asil kandan alan Türk ordusu her zaman nöbette ve görevinin başındadır. Rahat uyu, ruhun şad olsun."

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla Anıtkabir'de düzenlenen törende deftere bunları yazdı. Bu sözleri yorumlayanlar, satır aralarını okumaya çalışanlar, “İşte o mesajın şifreleri” diye yazılar yazanlar olacaktır. Kuşkusuz, gündemimizi bir süre de 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda yaşananlar meşgûl edecek.

Peki neden böyle oldu? Yani, her yıl normal rutin törenler ve basmakalıp konuşmalarla geçip gitmeye başlayan 30 Ağustos törenleri bu yıl neden semboller, imalar, mesajlarla donatıldı? “Asker siyasete karışmasın” denilen konuda bu kadar mesafe alınmışken, birden bire neden TSK’nın “bir siyasi unsur” olarak gün itibarıyla ne diyeceği, ne tavır alacağı merak edilir oldu?

AB’ye entegrasyon sürecinde on yıldır değişik hükümetlerce art arda çıkarılan yasalarla, sivil irade inisiyatif kazanmış, ordunun görev sınırları “demokrasilerde” istenilen çerçevelere çekilmeye başlamıştı. Hilmi Özkök gibi hükümetle uyumlu bir genelkurmay başkanının varlığı da bu sürecin daha sorunsuz atlatılmasına yardımcı oldu.

Uç unsurlardan gelen aşırı eleştirileri bir yana bırakırsak, aslında Yaşar Büyükanıt’ın da, İlker Başbuğ’un da bu çizgiyi korumaya çalıştıkları gerçeğini teslim ederiz. 27 Nisan bildirisiyle ortaya çıkan kriz, içeriğinde ne olduğunu her ne kadar bilmesek de Dolmabahçe görüşmesinde aşıldı. Büyükanıt’tan sonra göreve gelen İlker Başbuğ da hükümet ile ilişkilerinde olağanüstü dikkatli davrandı. Her iki cepheden de gelen eleştiri, kuşku ve tereddütlere rağmen Genelkurmay Başkanı ile Başbakan, haftalık olağan görüşmelerle somutlaşan sağlam bir diyalog zemini tesis etmeyi başardılar.

Sistemle sorunlu bir geçmişten gelen iktidar partisi ile TSK arasında muhataplarının da sık sık ifade ettiği gibi “tarihte benzeri görülmemiş bir uyum” baş gösterirken, muhalefet ile TSK arasına kara kedi girdi. Şubat 2008’de askeri birliklerimizin Irak’ın kuzeyine girip aniden apar topar geri çekilmesiyle başlayan tartışma, “Kürt açılımı” ile birlikte zirve yaptı. CHP ve MHP bazen açık, bazen üstü kapalı biçimde TSK’yı “ülkeyi bölmeye yönelik girişimlere” duyarsız kalmakla suçladılar. Aslında, muhalefetin MGK bildirisi üzerinden yönelttiği eleştiriler, tamamen Kurul’un asker kanadını hedef alıyordu.

“Ordu’nun siyasete müdahil olmaması” dikkat ve duyarlılığı çerçevesinde muhalefetin tacizlerine uzun süre sessiz kalan Genelkurmay, nihayet sessizliğini bozdu ve İlker Başbuğ’un 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla yayımladığı mesaja, bugün gündemimizi belirleyen sözler damgasını vurdu.

Ama şimdi, yani an itibarıyla bambaşka bir noktadayız. Hükümet-ordu uyumu sorunlu bir döneme girmiş bulunuyor. Buna mukabil, muhalefet ile TSK’nın bir süredir bozuk giden ilişkilerinde bir düzelme var. Başbuğ’un 30 Ağustos mesajı muhalefetin yüreğine su serpti.

“Neden böyle oldu?” sorusuna dönecek olursak…

Bu sorunun cevabını arayacak olan iktidar partisinin kendisi ve onun medyadaki Taraf’ından Samanyolu’na başıbozuk destekçileridir. Acaba Taraf gazetesi gibi misyonu şaibeli bir mevkutenin peşine takılıp TSK’yı savcılığa şikayet etmek ne kadar doğru oldu?

Acaba, askeri mahkemelerin yetkilerini daraltmaya yönelik yasa tasarısını bir gece vakti, yangından mal kaçırırcasına çıkarmak ne kadar doğru oldu?

Acaba, bütün etik ve insanlık kurallarını yerle bir edercesine ortalığa saçılan telefon dinlemelerini zevkle izlemek, bunların basına bu kadar pervasızca sızdırılmasına seyirci kalmak ne kadar doğru oldu?

“Acaba” diye başlayan bu şekilde onlarca soru sorulabilir…

İlk kez 60 tugay ve alay sancağı eşliğinde düzenlenen 30 Ağustos törenlerini izlerken bunları düşündüm.



Heybeliada Ruhban Okulu’nda İlginç Trafik


Açık İstihbarat Özel




Hafta sonu, Heybeliada Ruhban Okulu’nda yoğun bir faaliyet dikkat çekti.


Şu anda Rum Erkek Lisesi olarak faaliyet gösteren binada, Rum ortodoks cemaatinin önde gelen simalarının da katıldığı bir toplantı yapıldı.


29 Ağustos Cumartesi günü adaya özel teknelerle gelen din adamları, Ruhban Okulu’nun bulunduğu tepedeki binaya faytonlarla gittiler.


Toplantı sırasında, Ruhban Okulu yetkililerince geniş güvenlik önlemlerinin alınması dikkat çekti.


Din adamları, binadan geldikleri faytonlarla ayrıldılar


Kaynak: Açık İstihbarat

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Gerçek Açılım Zafer Bayramı Ali İhsan GÜRCİHAN


Geçmişte tarihi bir gün ; 26 Ağustos 1922.

Bir çöküşü durdurma ve yeniden dirilme adına 1919’da başladığımız KURTULUŞ SAVAŞI’ nda yaklaşık bir yıllık hesaplı bekleyişin ve gizli hazırlığın son günü.

Kocatepe çevresindeki suskunluğun bittiği, Türk Askeri’nin hücuma kalkıp karşısındakini siperlerinden söktüğü an.

Bir günde Afyon alınır ve tüm Millet coşkuya boğulur.

Hiç gecikmeden Dumlupınar’da Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile YUNAN Ordusu tam anlamı ile mağlup edilir,komutanları bile esir alınır.

Kısacası ,Türk Milleti Ordusu ile elele vererek beş günde kesin sonuca ulaşır.

Yunan Ordusu kalan unsurları ile Anadolu’yu yakıp, yıkıp kaçmaya başlayınca, GAZİ MUSTAFA KEMAL tarihi emri verir.

“ ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ ”

Bu emir üzerine Kahraman Mehmetçik YUNAN’ ın peşini bırakmadan 400 km. mesafeyi 15 gün gibi bir sürede geçerek 9 EYLÜL’ de İZMİR’ e girer.

Türk Ulusunu yeniden diriltecek tarihi bir emir , bu Ulusun Onur Timsali Mehmetçik’in tarihe geçecek bir ZAFER’i kazanması ile yerine getirilmiş olur.

İşte kutladığımız zafer’in değeri ve anlamı budur.Bu Ülkenin çocukları ve o zaferi kazananların evlatları olarak bizler 30 AĞUSTOS’ u kutlarken ;

*1699 Karlofça Andlaşması’dan beri, topraklarımızı parça parça ve adım adım elimizden almaya alışmış olanlara , ‘’BUNDAN SONRA VERECEK TEK BİR KARIŞ TOPRAĞIMIZ YOKTUR.” demek için yapılan Milli Mücadele ve kazandığımız zaferle bugün de gurur duymak ve aynı ruhu yaşamak istiyoruz.

*Yaklaşık iki yüz yıl boyunca egemenlik haklarımızı hiçe sayan Batı’ya karşı “ARTIK YETER BU MİLLET ADINA KARAR HAKKI BİZE AİTTİR.”diyen ATALARIMIZ’ın ONURLU DURUŞ’unu devam ettirmek istiyoruz.

18 ve 19. uncu asır boyunca bizleri etnik, dini, kültürel, eğitim ve ticari açıdan istismar eden ve sömüren zihniyete karşı, artık "ELİNİZİ ÜZERİMİZDEN ÇEKİN" diyerek ortaya konan “ULUSAL TAVRIMIZIN” bugün de arkasında olduğumuzu tüm dünyaya ve açılım fırsatçılarına hatırlatmak istiyoruz.

Ve diyoruz ki ;NE MUTLU;Vatanı’nın, Milleti’nin ve Bayrağı’nın kıymetini bilerek ve Türk Silahlı Kuvvetlerine sahip çıkma cesaretini göstererek 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMINI gerçekten kutlayabilenlere,

NE MUTLU;GEÇMİŞİMİZE ve EGEMENLİK HAKLARIMIZA sadakat göstererek,gerçek tarihi bir açılım olan 30 AĞUSTOS ZAFER bayramı ve onun ürünü TÜRK DEVLETİ ile gurur duyabilenlere,

NE MUTLU;Bir ULUS yaratma uğruna ATALARIMIZ’ın verdiği mücadeleyi anlayabilenlere ve SÖZDE AÇILIM fırsatçıları karşısında ULUSAL ve MİLLİ DEĞERLERE gerçekten sahip çıkıp, dimdik ayakta durabilenlere.

Saygıdeğer okuyucular ;

Katil Teröristbaşını dahi aklamaya çalışanların bulunduğu böyle üzüntülü bir süreçte,tüm olumsuz yaklaşımlara rağmen inandığımız değerler uğruna Türk Milleti ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni tebrik ediyor, başta ATATÜRK olmak üzere KURTULUŞ SAVAŞI’ nın zaferle taçlanması uğruna yaşanan sıkıntı ve acılara katlanan tüm büyüklerimizi şükran ve rahmetle anıyorum.

Kaynak:Ali İhsan Gürcihan

28 Ağustos 2009 Cuma

Ricat manzaraları / Fatma Sibel YÜKSEK


Eğer kendi toplumumuzu ve Türk siyasetinin "esneme kabiliyetini" anlayabilmişsek, gelecek yıl bugün ne konuşuyor olacağımızı da doğru tahmin edebiliriz.


Büyük ihtimalle bambaşka bir gündem maddesi üzerinde birbirimizi yiyor olacağız. Hayal kırıklığına uğramış olan birileri, “Kürt açılımı demiştiniz, hepsi fos çıktı” diye konuşup duracak. Ahmet Türk, “Sayın Başbakan, tarih sizin nasıl sözünde durmayan bir Başbakan olduğunuzu altın harflerle yazmıştır” şeklinde konuşmalar yapacak.

Bu ülkenin muhalifleri, Devlet Bahçeli’ye kimbilir hangi hassas konuda “Biz kavga istemiyoruz” söylemi altında AKP’ye destek vermekte olduğu için kızacaklar. “N’oldu Sayın Bahçeli, hani dağa çıkıyordunuz” şeklinde dokunduranlar olacak…

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önceki gün itibarıyla, "Üniter yapımız üzerinde herhangi bir spekülasyona müsaade etmek asla mümkün değil. Çünkü bu üniter yapının oluşabilmesi için yıllar yılı verilmiş olan bir mücadele var” diye konuştu. “Benim vatandaşım isterse Potamya der” söylemi nereye gitti?

Nereye gittiğini, Ankara’da önceki gün yaşanan bir başka sahneye bakarak anlamaya çalışalım:

Yer, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki devir teslim töreninin ardından verilen resepsiyon. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, etrafına toplanmış olan gazetecilere, “Size bir bilgi vereceğim” dedikten sonra, yakınında duran Başbakan Erdoğan’ı kolundan tutarak gazetecilerin yanına getiriyor. “Siz de buradayken gazeteci arkadaşlara bir bilgi vermek istiyorum” dedikten sonra şunları ekliyor:

“Törene gelmeden önce bir raporu inceledim. Temmuz ayında 14 terörist teslim olmuş. Bunlardan 10 tanesi mahkeme tarafından hemen serbest bırakılmış. 2’si tutuklu, 2’si de tutuksuz yargılanacak. Yani 10 tanesi serbest bırakılmış, bu önemli bir durum…”

Başbuğ’un bu verdiği bu bilgiye Erdoğan şöyle bir “katkıda” bulunuyor:

“Yani bazılarının bu süreci endişe verici şekilde göstermeleri yanlış. Demek ki o kadar korkulacak bir şey yok.”

Başbuğ da Erdoğan’ın sözleri başıyla onayladıktan sonra, “Evet. Bizim dediğimiz şu, teslim olun, Türk adaletine güvenin” diyor. Sonrasında Erdoğan, şehit aileleri ile görüşüyor ve üniter yapı konusunda o sözleri orada söylüyor. Bu arada, görüşmeye katılan şehit ailelerinden Başbakan’ın “Genel af falan yok” dediğini öğreniyoruz.

Bütün bu gelişmeler, hükümetin büyük destekleriyle kurulmuş olan Kanal 24 televizyonu tarafından “Başbuğ’dan demokratik açılım sürecine destek” diye verildi. Pes! Kim kime destek verdi acaba? “Gelin Türk adaletine teslim olun” demekle, “Gelin dağdan inin, siyaset yapın” demek arasında ne gibi bir benzerlik var dersiniz?

Anlaşılan şu ki, “Kürt açılımının” ne olduğunu bir türlü “açmayan” açılım cenahı, işlerin sarpa sarmaya başladığını görünce “Biz zaten öyle dememiştik” diye çark etme eğilimine girdi.

Bu arada, son yerel seçimlere yönelik isabetli tahminleri ile gündeme gelen A&G Araştırma Şirketi’nin henüz kamuoyuna açıklanmamış bir anketinde, AKP’nin son seçimde yüzde 38 olan oy oranının yüzde 35’e düştüğünü hatırlatalım.

A&G Başkanı Adil Gür, halkın yüzde 89,7’lik bölümü Güneydoğu’da otonom bir bölge kurulmasına “evet” demediğini bildirdi. Oysa Haziran ayında yapılan ankette açılım önermesine yüzde 70 destek çıkmıştı. Son ankette Yüzde 87.1 oranında bir kesim Öcalan’ın affına karşı çıkarken, “Annem babam Kürt” diyenlerin bile yüzde 63,6’sı Öcalan’ın affedilmesine taraftar olmadıklarını söylemişler. Adil Gür bu bilgileri Vatan gazetesi başyazarı Güngör Mengi’ye veriyor…

Önceki gün itibarıyla dikkat çeken ancak gölgede kalmış bir diğer olay da şu:

AKP Diyarbakır eski Milletvekili Cavit Tosun, terör örgütünün görüşleri doğrultusunda yayın yapan Roj TV'deki bir programa telefonla katılarak, “demokratik açılım” adlı sürecin AKP’yi tasfiyeye götürebileceğini söyledi ve “Böyle bir tehlikeyi görüyorum. PKK’nın AKP’yi destekler nitelikte adımlar atması gerekir. Abdullah Öcalan Bekaa’da söylediği şeyleri şu anda da söylemeye başladı. Fakat Türkiye’ye teslim edildiği süreç içerisinde bunları söylemiyordu” dedi.

Sözün özü:

Büyük şâşaayla piyasaya sürülen “Kürt açılımı”ndan ricat süreci başlamıştır…




27 Ağustos 2009 Perşembe

Hasar tespiti / Fatma Sibel YÜKSEK


Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 30 Ağustos Zafer Bayramı mesajının içinde açıkladığı görüşler, Devlet Bahçeli'nin doğru veya yanlış sert muhalefeti ve Deniz Baykal'ın hafta başında yaptığı basın toplantısıyla "açılım" süreci artık iktidar partisinin elinden çıkmış, "devlette tam mutabakat var" efsanesi yıkılmıştır.



Bunu, AKP sözcülerinin Başbuğ’un açıklamasından sonra DTP’yi hemen de yarı yolda bırakarak, telaşla “Biz de aynen öyle düşünüyoruz!” demelerinden bile anlayabiliriz. Oysa, Başbuğ’un söyledikleri ile iktidar partisinin savunageldikleri arasında zerre kadar benzerlik yoktur.

İktidar partisi, başına gelebilecek olumsuz hallere karşı tedbir olsun diye bu planın içeriğini açıklamıyor, yeri geldiğinde (önceki gün olduğu gibi) esnek bir manevrayla saf değiştirebilme şansını elinde tutmak istiyordu. Bakalım bu “tüccar uyanıklığı” ilerleyen süreçte işe yarayacak mı?

Gelinen nokta itibarıyla, zaten yanlış bir yöntemle başlatılmış olan “açılım” buhar olup uçmuştur. Başbakan Erdoğan’ın “Bizi izlemeye devam edin” retoriği zorlamadır. Açılım cephesi dağılmıştır. Bundan sonra yazacaklarımız ancak “hasar tespiti” üzerine olabilir.

Enkaz kaldırmaya yavaş yavaş başlayalım:

-Devlet, terör örgütü ile masaya oturabileceği izlenimi vererek, telafi edilmesi yıllar alacak bir imaj yaratmıştır.

-Terörle mücadele konsepti altüst olmuştur. Devletin bir kanadı teröristi siyasi muhatap sayma cihetine yönelirken, diğer kanadı “gördüğü yerde vurmaya” meyillidir. Bu şartlar altında, “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu” gibi yapılanmalarda neyin konuşulup, hangi sorunun çözüleceği merak konusudur.

-PKK’nın talepleri resmen tartışmaya açılmış, bazı kafalarda “neden olmasın?” fikri uyandırılmıştır. Böylelikle siyasal Kürtçülüğe umut ve cesaret kazandırılmıştır.

-Bizlerin cezasını çektiğini zannettiğimiz bölücü başının İmralı’da neredeyse ayrı bir cumhuriyet kurduğu, gardiyanları tayin ettirecek kadar “ada yetkilisi” konumuna geldiği ortaya çıkmıştır.

-Gerçek durumu yansıtmasa da birer şehit ve terörist annesi bulunup kucaklaştırılmış, böylece şehitle terörist aynı kefeye konulmuştur.

-Daha elindeki mevcut üniversitelerin sorunlarını çözemeyen YÖK, işi gücü bırakıp “Kürtçe eğitim ve öğretim” gibi dünyanın hiçbir ülkesinde eşi benzeri bulunmayan tehlikeli bir siyasi viraja yönelmiştir.

-Hükümet ile TSK arasında 7 yılda zor tesis edilen “uyum ve diyalog” telafisi zor bir şekilde yerle bir olmuştur. (Buna karşılık, Başbuğ’un açıklamaları ile birlikte bir süredir soğuk rüzgârların estiği MHP-CHP- TSK ilişkilerinin normalleşmeye başlamasını teselli sayabiliriz).

-İktidar güven kaybetmiştir. “Kürt planı” konusundaki niyetler maalesef deşifre olmuştur. Bu enkazın ölüsünü sürüklemek iktidar partisine kalacaktır ki, bu da seçimlere kısa bir süre kala son derece yorucu ve yıpratıcı bir iştir.

-Gerçek demokratik talepler güme gitmiştir. Bundan sonra toplumun herhangi bir kesimi için demokrasi öneren projeler, kamuoyu tarafından kuşkuyla karşılanacak, siyasi tartışmaların odağı olacaktır.

-Medya, sanat ve siyaset dünyasında “eyyamcı”, vatan duyarlılığı taşımayan, uluslararası dayatmalarda rol kapmaya hevesli, lümpen bir zümrenin ne kadar etkili olduğu ortaya çıkmıştır.

Daha ne olsun…



26 Ağustos 2009 Çarşamba

Zafer Bayramı

27 Ağustos 2009
“Gün Işığının değdiği her yeri ve her şeyi yönetmeyi kutsal görev sayan küresel egemenler” Egemenlik alanlarını ve egemenlik tanımını yeniden yapılandırıldığı “dönüştürdüğü” bir “süreçte”; Dünyanın ekseninin Atlantik’ten, Pasifike kaydığı bir “zeminde”, Ulusal Egemenliğimizin “Küresel egemenlerle” çakıştığı noktada;

  • Ulus Devlet’ mi ? Ulusal Devlet’ mi ?

Küresel egemenlerin kontrolündeki “Kapitalizim manivelasının” payandasını oluşturan, “küreselleşmenin” bu aşamada Ulus Devlet yapılarını tehdit eder duruma gelmesiyle başlayan.
Ulus Devlet yapılarının özünü teşkil eden, ulusal refleksleri hareketlendirirken, (Küresel egemenlerin ulusal refleksleri büyük tehdit olarak algıladığı gerçeği ortadadır.) tehdit ettiği yapının, karşı savunmasını “Küresel Ekonomik Kriz” adı altında kırmaya çalışmaktadır.
(Kaldı ki bu krizin adı ülkemizde bir türlü konulamamış; Nihayetinde “Finans Krizi” olduğu fark edilmiştir.)

“Turistik dünya seyahati tadında, ülkeleri hatta kıtaları aşarak gelen finans krizi!”

  • Ulus Devlet

“Türkiye’nin gündeminde 'ulus devletlerin çözülmesi' tezi tekrar tekrar ısıtıldı. Bu teze bizleri ikna etmeye çalışan yabancı akademisyenlerin tamamının devletlerinin, ulus devlet olduğu gerçeği ve bu gerçeğin yanı sıra bizlere dayatmaya çalıştıkları “ulus devletlerin çözülmesi” perdesinin arkasında, kendi ulus devlet yapıların tahkim etmeye çalıştıkları gözlemlenebilir.”
“Oysaki Ulus Devletin omurgası Ulusal İrade ve Ulusal Karakterdir.”
Bir manada, Ulus Devlet yapısını tanımlarken, küresel egemenlerin taşeronlarının toplum mühendisliği çalışmalarının ürünü olan “ulusunu yaratmış devlet” ifadesi ulusal iradeyi yok saymak ve ulusal karakteri aşındırmak adına bir hamledir.

Ulus devletleri yıkabilmenin tek yolu, bu “ülkelerdeki milli değerleri çözerek, yozlaştırılarak parçalanmış ve savunmasız bırakılmış, din ya da etnik tabanlı küçük devletçikler oluşturmaktır.”

  • Halk ve Millet;

“Egemenliğiyle bezenmiş devlet, özünde ‘demokrasiyi’ barındıran ve tam anlamıyla 'bir' olan devlettir; halk kavramının yerine ‘ulus’ kavramının kullanılmasıyla birlikte 'ulus-devlet' diye adlandırılan devlet ‘devleti halkın veya ulusun içinden türetmek’ kavramı ortaya çıkar.

Bu noktada egemen olan ulus’tur!

“Her ulusa bir devlet-Her devlete bir ulus” gerekliliği halkın zihninde berraklaşması gereken bir konudur.

“Buradaki amacımız “Irk, Kan veya Soy” kavramlarından yola çıkarak bir milletin tanımlanması noktasında değil.”
Millet veya Ulus olabilmek; Kültürel kalıtımlar la “kültür genleri” zihin ve gönül bağıyla bağlı olma gerekliliğidir;

Ve bu nedenle ANADOLU 3000 YILDAN BERİ TÜRK YURDUDUR!

Ve Türk ulusu bir ırka işaret etmez. Ulus Devlet'imizin millilik talebi devam ederken, “ırkçı milliyetçilikten” uzak durması doğası gereğidir.

Çözülen devletlerin hepsinin ortak noktası, ya ulus devlet olmamaları...Ya da ulus devlet niteliğinden çıkmaya başladıkları zaman yıkılma sürecine girmeleri...

  • Peki; Ulus nedir?

Ulusu " göreceli bir karakter birliğidir" diye tanımlarsak, bu durumda “ulusal karakter” nedir?

Bir ulusu diğer bir ulustan ayırt eden değerler birliği “Ulusal Karakter” olabilir mi?

Bir ulusu diğer ulustan ayırt eden zihinsel belirtilerin tümü de “Ulasal İrade” olabilir mi?

"Ulus, kader ve karakter birliği ile bir­leştirilmiş insanların tümüdür.”

  • Ya Devletin Tanımı

Öncelikle “Devletin Tanımını” Mustafa Kemalin nasıl dile getirdiğini ne bakalım;

“Milliyet sorununun kişisel ve ortak hürriyet sorunu olduğunu biliyoruz. Yani bir milleti oluşturan bireylerin o millet içinde, her türlü hürriyeti, fikir ve vicdan hürriyetini güven altında bulundurmak gerekir. Aynı şekilde bir milletin tümünün her tür hürriyeti, yani kendi topraklarında, haricin hiçbir karışma ve sınırlaması olmaksızın hür ve bağımsız yaşaması ve çalışması gerektir. İşte devlet, gerek bireylerin hürriyetini sağlamak için millet üzerinde bir egemenlik ve gerekse millet ve ülkenin bağımsızlığını koruyabilmek için kendine özgü bir egemenlik ve kuvvete sahip olmalıdır”.

Mustafa Kemal devleti böyle tanımlamıştır! Temel İlke Bağımsızlıktır

Yani;

“Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü paylaşan bir toplumda, bu toplumu düzenleme, bu topluma güvenlik, refah ve huzur sağlama amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama, yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur.”

Devlet tanımını bilimselleştirirsek;

Kısaca "Bir toprak parçası üzerinde, bir otorite altında yaşayan insan topluluğuna devlet denir."

Diyebilir veya bilimsel tanımı biraz daha açarak;

Devlet, bütün zamanlar bakımından genel geçer bir tanımının yapılması güç olan bir kavramdır. Bunun sebebi devletin "çok yönlü" ve "soyut" bir olgu olmasıdır. Bu nedenle her bir farklı bakış açısı, her disiplin, her ideoloji kendi devlet tanımını yapabilecektir. Devleti bir bütün olarak anlamak ancak bu parçaları birleştirmekle olabilir. Hukuki açıdan devlet, genellikle unsurlarından hareketle tanımlanır.
Buna göre devlet; "Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir."

Yukarıdaki gibi tanımlayabiliriz.

Bu tanımdaki egemenlik unsuruna göre devlet tanımını irdeleyip araştırdığımızda karşımıza;
“Egemenliğin Kaynağına Göre Devlet”
Diye bir tanım çıkar ki bu tanımda egemen olan gücün devlete verdiği şekille oluşmuş olan devlet yapısıdır.

Bu bağlamda;

“Egemenliğin tek kişiye ait olduğu devlet” yapısına;
Monarşik Devlet”

“Egemenliğin belli bir sınıf ve gruba ait olduğu devlet” yapısına;
Oligarşik Devlet”

“Egemenliğin kaynağının dine dayandığı devlet”
yapısına;
Teokratik Devlet”

“Egemenliğin halka ait olduğu devlet” yapısına;
Demokratik Devlet”

Diye tanımlanır.

Oysaki Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında, devletin askeri-siyasal-iktisadi bağımsızlığını ulusal egemenliğin ayrılmaz üç kavramı olarak belirlemiştir. “İzmir İktisat Kongresi, Mustafa Kemal”

Ulusal bir varoluş mücadelesi olan İstiklal Savaşı ’nın kaçınılmaz ve doğal sonucu olarak meydana çıkan Ulus Devlet.

Uluslar, varoluş mücadelesi verdikleri noktada ulusal iradelerini ortaya koymak mecburiyetindedirler.

Ulusal mücadelenin paradigması Ulusal İradedir.

Ulusal iradenin bulunduğu “coğrafya” üzerindeki en önemli gücü, yine içinden çıkardığı silahlı gücü, yani ordusudur. Özetle Türk Ulusunun ordusu Türk Ordusu ’dur dersek! Militarist bir tanımlamamı yapmış oluruz.

Aslında Militarist ve Anti militarist kavramları, tekrar gözden geçirmesi gereken kavramlardır ama biz bu işi “erbaplarına” bırakalım.

İstiklal mücadelesini ortaya koyan ulusal irade, özünden çıkardığı ordusuyla birlikte devlet olabilme mücadelesini verirken bağımsızlık savaşını da yapıyordu. Ulus var olabilme mücadelesini ordusuyla sürdürürken bağımsızlık savaşını da ordusuyla yapıyordu.

Sonucunda bu istiklal mücadelesi; 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında zaferle sonuçlandı.

Sonuçtaki Zafer Türk ulusunun ordusuyla birlikte verdiği mücadelenin zaferidir.

“30 Ağustos ulusal iradenin zaferidir”.

Geçtiğimiz günlerde Genel Kurmay Başkanımız bir tanımlama yaptı. “26 Haziran 2009” ve şu cümleyi ekledi “medya üzerinden orduya karşı asimetrik, psikolojik bir savaş”.

Türk Ordusuna karşı yapılan bir savaştan bahsetti Genel Kurmay Başkanımız.

Bir anlamda, 30 Ağustos Zaferinin sahibi olan Ulusun ordusuna karşı bir savaş.

(Ulus Devlet yapısında İnsan unsuru: “Halk ya da millet unsuru olarak da adlandırılabilir. Belirli bir alanda birlikte yaşayan ve çeşitli bağlarla ortak yaşama iradesi gösteren insan topluluğudur. Bir devleti oluşturacak insanların sayısı hakkında bir alt sınır olmamakla birlikte devletin niteliğine göre makul bir alt sınır kabul edilebilir. Modern yaklaşıma göre millet unsurunun kurulabilmesi için manevi nitelikte bağlar yeterli olup bu manada birlikte yaşama iradesinin doğması yeterlidir.” Şeklinde tanımlanıyor.)

Türk Ordusuna karşı, “medya üzerinden yapılan asimetrik, psikolojik” savaşı kimler ve ne adına yapıyor diye sorguladık mı?

Bu sorunun cevabını ulus ölçeğinde bilebilmemiz çok güç ama kesin ve net olarak bildiğimiz.

Asil Azmaz Bal Kokmaz; Kokarsa Yağ Kokar, Aslı Ayrandır!

Yüce Türk Ulusu, 30 Ağustos Zafer'iniz kutlu olsun!

Saygılarımla/Cem Edis

25 Ağustos 2009 Salı

Baykal "şartlarını" açıkladı / Fatma Sibel YÜKSEK


Baykal, MGK’nın deyimiyle “çalışmayı” ‘ucu açık ve belirsizliklerle dolu’ olarak nitelemesine rağmen, kendi yaklaşımları oldukça netti. Plana ilişkin tereddütleri, eleştirileri ve toplumda var olan tedirginliği oldukça objektif ve öfkesiz bir söylemle dile getirdi.

Baykal, AKP ile MHP arasında dozu giderek artan, eleştiri hatta hakaretlerin havada uçuştuğu bir ortamda, üzerinde iyi çalışıldığı anlaşılan değerlendirmeler yaptı. Serinkanlı ve kavgadan uzak üslubuyla da dün itibarıyla “açılım borsasında” puan kazandı.

Ana muhalefet liderinin birinci tespiti, tartışılan projenin “Türkiye’yi bütünleştirmek” bir yana, “ulusal birliği sarsmaya başladığı” yönünde. Baykal bu tespitini, hakaret dozu giderek artan karşılıklı açıklamalar ve restleşmelere dayandırıyor. Ortaya çıkan gerilim ortamından daha çok Başbakan Erdoğan’ı sorumlu tutuyor.

Baykal’ın açıklamasında, kelimelere dökülmeyen ancak “üslûbun içine yedirilen” en önemli mesaj, “CHP’nin Kürt vatandaşların sorunlarına çözüm bulmaya yönelik arayışlara kapılarını kapatmadığı, ancak mevcut planı fazlasıyla ‘karanlık’ bulduğu” mesajıdır.

Baykal, açıklamasında yer alan “Bu tablonun içine bizi de sokmak istediler, reddettik” cümlesine rağmen, MHP lideri Devlet Bahçeli gibi bu konuda köprüleri tamamen atmıyor. “Sorun varsa konuşmaya hazırız ancak yol ve yöntem bu olmamalı” mesajını veriyor.

Bir “uzlaşmanın” mevcut plan üzerinde daha baştan imkansız hâle getirildiğini vurgulayan Baykal’ın kimi zaman açık, kimi zaman satır aralarına yansıyan eleştiri ve tereddütleri şöyle:

GEMİNİN ROTASI BELİRSİZ: CHP liderinin en önemli sorunu, “Kürt açılımı” olarak sunulan sürecin, “ucu açık bir süreç” olması. Hangi hedefler, muhatapları ve sonuçları kapsadığının açıkça söylenmemesi. Hükümetin “niyetleri başkalarına söyletme” taktiği.

DEVLETİN VE TOPLUMUN BÖLÜNMESİ: En önemli kaygılardan birisi bu. Ana muhalefet, henüz çerçevesi ortaya çıkmamış bu sürecin daha şimdiden toplumda ve devlette ciddi kamplaşmalar yaratmasından endişeli. Daha kötüsü, bu bölünmenin “etnik bir temel” kazanmaya başlaması.

SÜRECİN YANLIŞ DİZAYN EDİLMESİ: Baykal’a göre “Süreç yanlış dizayn edildi ve yanlış yönetilmekte”. Bunun en belirgin göstergesi, hükümetin bile yaptığı işin adını koymaktan çekinmesi. Ortaya çıkış itibarıyla ulusal unsurların yeterince ciddiye alınmaması, bir oldu bitti ve dayatma havasının mevcut olması.

TERÖR ÖRGÜTÜ İLE MÜZAKERE: Baykal, ilk kez açıkça sürecin çok kısa bir sürede terör örgütü PKK ile müzakere noktasına geldiğini açıkladı. Baykal’a göre bu tehlikeli yola “Herkesin görüşünü alıyoruz” aldatmacası ile girildi. Devletin terör örgütü ile masaya oturduğu izlenimi doğdu. İmralı hükümlüsü, dolaylı olarak muhatap alındı. PKK’nın Türkiye’yi bölme niyeti, topluma şeker ambalajı içinde yedirilmeye çalışıldı.

TOPLUMUN PROJEYE SOĞUK BAKMASI: Baykal’ın tespitlerine göre halkın çoğunluğu, ne olduğunu anlamadığı sürece soğuk bakıyor. Bölünme endişesi toplumun geniş bir kesiminde mevcut… Bu endişeyi dikkate almayan hükümet, işi sadece önceden organize edilmiş yandaş yapılanmalarla götürmeye ve bunu da “toplumun iradesi” olarak kabul ettirmeye çalışıyor.

MUHATAPLIK KONUSUNDA KIRMIZI ÇİZGİ: Baykal, olası bir “üzerinde uzlaşılabilir plan” a ilişkin olarak “muhataplık” konusunda da kalın bir kırmızı çizgi çekti. Buna göre, DTP-PKK-Kandil-İmralı dörtlemesi aynı kapıya çıkmaktadır ve bu unsurlarla muhataplık kesinlikle kabul edilemez.

VE BİR AÇIK KAPI: CHP lideri, “terör örgütü ile müzakere” noktasına gelinmesini eleştirdi ama şu kapıyı da açık bıraktı:

“Bir devlet, terör örgütü ile müzakere yapabilir, nitekim bunun örnekleri vardır; ancak bu müzakerenin kesinlikle terörün bitirilmesi ile sonuçlanması gerekir.”

Oysa “açılım” sürecini yürütenler, Baykal’a göre müzakerenin terör örgütünün silahı bırakmaması ile sonuçlanmayacağını açık açık söylüyorlar…

Ve hükümetten bazı istekleri var CHP liderinin: Ucu açık süreç netleştirilmeli ve hükümet bu sürecin Türkiye’nin milli bütünlüğünü zafiyete uğratmayacağına ilişkin topluma güvence vermeli.

Bu iki konuda adım atılırsa, Baykal bazı şeyleri konuşmayı kabul edecek gibi…



Tutkun Akbaş Yazmaya Devam Ederse ....



(Açık İstihbarat : Tutkun Akbaş'a yeni yerinde başarılar diliyoruz. Hazır kalemi daha bir serbest kalmışken; Ergenekon soruşturması dahilinde bizzat kendisinin de bizzat birebir şahit olduğu diğer dezenformasyonları (bkz. Muzaffer Tekin'in Alman ajanı ve uyuşturucu kaçakçısı olduğu yolundaki , aynı isimde farklı bir mahkum olmasına dayanan yalanı; Hrant Dink suikastinin Veli Küçük ismine yönlendirilmesinin macerası, v.s. ) ve bu dezenformasyonları kimlerin yaydığını da kamuoyuna açıklamasını bekliyoruz. Yoksa bu yazısının ilk cümlesi çok havada kalacak. Özeleştiri ferahlatır. )



---Tutkun Akbaş'ın OdaTV'de Yayınlanan "Tuncay Güney'e Çalışan Gazeteci" Başlıklı Yazısı ---



Şimdi biz yazmaya başlıyoruz....

Ergenekon’un üçüncü iddianamesinin eklerini incelemeye başladık. Ekler, 182 klasör ve 50 binin üzerinde sayfadan oluşuyor. Soruşturmayla ilgili savcıların ve polisin yaptığı çalışmalar tüm detaylarıyla klasörlerde yer alıyor.

****

Haberimiz, Yeni Şafak Gazetesi’nin İstihbarat Şefi iken Ergenekon davasıyla ilgili dikkat çeken ve geçen yılın sonunda Sabah Gazetesi’nin Haber Müdürlüğüne terfi eden Şaban Arslan’la ilgili. Arslan’ı, msn ve elektronik postalar aracılığıyla yaptığı “başarılı Tuncay Güney haberlerinden” tanıyoruz.

Hatırlayacaksınız; Tuncay Güney’in Ergenekon soruşturmasıyla ilgili bazı bilgileri gazetecilerden “servis aldığı” iddia edilmişti. Hatta Güney’in katıldığı bir televizyon programında Veli Küçük’ün ifadeleri daha avukatların ve gazetecilerin elinde yokken onun eline nasıl ulaştığı da epeyce tartışılmıştı.

İşte Tuncay Güney röportajlarını bir kitaba da dönüştüren Şaban Arslan öyle bir hata yaptı ki, adı Ergenekon dosyalarına girdi.

****

Olay Ergenekon üçüncü iddianamesinin 179’uncu klasöründe anlatılıyor. Malatya’da yaşayan ve bir dershanede Türk Dili ve Edebiyat öğretmenliği yapan 36 yaşındaki Fahri Hafız’ın e posta adresi şöyledir: “jarusselam@hotmail.com”.

1 Nisan 2008 tarihinden itibaren Fahri Hafız’a Ergenekon soruşturmasıyla ilgili bazı bilgiler ve belgeler gelmeye başlar. Fahri Hafız, 2 Eylül 2008 tarihinde Malatya Emniyet Müdürlüğü’ne gider ve kendisine gelen acayip mesajlardan şikâyetçi olur. Hafız’ın suç bildirim tutanağı eklerin 179. klasörde yer alıyor. Hafız, emniyetteki ifadesinde 4 yıldır “jarusselam@hotmail.com” e – posta adresini kullandığını anlatır ve gelen e – postaların bir kopyasını polise verir.

****

Peki Ergenekon’la ilgili bilgi ve belgeler aslında hangi e – postaya gönderilmek istenmiştir: “jerusselam@hotmail.com”.

Gönderici e posta adresindeki “e” harfi yerine “a” yazınca ilginç bir durum ortaya çıkar.

Neden mi?

Çünkü jerusselam@hotmail.com e posta adresi Tuncay Güney’e aittir ve Ergenekon belgeleri de

Güney’e gönderilmek istenmiştir.
Kimdir bu hatayı yapan?

Kahramanımız Şaban Aslan’dan başkası değildir.

****

Hani Fahri Hafız e – postaların bir kopyasını polise vermişti ya… İşte bizde bu sayede Şaban Aslan’ın Tuncay Güney’e neler gönderdiğini öğreniyoruz.

Şaban Aslan 1 Nisan 2008 günlü ilk e- postada Veli Küçük’ün resmi ifadesini yolluyor. Ancak bu belge Tuncay Güney yerine Fahri Hafız’a gidiyor. Çünkü e- posta adresindeki e harfi yerine a harfine basıyor. Fahri Hafız, e – posta kutusunu açtığında “Veli Kucuk.doc” adlı dosyanın iliştirildiği postayla karşılaşıyor ve bana şaka yapan birileri var diye düşünüyor. Bundan sonrasını Hafız’ın resmi ifade tutanağından aynen aktarıyorum: “Ben o dönemde Ergenekon soruşturması basında çok fazla yer aldığından bana gönderilen mailin bir şaka olduğunu hatta tarihin 1 Nisan olması nedeniyle 1 Nisan şakası olduğunu düşündüm ve ciddiye almadım, daha sonraki tarihlerde ise yine sabanarslan1@gmail.com mail adresinden çeşitli mailler aldım. Bu maillerin içeriğinde ise Tuncay Güney ve Ergenekon ile bağlantılı mailler olduğu, çeşitli basında çıkan haberlerin bulunduğu, Tuncay Güney’in 2001’de vermiş olduğu ifadesinin taranmış hali, diğer mailerde ise sabanarslan1@gmail.com adresini kullanan kişinin mail ekinde Yeni Şafak Gazetesi’nde çalışan biri olarak bana mail attığı mail yazışmasında sanki beni tanıyor gibi ifadeler kullandığı ve bana Tuncay abi, dostum vb. samimi sözler yazması beni bir başkasıyla karıştırdığını düşündüm ve ciddiye almadım, son olarak Yeni Şafak Gazetesi’nde çalışan Orhan Turan isimli şahıs bana kendi kullandığı orhanturan26@hotmail.com e-posta adresinden bir mail attı. Mail içeriğinde ise Ergenekon soruşturması ile basında da çıkan elle çizilmiş evrakların bulunduğunu gördüm….”

****

Fahri Hafız’ın aslında şikâyetçi değildir, sadece e postalardan rahatsız olduğunu söyler ve polise bütün bilgileri verir. İddianame eklerinin 179’uncu klasörde Şaban Arslan ve diğer Yeni Şafak çalışanı Orhan Turan’ın yanlışlıkla attığı e postaların bir bölümü aynen yer alıyor.

Şaban Arslan’ın e posta örneğinde Veli Küçük’ün ifadelerini gönderdiği tarih 24 Mart 2008 olarak kaydedilmiş. Belli ki Fahri Hafız 1 Nisan’da e – posta kutusunu açabiliyor. Arslan bir de not eklemiş Tuncay Güney’e. Mesaj aynen şöyle: “Tuncay bey merhaba, Siz bana hala kızgınsın ama bunların ilgini çekeceğini düşündüm bu adamların hepsi seni suçluyor msn’ye gelirsen ordayım.”

Şaban Arslan soruşturmayla ilgili önemli bilgileri de Tuncay Güney’le paylaşıyor ki, bir de şu mailini okuyun: “Kardeş, iddianamede senin adın yokmuş. Haberin olsun.”

****

Malatya Cumhuriyet Savcılığı ise tüm bu belgeleri Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Savcılığına gönderiyor. Savcı Zekeriya Öz Şaban Aslan’la ilgili konunun Ergenekon soruşturmasıyla ilgisi bulunmadığı ve kovuşturmaya gerek olmadığına karar veriyor.




24 Ağustos 2009 Pazartesi

Bir “Alçak”tan Başbakan'a Cevap- Meyyal UYGUR


Peşinen şunu belirteyim, David L. Phillips raporu, buzdağının bir ucudur ve belki de Erdoğan bunu görmediğinden bu kadar sert çıkmıştır.


Ama o rapordan Gül ve Babacan’ın haberdar olduğu kesin.


Tüm yazılarımda bu raporun T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın “katkılarıyla” hazırlandığını vurguladım.




Türkçesi yetmediyse işte İngilizcesi…




Bakın bakalım T.C. Dışişleri Bakanlığı, kimler ve hangi kurumlarla görüşmesini sağlayarak, Phillips’den teşekkür almayı hak etmiş:




:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::



Herkese sık sık adap-edep dersi veren Başbakan Erdoğan, mübarek Ramazan’ın birinci günü, Cuma namazı çıkışında, “ABD’nin bir projesi diye dolaşıyorlar. Bunu ispat ederlerse biz her şeye varız. Ama eğer edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar” diye veryansın etti.

Bu hakaretlerin muhatabı, “Kürt açılımı”nın ABD’li David L. Phillips’in Amerikan Ulusal Dış Politika Komitesi için hazırladığı 15 Ekim 2007 tarihli “Kürdistan İşçi Partisi’nin Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” adlı plana dayandığını iddia eden MHP idi. Ancak MHP’den çok önce Referans’tan Cevdet Aşkın’la, bendeniz bu raporu gündeme getirdiğim, hemen her yazımda oraya atıf yaptığım için üzerime alındım. O yüzden sadece Phillips’in raporu değil, başka rapor, açıklama ve görüşmelerle “Kürt açılımı”nın nasıl ABD projesi olduğunu gün gün, yıl yıl örneklerle delillendirip, Erdoğan’a cevap vermek istiyorum.

Peşinen şunu belirteyim, David L. Phillips raporu, buzdağının bir ucudur ve belki de Erdoğan bunu görmediğinden bu kadar sert çıkmıştır. Ama o rapordan Gül ve Babacan’ın haberdar olduğu kesin. Tüm yazılarımda bu raporun T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın “katkılarıyla” hazırlandığını vurguladım. Türkçesi yetmediyse işte İngilizcesi…Bakın bakalım T.C. Dışişleri Bakanlığı, kimler ve hangi kurumlarla görüşmesini sağlayarak, Phillips’den teşekkür almayı hak etmiş:

“The author thanks the Turkish scholars, business leaders, media representatives and parliamentarians whom he recently interviewed in Turkey (September 2007). He gratefully acknowledges assistance from Turkey’s Ministry of Foreign Affairs, which arranged meetings with le gislators, as well as officials involved in foreign affairs, intelligence and security matters.”

Erdoğan samimiyetle “Kürt açılımı”nın MİT’in planı olduğuna da inanıyor olabilir. Nitekim bu planı o zaman çalıştığı Sabah’ta 2006’da tartışmaya açan Aslı Aydıntaşbaş, şimdi Akşam Gazetesi’ndeki köşesinde, “Kanıtlayabilirim: Bu Amerikan Planı değil” diyor. Kısmen doğru olsa da o “MİT Planı”nın önünde ve arkasında neler olduğunu anlamak için, “Gerçek Ergenekon, Kürt Açılımı ve Karargah” başlıklı iki yazımı dikkatle okumanızı öneririm.

Bu ön bilgilerden sonra gelelim yıl yıl “Kürt açılımı-ABD” bağlantısının seyrine…Aslında hepsini biliyoruz ama unuttuk.


Hafızaları tazelemekte yarar var.

- Mayıs 2003’te ABD, PKK’yla mücadele için Pişmanlık Yasası’nın çıkarılmasını istedi. Temmuz 2003’te bu konuda AKP Grubu’nda yapılan görüşmede dönemin İstanbul Milletvekili Emin Şirin, “Pişmanlık yasasını ABD mi istedi?” diye sordu. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gül’ün, "ABD’nin K.Irak’taki yeniden yapılanma için benzer istekleri var" cevabını verdiği söylendi. Zaten ABD de, “Pişmanlık Yasası çıkar çıkmaz harekete geçip, Kandil Dağı’ndaki terör kamplarını bitirme” sözü verdi.

- İktidar “Topluma Kazandırma Yasa” tasarısını, Erdoğan’ın imzasıyla 7 Temmuz 2003’te TBMM’ye sevk etti. Aslında tasarının “genel gerekçesi”nde gerçek niyet tam olarak ortaya konuyordu. Burada, “önceki düzenlemelerde örgütün lider kadrosunun kapsam dışında bırakılmasından” resmen şikayet ediliyordu. Buna rağmen tasarı maddelerinde örgüt yöneticileri kapsama alınmadı veya alınamadı. Muhtemeldir ki, ilgili kurumlarla görüşmeler neticesinde bundan vazgeçildi. Ancak gerekçedeki bu ifadenin çıkarılması ya unutuldu veya özellikle muhafaza edilerek, bir yerlere mesaj verildi. Nitekim dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Tepkileri de dikkate alarak, doğrudan eyleme sevk eden lider kadronun kapsam dışında tutulduğunu” açıklıyordu.

- Bu “açılım”dan sonra başka bazı ilginç girişimler daha oldu. Mesela Gül, Aralık 2004’te Ceza İnfaz Kanunu çıkarılırken, “şartı tahliyenin teröristbaşı başta, herkese ve tüm suçlarda uygulanmasını” istedi. Haziran 2005’teki TCK değişikliğinde, teröristbaşının hüküm giydiği 125. maddeye, “elverişlilik” gibi bir ifade sokuldu. Bunun, teröristbaşının lehine olduğu ortaya çıkınca o madde acele eski haline döndürüldü. Ancak asıl kıyamet Terörle Mücadele Yasa tasarısının 6. maddesinde, terör örgütünün liderinin “etkin pişmanlıktan yararlanmasının” öngörülmesiyle koptu. Erdoğan önce “Haberim yok” dedi, ardından Cemil Çiçek, “Bunu devletin birimleri istedi” iddiasında bulundu. TSK ve Emniyet Genel Müdürlüğü hemen ve net bir şekilde, MİT ise uzun bir aradan sonra muğlak ifadelerle, sözkonusu düzenlemeyi kendilerinin istemediğini açıkladı. (Phillips’in raporunda Dışişleri Bakanlığımızın ve MİT’in katkıları var. Şöyle geriye doğru bakınca acaba ‘etkin pişmanlığı’ Dışişleri istemiş olabilir mi diye düşündüm. Ne de olsa o da bir ‘devlet’ kurumu. TSK’nın, Süleymaniye çuvalından sonra Irak’ın kuzeyinde etkisiz hale getirilmesinin ardından, buradaki tüm inisiyatifin Dışişleri ve MİT’e geçtiğini de dikkate alırsak, herhalde tahminimi yabana atmazsınız)

- 22 Temmuz 2007 seçimlerine kadar geçen süreçte AKP, bölücü terörle “ABD’den operasyon” beklentisi, “Barzani ve Talabani’den PKK’yı terör örgütü ilan etmeyi” isteme, “lider kadrolarını teslim için her görüşmede liste sunma”, “Mahmur kapatıldı, kapatılıyor” açıklamaları ve “Üçlü koordinatörlük” mekanizmasının kurulması gibi “siyasi ve diplomatik” yöntemlerle mücadele etti. Son olarak, dünya çapında önemli Atlantik Konsey için geçtiğimiz Haziran ayında “Türklerle, Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” başlıklı yeni bir rapor hazırlayan David L. Phillip, sözkonusu “mücadele”nin sonuçlarını ve “üçlü mekanizma”nın ne işe yaradığını bakın nasıl anlatıyor: “Barzani, Türkiye’nin kendi ülkesindeki Kürt sorununa çözüm bulması konusunda ısrarcı oldu. Ankara, ABD’den PKK’ya karşı eylemde bulunmasını talep etti. Ancak ABD kumandanlarının başka öncelikleri vardı. Bush yönetimi, Türkiye’nin inisiyatif almasını önlemek amacıyla istihbarat paylaşımı için üçlü bir mekanizma önerdi. General Raltson özel elçi olarak atandı. 15 ay boyunca yapılan 7 toplantıdan sonra komisyon dağıldı. Komisyon, Türklerin savaşmasını engellemede başarılı oldu…”

- David L. Phillips’in 15 Ekim 2007 tarihli malum raporu ortaya çıktı.

- 18 Ekim 2007’de TBMM sınır ötesi harekat tezkeresini rekor oyla kabul etti. Başbakanlık, TSK ile operasyonun kapsamı hakkında yazışmalar yaparken, 21 Ekim 2007’de 12 askerimizin şehit edildiği, 8 askerimizin kaçırıldığı Dağlıca katliamı yaşandı.

- Başbakan Erdoğan 23 Ekim 2007 günü Kanal 24’te şunları söyledi: Kasım ayının başında Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler Zirvesi var. Bu zirve birçok şeye gebe olabilir. Zirveyle birlikte sekretarya da oluşacak. (Nihai hedef PKK’yı oradan çıkarmak gibi tanımlanabilir mi? sorusu üzerine)…Buradaki terör örgütü mensuplarının Avrupa’ya gönderilmesi gibi çok değişik teklifinde bulunuldu. (Mesela bu öneri ilk kez Phillips’in raporunda yer almıştı)
Erdoğan’ın Kanal 24’e açıklamalarına devam edersek; Sınır ötesi harekâtla ilgili olarak biz ABD ile bu işi çok açık net bir yere bağlamak durumundayız ve 5 Kasım’da yapacağım görüşmelerde bunun da özellikle neticesini almak istiyoruz. (Eğer beklediğiniz cevap gelmezse...denilmesi üzerine)…Türkiye’nin herhangi bir yerden izindi, şuydu buydu ihtiyacı yok. Türkiye’de alışılmış bazı şeyler var. Yok icazet alınmış, bilmem ne yapılmış çok ayıp, çirkin bir şey…(Bu konuda takvim olup olmadığının sorulması üzerine)…Böyle bir takvim belirlenmiş olsa bile açıklamam mümkün değil…

- 5 Kasım’daki Bush-Erdoğan görüşmesinin üçte ikilik kısmı baş başa yapıldı. Burada neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz yaptıkları ortak açıklama. Bush, o meşhur, “PKK ortak düşmanımız” sözlerine ilave olarak, daha iyi istihbarat paylaşımına ihtiyaç duyulduğunu, askerlerin daimi işbirliğini sağlamak için Pentagon ve TSK’nın iki numaralı isimleriyle, General Petraeus arasında üçlü bir düzenlemeye gidildiğini açıkladı. Erdoğan da, terörist kampların dağıtılması, terör örgütü liderlerinin ele geçirilmesi ve lojistik desteğin kesilmesi gibi gerekli diğer adımların atılması gibi çeşitli konuları görüşme fırsatı bulduklarını anlattı. Bir de Bush, gazetecilerin, “Eğer Türkiye Kuzey Irak’a bir operasyon düzenlerse tepkiniz ne olur?” şeklindeki sorusunu, “Varsayıma dayalı sorulara cevap vermekten hoşlanmıyorum” diye cevaplandırdı.

- Başbakan Erdoğan 14 Kasım 2007’de Prag’a giderken; “Öncelikli hedefimiz sınır ötesi operasyon değil, PKK’nın silahsızlandırılması…” açıklamasını yaptı. (Phillips’in raporunun başlığı da bu). Gazeteciler Prag’da bu sözlerinin anlamını sorunca da, “Cevabını Türkiye’ye döndükten sonra vereyim, şimdi Çek Cumhuriyetindeyiz, burayla ilgili soru sorarsanız memnun olurum” dedi, ama ne Prag’da, ne buradan gittiği Azerbaycan’da, ne Türkiye’ye dönüşte, o sözlerine açıklık getirmedi.

- 24 Kasım 2007’de AKP’nin Kızılcahamam Kampı’nda, “Türlü tahrik ve ithamlarla, hükümetimizi, izlediğimiz strateji gereği mahrem tutulması gereken bazı konuları kamuoyu önünde tartışmaya zorlayanlar, sadece terör örgütünün ekmeğine yağ sürdüklerini bilmeliler” diye konuştu, yani bir “mahrem anlaşma” olduğunu itiraf etti.

- 7 Aralık 2007’de Portekiz’e giderken, “Pişmanlık Yasası, Terörle Mücadele Yasası, adına ne derseniz deyin, bu çalışmalardan beklenen sonuç o zaman alınamamıştı. Ama şu anda buna yönelik bir çalışmada netice alınabilir düşüncesinde olan görüşler var. Biz, bunların hepsine itibar ediyoruz” açıklamasını yaptı. Uçakta da, “Yeni yasanın daha olumlu sonuçlar vermesi için geçmişte çıkarılan Eve Dönüş yasalarından farklı olacağını” söyledi ve geçmişte bu konuda “direnç”le karşılaştıklarını hatırlatıp, medyanın katkılarını istedi. Erdoğan, uçakta gazetecilerle başka özel şeyler de paylaşmış olmalı ki, ardından hepsi bir ağızdan “af yasası” imasında bulunup, “son fırsat” kampanyası başlattı. Ancak yine muhalefet ve milletin şiddetli tepkisi ortaya çıkınca Erdoğan, “Böyle bir açıklama yapmadığını, sadece teröre bulaşmamış olanlar için mevcut Eve Dönüş Yasasıyla ilgili ne yapılabileceğinin konuşulduğunu, bunu farklı yerlere çekmenin yanlış olduğunu” duyurdu.

- Aynı süreçte Gül, Fransa yolunda “es”li açıklamalarda bulundu, Tiflis’te, “Bize benzeyen örnekler”den dem vurup, “Sadece İspanya demiyorum. Latin Amerika’da falan” dedi. Dışişleri Bakanı Ali Babacan da Brüksel’e giderken GAP uçağına aldığı gazetecilere, “Türkiye’de bunlar da oluyormuş diyeceksiniz” sözleriyle, bazı sürprizler ve reformların yapılacağını anlattı. Ayrıca, Başbakan Erdoğan ile ABD başkanı Bush’un 5 Kasım’da yaptığı görüşmede alınan kararların ‘safha safha’ uygulanmaya başladığını vurguladı.

- 8 Ocak 2008’de Bush-Gül görüşmesi gerçekleşti. Görüşmeden sonra değil, önce yapılan resmi açıklama, birkaç nezaket cümlesinden ibaretti. Ancak görüşmesinin ardından Beyaz Saray tarihinde örneği pek görülmeyen bir şey yaşandı ve ismi açıklanmayan bir Beyaz Saray yetkilisi tele konferans yöntemiyle görüşmenin “perde arkasını” gazetecilere anlattı. Bu açıklamalar da hemen Beyaz Saray’ın resmi internet sitesine konuldu. Adı açıklanmayan yetkili mesela şunları söyledi: “PKK konusunda uzun görüşme oldu, probleme farklı çözümler demeti vardı. Sadece askeri faaliyet değil, Güneydoğu’nun ekonomik, politik, sosyal gelişimi dahil PKK sorununa kapsamlı bir çözüm görüşüldü…PKK’ya çözüm isteniyorsa, askeri yöntemin terörle mücadelenin sadece bir boyutu olduğu kabul edilmeli ve siyasi çalışmalar yapılması, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yaşamlarının geliştirilmesi, onların ülkeden soğumuş bir azınlık olmadığından emin olunması, PKK’ya asker toplanan bir havuz olmaması uzun vadeli çözümün parçalarıdır….Askeri bölümü var, siyasi ve ekonomik bölümü var. Uzun dönemli çözüm konseptinin arkasında bu var. (İki Başkan, askeri yöntemler dışında kapsamlı bir çabaya ihtiyaç olduğu konusunda anlaştı mı? sorusu üzerine)…Gül’ü anlatmak istemiyorum, sanıyorum kendisine sorma fırsatınız olacak, fakat kesinlikle konuştular. Gül geçmişte Türkiye’deki Kürtlerle ilgili görüşlerini açıkladı ve Kürt nüfus için çok şey yaptı, bunları tanıdı…Erdoğan hükümeti ve Cumhurbaşkanı Gül halihazırda bu çerçevede bazı çalışmalara başladı. (AB’nin Türkiye için bazı ön koşulları var, Anayasa değişiklikleri gibi. ABD bu değişiklik adımlarından memnun mu? Sorusu üzerine)…Türkiye’nin AB üyeliği için yapması gereken bazı reformlar var ve Türkler bunları yapıyor. Biz bunların artarak, devam etmesini bekliyoruz."

-
Bu açıklamalar sorulduğunda Gül, siyasi çözümün asla konuşulmadığını söyledi, hatta “Irak'ta kampları var, gelip sivillere ve güvenlik güçlerimize saldırılıyor. Böyle bir konuda politik çözüm söz konusu olabilir mi?..Nasıl El-Kaide'nin dışarıdan gelen ya da gelecek saldırılarına politik çözüm bulalım denmiyorsa, PKK için de denemez Bu kontekstte bu mevzular hiç konuşulmadı ve konuşmayız da tepkisini gösterdi.

- TBMM’nin Ekim’de çıkardığı tezkere ancak 21 Şubat 2008’de uygulamaya kondu ve kara harekatı başladı. Harekatın ardından Bush’un Türk askerine “get out” dediği, ABD’den peş peşe gelen diğer açıklamalarda siyasi çözüm, hatta PKK ile masaya oturulması çağrıları yapıldığı hatırlanacaktır. Özellikle ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Türkiye’ye gelmeden önce 24 Şubat’ta Avusturalya Canberra’daki, “Devam eden operasyonun kısa sürmesini umuyorum. Ayrıca Türkiye'de yaşayan Kürtlerle daha fazla diyaloga girilmeli. Askeri çözüm yeterli değil, başka girişimlerde bulunulabilir. Ekonomik ve siyasi önlemler gerçekten önemli”, 27 Şubat’ta Yeni Delhi’deki, “Çeşitli düzeylerdeki ABD görevlilerince, Türklere dobra dobra söylendi. Ben ayrıca Cumhurbaşkanı Gül’le Washington’u ziyaret ettiğinde konuştuklarımızı tekrarlayacağım. Kesinlikle güvenlik çalışmalarının bir yeri olduğunu, ancak askeri yöntemin Türkiye için yalnız başına terör problemini çözmeyeceği, ayrıca ekonomik ve siyasi girişimlerin olması gerektiğini…Kürtlerin sorun ve şikayetlerini ortadan kaldıracak ve asker olmayan uzun dönemli bir çözüm yönünde hareket etmelerine ihtiyaçları olduğu görüşündeyim…
Kürdistan hükümeti, peşmerge ve Türkler arasında bir çatışmayı engellemeye çalışıyor. Türkiye’nin operasyonu kısa sürede kesip bölgeyi terk etmesi, Bağdat ve Kürdistan hükümetleri ile yakın işbirliği yapması gerekiyor…Kısa süreden ayları değil, günleri, bir iki haftayı kastediyorum…”
sözleri arşivlerde duruyor.

- Gates, Türkiye’ye geldiği 28 Şubat’ta da aynı şeyleri söyledi, yetmedi Bush, Gates’in söylediklerini kuvvetli biçimde desteklediğini açıklayıp, ilk kez “Kürdistan” ifadesini kullandı. Gates, Türkiye’den ABD’ye dönerken de uçakta gazetecilere, “Temaslarımızda spesifik bir tarih belirtilmedi. Ama onların mesajı aldıklarını düşünüyorum. Çünkü bunu dört kez işittiler…Bana söylediklerine göre operasyonun çapı ölçülü” dedi, ayrıca Cumhurbaşkanı da, Başbakan da özel olarak askeri olmayan alanlardaki bazı girişimlerini aktardılar. Kaygıları askeri operasyonlardan taviz vermeden bu girişimlerin ne kadarını kamuoyuna açıklayacaklarına dair dengeyi bulmakta. Iraklılara da ulaştılar, Bağdat’a özel temsilcileri gitti. Bu yüzden sürecin o kısmına da başladıklarını düşünüyorum” iddiasında bulundu. Ve bilindiği gibi Gates’in gittiği günün gecesinde kara harekatı sona erdirildi!..

- 4 Mart 2008’de o zamana kadar ABD’nin Irak’taki iki numaralı komutanı olan ve sonrasında 1 numaraya getirilen Orgeneral Ray Odierno, Pentagon’da verdiği brifingte, “Şuna da inanıyorum ki, Kuzey Irak’ta uzun vadeli bir çözüm, askeri çözüm değil. Açıkça onlar (PKK) üzerinde baskı oluşturmalı ki, böylelikle bu terörist unsurlarla konuşmaya ve müzakere etmeye başlayabilelim ifadelerini kullandı.

- 5 Mart 2008’de Savunma Bakanı Gates, Odierno’nun açıklamalarına ilişkin bir soru üzerine, haberi olmadığını belirtti ancak “Geçen hafta Ankara’ya gittiğinde Gül ve Erdoğan’ın her ikisinin de kültürel, ekonomik ve siyasi alanda yapacaklarını kendisine anlattığını vurguladı. “Kimsenin PKK ile müzakereye niyetli olmadığı izlenimini aldığını” kaydeden Gates, “Ancak azılı teröristler dışındakilerin siyasi zemine çekilmesi gerektiğinisöyledi.

- Kara harekatının başladığı gün Gül’ün Ankara’ya davet ettiği Talabani 7 Mart 2008’de Ankara’ya gelip döndükten sonra, “PKK’yla savaşmayacağız. Sorunlar, silahlı mücadele değil, diyalog ve siyasi mücadele ile çözülsün. Ben, Barzani ve diğer siyasiler, dağlarda bulunanları, silah bırakıp, siyasi diyalog ve ateşkese ikna edeceğiz. DTP’lilerin tek isteği, Kürt kimliğinin ve dilinin devlet tarafından tanınması. Koşulsuz af olursa, biz PKK yöneticilerine, ‘Haydi artık ülkenize dönün ve mücadelenizi Türkiye sınırları içinde sürdürün’ diyeceğiz. Dağdan inecek olan gençler, hapse değil, evlerine dönsün. Bu ve benzeri konuları Sayın Gül ile Ankara’da konuşmuştuk. Sanıyorum Sayın Gül ile Türkiye hükümeti ve devleti gerekli tüm adımları atıyor ve atacakaçıklamalarını yaptı. Bu sözler karşısında Gül, “memnuniyetini” ifade ederken, Erdoğan, “PKK’ya silah bıraktırılmasını hem Ankara’da, hem Bağdat ziyaretinde görüştük” dedi.

- 2009 başında eski CIA görevlisi Henry Barkey, Obama yönetimine “Kürdistan’da çatışmanın önlenmesi” başlıklı raporunu sundu. David L. Phillips’in planındaki malum tekliflerin iyice somutlaştırıldığı bu raporda, “ABD ve AB’nin, milliyetçi muhalefete karşı, iktidarı desteklemesi” istenirken, öncelikle Türkiye’nin Barzani yönetimini tanıması, Erbil’de konsolosluk açması ve Kerkük meselesinin halledilmesi gerektiği vurgulandı. PKK’ya nasıl “silah bıraktırılacağı” da şöyle anlatıldı: “Genel af çıkarılması. Kürt liderler ve ABD ordu yetkililerinin, geleceklerini garanti altına alacak düzenlemeleri yapma konusunda PKK üyelerine garantisi vermesi. PKK üyelerinin bir bölümünün Türkiye’ye dönmesi, diğerlerinin Peşmerge güçlerine katılması. PKK ‘liderlerine’ Avrupa ülkelerinin ev sahipliği yapması. PKK’nın silahlarını, tv önünde ABD askerlerine teslim etmesi.”

- Mart 2009’da Türkiye’ye gelen yeni ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Dışişleri Bakanı Babacan’la görüşmesinde, “Türkiye’nin demokrasisi ve etnik yapısından bahsettiklerini…” açıkladı.

-Nisan başında yaptığı ziyarette de Başkan Obama, TBMM’deki konuşmasında “Kürt sorununun çözümü”nü istedi, İstanbul’da üniversiteli gençlerle sohbetinde ise “Türkiye’deki Kürt azınlığının bu topraklarda özgür ve eşit olarak yaşamasını savunuyoruz” dedi.

- Bilindiği gibi Obama, TBMM’de siyasi parti liderleriyle görüştü. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le yaptığı görüşmeden sonra basına, yalanlanmayan şu haber yansıdı…Türkiye’de ilk kez bir Kürt siyasetçi ile tanıştığını belirten Obama, “DTP’nin siyaset içinde olması önemli. Parti olarak önemli görev üstleniyorsunuz. Kürtlere sempatim var. Kürt sorunu silahla çözülmez” demiş. “Azınlıkların, grupların ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılayan formüllerin üretilmesi gerektiğini” söylemiş. Ahmet Türk de, Obama’ya, DTP’nin Demokratik Özerklik Projesi ile Kürt sorunun çözümü konusundaki görüşleri kapsayan üç sayfalık bir mektup sunmuş. O mektupta şu öneriler varmış: “Türkiye’nin üniter yapısına saygı gösteriyoruz. Bu çatı altında yerel ve bölgesel özerk yapıların önü açılmalı. Demokratik Özerklik Projesi kapsamında Türkiye 20-25 bölgeye ayrılmalı. Her bölge kendi ismi ile adlandırılarak yeni bir yönetim biçimi oluşturulmalı. Resmi dil ve bayrak bütün Türkiye için geçerli olmakla birlikte her bölgenin kendine özel sembolleri ve renklerine izin verilmeli. Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri anayasal güvenceye kavuşturulmalı. PKK’ya yönelik bir af çıkarılmalı ve dağdan inenlere cezai takibata uğramadan siyaset yolu açılmalı.”

Kusura bakmayın, çok uzun oldu biliyorum, ama malum “savunma hakkı” kısıtlanamaz!..

Hele de bu kadar ağır hakaretlerden sonra.

Hani “Bizim çözümümüz Türk Modeli olacak” diyorlar ya, şu tablodan ben tek bir sonuç çıkardım; Bu “açılım”ın “Türk modeli” ile yegane alakası, bir yerinde “Ahmet Türk”isminin geçmesidir.

Geri kalan sonucu takdirlerinize bırakıyorum!..

Kaynak: Açık İstihbarat

Gerçek Ergenekon-2 (“Kürt Açılımı” MİT’lendi)-MEYYAL UYGUR


“Kürt açılımı” “devlet projesi öyle mi?

Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı iken, “Bu hukuk düzenini kuranlar, bunun kaldırılmasının maşası olacak” demişti…

Ne öngörülüymüş ama!


::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::



Yukarıda, “Bu iddialardan anlaşılıyor ki, boğazına kadar ‘Kürt açılımı’nın içinde olan kurum MİT!..Doğru mu, değil mi birazdan, hem de birinci ağızdan detaylandıracağım…” demiştim. İşte detaylandırıyorum:

Şemdinli olayını izleyen günlerde İsmet Berkan, Murat Yetkin’le birlikte “devletin en üst güvenlik birimlerinden birinin başındaki üst düzey görevli” ile sohbet eder. Deep background (Kaynak belirtmeden, sadece “bilgi” olarak kullanmak), “PKK’nın tasfiyesi” hakkında bilgi alırlar. Üst düzey kaynağın anlattığına göre, “Aylardır devlet içindeki çeşitli kurumlar arasında mekik dokuyup, ‘uzlaşma’ yaratmaya çalışmış, sonunda bütün kurumları belli bir noktaya getirmiş. Hatta konu MGK’da ele alınıp, karara bağlanmış ve bir çeşit ‘devlet politikası’ haline gelmiş”. (Beşir Atalay’ın ‘Kürt açılımı’ için ‘devlet projesidir’ dediğini hatırlatırım)…Sohbette, Barzani federe devleti gerçeğinin kabul edilmemesi ve Barzani’ye “aşiret reisi” denmeye devam edilmesi halinde, PKK’yı tasfiye planını işletme imkanı olmadığı falan da konuşulmuş. Ama o üst düzey yetkilisinin canını sıkan can alıcı nokta şu:

“En büyük güçlük bu gerçeklerin kabullenilmesinde yaşanıyor, üst düzey görevliler ve siyasiler kapalı kapılar ardında gerçeği kabullense de, alt düzeyde ciddi bir direniş var. Direniş gösteren birimler de Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve bazı askeri birimler. Aynı iklim medyada ve bir ölçüde kamuoyunda da mevcut”!..(Geçen 4 yılda İçişleri Bakanlığı’nın nasıl Ergenekon ve Kürt açılımının motoru haline geldiğini, Adalet Bakanlığı’nda neler olduğunu, TSK’nın hangi birimlerinin üzerine gidildiğini ‘Bordo Bereliler-Özel Kuvvetler, Jandarma’, medyanın nasıl hizaya geldiğini düşünün. Demek ki sıra kamuoyunda!..)

Peki plan neymiş: “Tüm bunlara rağmen harekete geçilmiş ve planın ilk aşaması olarak MİT Müsteşarı, ‘yakın dostu’ Barzani, ardından Talabani’yi ziyaret edip, onlara yeni ‘devlet politikası’nı ve Türkiye’nin, bu iki önemli Kürt liderden beklentilerini aktarmış. Özellikle Barzani görüşmesi çok iyi geçmiş. Barzani PKK ile silahlı çatışmaya girmek dışında elinden gelen her şeyi yapacağını söylemiş. Planın en zor ayaklarından biri, dağdaki PKK yönetici ve komutanlarının ne olacağı sorusuymuş. Bu konuda Barzani ve Talabani benzer yolu göstermiş; Eyleme karışmamış olanların Türkiye’ye dönmesi, yönetici kadronun Irak dışına, tercihen bir Kuzey Avrupa ülkesine gitmesine Türkiye’nin ses çıkarmaması…”

İşte “devlet çapında zor da olsa bir uzlaşmanın elde edilmesinden” sonra ufak ufak medya üzerinden sızdırmalar başlamış, Cevat Öneş’in ağırlıklı olarak Radikal’de yazdıkları da bunlarmış.

Büyük denemenin ise Temmuz 2006’da Sabah’ta Aslı Aydıntaşbaş’la yapıldığını biliyoruz. O planın detayları yazılınca kıyamet kopmuş, ortalık karışmış ve çok ilginçtir Başbakan Erdoğan, böyle bir plan olup, olmadığını soran gazeteciyi, “Bu soruyu sormak ihanettir” diye azarlamıştı. Şu anlattıklarımı ben uydurmadım. Aydıntaşbaş atağından sonra plandan haberdar olduklarını göstermek için bizzat İsmet Berkan 31 Temmuz 2006’da yazdı.

“Kürt açılımı”nın mimarı, organizatörü ve uygulayıcısının MİT olduğunu ortaya koyduktan sonra işin “ETÖ” boyutuna gelelim. Burada sadece bazı sorular sormakla yetinelim:

-Nisan 2006’da yani Danıştay saldırısından kısa bir süre önce MİT’te yeniden yapılanmaya gidildi mi? Bu kapsamda “Küreselleşmeden Kaynaklanan Sorunlar” gibi bir birim kuruldu mu? Bu birim acaba neden gündemine ilk olarak “Ergenekon şeması” ve bunun takibini aldı? Söz konusu birim kime bağlı? “Kürt açılımı”nı başarıyla tamamladığı takdirde görevden ayrılması planlanan Taner’in yerine bu isim mi getirilecek?

-“Ergenekon”la ilgili bu birime “özel” eleman takviyesi yapıldı mı? Bu elemanların çalışma alanı ağırlıklı olarak yargı mı?

-Başbakanlık örtülü ödenek harcamalarının artışında, MİT’teki bu yeni yapılanma ve görevlendirmelerin etkisi var mı?

Soru çok da sonuca gelelim;

“Kürt açılımı” için, “İktidarın planı yok” diyorlar. Görüldüğü üzere, bal gibi var. Üstelik geçen 4 yılda CIA uzmanları David L. Phillips ve Henry Barkey’in katkılarıyla epeyce takviye ve teçhiz edilmiş şekilde…Ortam da 4 yıl öncesine göre çok çok müsait…Yegane sorun “Türk kamuoyu”. Öyle ki Hasan Cemal ve Öcalan daha Nisan 1993’te Bekaa’daki uzun sohbetlerinde bile bunu konuşmuşlar, Öcalan da, “Türk kamuoyunu ikna etmeden, hazırlamadan barışı yakalamanın hayal olduğu” konusunda “mutabık” kalmış!..

İçişleri Bakanı Atalay bugünlerde sık sık “Bu bir devlet projesi” diyor ya, merak ettim, “devlet”ten kastedilen MİT midir?

Bir de geçenlerde Ahmet Türk, “PKK’nın da TSK’nın da görüşü alınsın” diye buyurdu. İki gün sonra Atalay, “Genelkurmay’ın da görüşünün alınacağını” açıkladı. Çaktırmadan PKK’yla aynı kefeye konmasından vazgeçtim, demek ki TSK’nın “12 kötü adam”, DTP veya İHD kadar bile hükmü kalmamış!..

“Kürt açılımı” devlet projesi öyle mi?

Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı iken, “Bu hukuk düzenini kuranlar, bunun kaldırılmasının maşası olacak” demişti…

Ne öngörülüymüş ama!..

Kaynak: Açık İstihbarat

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Teröristbaşı Aklanıyor Mu ? / Ali İhsan GÜRCİHAN


Sözde Açılım Sürecini Başlatanlar Sayesinde Artık Bebek Katiline Terörist Diyen De Kalmadı.Korkarım Yakında O Katile Terörist Demek Suç Bile Olabilir.


“Sayın” Diye Hitap Eden Terörist Arkadaşlarını Bir Kenara Koyarsak,Artık Açılım Gereği Herkes Ona Ya Abdullah Öcalan Diyor Ya Da En Ağırı “İmralı Mahkumu” Diye Hitap Ediyor.


Dava Sonuçlanmamış Ve Yasak Konmuş Olmasına Rağmen Bu Ülkenin Rektörüne,Askerine Rahatlıkla Ergenekon Terör Örgütü Mensubu Diyebilen Yandaş Basın Organları Ve Sözde Aydınlar Her Nedense Üstlendikleri Sorumluluk Gereği Abdullah Denen Katile Bir Türlü Terörist Diye Hitap Edemiyor Ve Etmiyor.


Anlaşılan O Ki,Bazı Kesimlerce Teröristbaşı Aklanmaya Çalışılıyor.


Bu Yetmiyormuş Gibi Şimdi De “ Teröristin Yol Haritası” Nı Çıkardılar Ortaya.


Terörist Öcalan Sözde “Kürt Açılımı” Konusunda Görüşlerini Dile Getirmiş.


Bu Görüşler Basın’ın Ana Gündemini Oluşturup Hararetle Tartışıldığına Göre, Anlaşılan Teröristin Ne Dediği Birileri İçin Çok Önemli Olsa Gerek.Bu Katilin Ne Dediği Hiç Umurumda Değil Ama,Bu Sorumsuz Yaklaşımın Ne Anlama Geldiğini Sizlerle Paylaşmak İstiyorum.


Tüm Değerlerin Hiçe Sayılarak Sözde Açılım Yapılan Bir Safhada,Terörist Öcalan’ın Dedikleri Bu Kadar Önemli İse Yazıklar Olsun Hepimize.


Ey Yetkililer,İster Muhatap Alıyorum,İster Almıyorum Diye Haykırın.Açılım Yapıyoruz Dediğiniz Bir Safhada Bu Basit Katilin Görüşleri İle Kamuoyunu Bu Kadar Meşgul Ediyorsanız,Onun Bu Açılım Denen Meselede Taraf Olduğunu Da Kabul Ediyorsunuz Ve Açıkçası Terörü De Meşrulaştırıyorsunuz Demektir.


Kısacası Ve Açıkçası ;Teröristlerin Bu Ülkede 30 Yıldır Kan Dökerek ,Can Alarak Yaptıkları Teröre Bakış Açınızı Değiştiriyor Ve Bu Caniliği “Hak Ve Özgürlük Mücadelesi” Olarak Kabul Ediyorsunuz Demektir.


Çünkü Teröristler Ve Dtp’liler ;Kürt Açılımı Yapılacak Bu Safhaya,Pkk Terör Örgütünün Bu Kanlı Eylemleri Sayesinde Geldiklerini Ve Terör Örgütü İle Terörist Öcalan’ın Bu Çözümde Mutlaka Dikkate Alınması Gerektiğini İfade Etmektedirler.


Daha Da Ötesi Bunca Tavizin Verildiği Noktada Bile ,Pkk Terör Örgütünü Sözde Siyasi Taleplerinin Garantisi Olarak Gördüklerini Ve Sözde Barış Sürecinin Bozulması İhtimaline Karşı Da, Pkk Terör Örgütünün Muhafaza Edilmesi Gerektiğini Belirtmektedirler.


İşte Bu Söylemler De Teröristlerin Açılımı.Açıkçası Teröristlerin Dayatması…


İnsan Düşünüyor…Acaba Sözde Bu Barış Yanlısı Teröristler Mi Tam Anlamı İle Azıttı ?


Yoksa Bizler Mi Güçsüz Kaldık ?


Bu Gerçekleri Görmeksizin Biz Açılım Yapıyoruz Demek Ya Kafayı Kuma Sokmaktır,Ya Da Kürt Kökenliler Dahil Tüm Vatandaşlarımızı Aptal Yerine Koymaktır.


21 Ağustos 2009 Cuma

MGK'da sorulması muhtemel sorular / Fatma Sibel YÜKSEK


Dünkü MGK toplantısının yıldızı belli ki İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dı. Sayın Bakan, yeni üye olduğu MGK toplantılarına bu kez farklı bir heyecanla hazırlandı. Önceki gün öğleden sonrayı hızlı bir ziyaret turuyla geçirdi. Önce Çankaya, sonra Genelkurmay, ardından da AKP içinde oluşturulan “Demokratik Açılım Grubu”nu dolaştı. Malûm, “Kürt açılımı” konusunda MGK üyelerine sunum yapacak…

“Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” adı verilen bu hazırlık etrafında haftalardır koparılan gürültünün boşa olmadığını anlatmak, “koordinatör Bakan” olarak Beşir Atalay’a düştü. Bakan Bey’in birkaç gündür yürüttüğü temaslar, turlar büyük ölçüde MGK’ya “eli boş gitmemek” kaygısını taşıyordu.

Bakan Atalay, MGK’nın başı olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den iki ay önce böyle bir yetki almış ve bu yetki çerçevesinde “farklı kesimleri” kapsadığını iddia ettiği ziyaret ve davetler gerçekleştirmişti. Çeşitli sivil toplum kuruluşları, meslek odaları, gazeteci grupları, şehit aileleri vs…

İşin ilginç yanı, bu toplantılardan kamuoyuna doğru düzgün bir bilgi yansımaması… Gazeteciler ile yapılan ilk toplantıda Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi “solcu” gazetecilerin Bakan Bey’e “Yıllar önce Emniyet’e işkence görmek için gelirdik, şimdi görüş bildirmek için geldik” mealinde takılmaları dışında ne hatırlıyorsunuz? Bir de Bakan Atalay’ın toplantılarda söz almayıp not tutmakla yetindiğini öğrendik. Toplantılara katılan gazeteciler, resmen meslektaşlarından bilgi sakladılar. Açıkça, “Çok önemli ve gizli çalışmalar yürütülüyor, söyleyemeyiz” bile dediler. Dün “Devlet bize işkence yaptı” diyenler, bugün “devletin sırdaşı” oldular.

Şehit aileleri ile yapılan toplantıdan kamuoyuna yansıyan bir bilgi, bir kulis, bir anektot kaldı mı aklınızda? Sanki Yüksek Askeri Şura toplantısıymış gibi yemek öncesi basın mensuplarının “görüntü almasına izin verildi”, gerisi yok...

Sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşlarıyla yapılan toplantılar da öyle… Ben bir tek Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok’un “Biz barolar olarak her türlü demokratik açılımı destekleriz” türünden (ne demekse?) açıklaması dışında bir şey hatırlamıyorum.

Bu toplantılarda ne konuşuluyor, kim ne söylüyor, olay madem “demokratik bir tartışma sürecinden geçerek” şekillendirilecek, bilmek hakkımız değil mi? Hatta, kameralar önünde yapılsın bu toplantılar. Devletin, üç-beş gazeteciye anlatmakta beis görmeyip de kamuoyundan sakladığı nedir?

İşte bütün bu bizlerden esirgenenlerin, dünkü MGK’da anlatılmış olduğunu sanıyoruz/umuyoruz. Ne yapılmak istendi, ne yapıldı ve hangi noktaya gelindi gibi soruların cevabı Beşir Atalay tarafından Kurul’a verilmiştir diye tahmin yürütüyoruz.

İmralı’daki teröristin başlattığı “açılım” konusunda, devletin “karizmayı çizdirmeden” nasıl bir tavır alacağı da konuşulmuştur muhakkak. Teröristin yazdığı metni Ankara’da kimler incelemeye aldıysa, kimler kapalı kapılar ardında pazarlık yürüttüyse; toplantıda onlardan da bilgi alınmıştır diye düşünüyoruz.

“Bu kadarcık bir çalışmayla toplumun nabzı yansıtılabilir mi?” diye soran olmuş mudur acaba? Ya da, gazetecilerle paylaşılanların bazı MGK üyeleriyle bile paylaşılmadığını hisseden? Mesele Meclis’e ihale edileceğine göre “muhalefetin içine sinmeyen bir plan milli hüviyet kazanamaz” diyen?

“Terörün kaynağı Kuzey Irak’ta. Bizim oraya manga yollamamıza bile izin vermiyorlar, bu durumda terörün ‘demokratik açılımla’ son bulacağını nasıl iddia edebiliyorsunuz?” diye soran olmuş mudur?

Peki ABD’nin nezaretinde Celal Talabani’ye verdiğimiz 200 kişilik terörist listesinin akıbeti ne oldu? Türkiye’den “açılım” isteyenler, jest olsun diye neden bir teröristi bile teslim etmediler?

Dünkü toplantıda birisi kalkıp bunu da sormuştur herhalde...




"Ergenekon"'a Saklanmış Öcalan Affını Hürriyet'ten İzleyin / Behiç GÜRCİHAN


Hürriyet bir kaotik gündem sırasında sessizce "Türkiye Türklerindir" ibaresini kaldıracak. Tabu kıran Özkök (Hilmi değil, Ertuğrul) bu görevini yine o müthiş sosyo-psikolojik yazılarından biri eşliğinde ifa edecek.

(Soruyoruz : "Kürt Açılımının" gizli bir maddesi acaba Hürriyet'in motosunun değişmesi mi? Özkök; "Ergenekon"'dan içeri alınmama karşılığında bu görevi de üstlendi mi?)


Oyun Bozan


"Ergenekon bir devlet operasyonudur" dediğimizde Silivri'deki "dava arkadaşlarımız" çok kızmıştı.


"Devlet Türkiye'yi dönüştürecek bir projenin altına imza attı ama bunu şu anda açıklayamaz, o yüzden gelişmeleri zamana yedirerek toplumu ve bürokrasiyi hazırlayacak"


dediğimizde de sene 1998'di. Cumhuriyet'in 75. yılında, Cumhuriyet'in 100. yılına yönelik projeler üretecek bir sivil toplum dinamiği üretmeye çalışıyorduk.


Toplantılarımıza sivil toplumdan çok sivil katılıyordu; bizde bilmeze yatıyorduk.


İşte o tarihlerden başlayan dönüşüm projesinde, "Ergenekon Operasyonu" ile son viraja girildi.


Bu operasyonun merkezinde yeralan "Ergenekon Davası" bizzat bu operasyonu kurgulayanlar tarafından çıkmaz sokaklara mahkum edildi. Dava şimdiden onbinlerce sayfalık tutanakları , yüzbinlerce sayfalık iddianamesi ile fiziki olarak tamamlanması mümkün olmayan bir noktaya taşınmış durumda.


Çünkü bu dava; dönüşüm projesinde bir araç olarak kullanılıyor ve bu dönüşüm projesini kurgulayanlar gerekli psikolojik zemini oluşturup, kurumlardaki bütün bürokratik dirençleri kırdıktan ve gerekli kadro ve arşiv operasyonlarını gerçekleştirdikten sonra bu davaya ihtiyaçları kalmayacak.


İşte o zaman "hukuk" yerini bulacak. Fakat atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmiş olacak.


"Silivri"'den çıkanlar dışarıda kahramanlar gibi karşılanacaklarını zannedecekler. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, bir avuç İngiliz askeri tarafından asılırken sessizce izleyip ağlayan kalabalıklar misali, bu toplum sessizce ağlamayı seçecek yine. O da ağlarsa.


Devletin dönüşüm projesinde "Ergenekon operasyonunu" manivela olarak kullananların bu dava ile ilgili en önemli hedeflerinden bir tanesi ; Gladio ajanı narko İliştirilmiş Terörist Öcalan'ın affı.


Bu af; dönüşüm projesinin "çok kültürlü Devlet-Toplum" altbaşlığına imza atanlar açısından sembolik öneme sahip.


Öcalan konusu o kadar sembolik ki; Öcalan'la İmralı'da muhatab olan iki üst düzey devlet görevlisinden biri bugün içeride, diğeri MİT'in üst düzey yönetiminde.


Öcalan'a "halk tabanı olan bir entellektüel" muamelesi yapan zihniyet yükselirken; Öcalan'a onbinlerce canımıza malolan terörist muamelesi yapan "terörist" suçlaması ile karşı karşıya.


Ve tarihin garip tesadüfü olarak Öcalan'a "Öcalan" soyadını verenler ; tarihi sembolik hamlelerle dokumayı sevdikleri için (ki bu hevesleri onları hep ele veriyor) ; bu süreci de sembolik/ironik hamlelerle süsleyecekler.


Ve en süslü/ironik hamle; teröristi, "terörist" olmakla suçlananlarla aynı süreçte serbest bırakmak olacak.


İmparatorluk Kürt tebaasına ; "bakın artık siz de benim için onlar kadar makbulsünüz, sizi de Türkler kadar eşit sömüreceğim" mesajını verecek.


Hürriyet bir kaotik gündem sırasında sessizce "Türkiye Türklerindir" ibaresini kaldıracak. Tabu kıran Özkök (Hilmi değil, Ertuğrul) bu görevini yine o müthiş sosyo-psikolojik yazılarından biri eşliğinde ifa edecek.


(Soruyoruz : "Kürt Açılımının" gizli bir maddesi acaba Hürriyet'in motosunun değişmesi mi? Özkök; "Ergenekon"'dan içeri alınmama karşılığında bu görevi de üstlendi mi?)


Ve artık "Ergenekon Davası"nın Ergenekon Operasyonu'nu kurgulayanlar açısından bir öneminin kalmadığı noktada dava normal hukuksal seyrine bırakılacak ve dosyalar arasında kaybolup giden önemsiz sanıklara ait önemsiz dilekçeler davayı rayından çıkarmanın, hatta davayı gören mahkemenin kendisini hukuksuz ilan etmenin zemini olarak kullanılacak.


CMK 250. madde ile görevlendirilmiş bir mahkemenin Anayasa'ya aykırı olduğu yolundaki bir dilekçe dava dosyasındaki binlere varan dilekçe arasında yerini almış durumda.


(Bu konudaki haber için bkz : "Ergenekon'da Bir İlginç Dilekçe" )


CMK 250 ile görevlendirilen mahkemelerin DGM'lerin yerini aldığı gözönüne alındığında; "Ergenekon" davasına bakan mahkemenin Anayasa'ya aykırı bir mahkeme olduğu tezi, Öcalan'ı yargılayan mahkemenin de Anayasa'ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırılığını gündeme getirecektir.


Bu sadece "Ergenekon" sanıklarının değil, Öcalan'ın da önünü açacaktır.


Binlerce dava ile zaten tıkalı olan hukuk sistemi; "Ergenekon Davası"nın yaratacağı hukuki kara delikle birleştiği noktada sistemin başedemeyeceği bir yoğunluk ortaya çıkacak ve sistemi yönetenlerin kamuoyunu bir "beyaz sayfa" ihtiyacına ikna etmesi hiç de zor olmayacak.


Devlet yeni dönemin beyaz sayfasını tarihinin en büyük Af'fı ile açacak ve temel prensip gereği kişiye özel af olamayacağından bu genel aftan herkesin yararlandığını göreceğiz.


1998'de ;


"Devlet müttefikleri ile Türkiye'yi bir federatif neo-Osmanlı düzenine taşıyacak projeye imza attı ama şimdi çıkıp insanlara evlatlarınız boş yere şehit oldu diyemez o yüzden sürece yayacak"


dediğimde komploculukla suçlamıştınız.


Siz en iyisi mi her gün bir Hürriyet alın.


Hürriyet'in mottosunun ("Türkiye Türklerindir") değiştiği gün bu yazıyı hatırlayın.


Bilin ki, hepimizi utandıracak Af yakındır.


B..G.


Kaynak: Behiç Gürcihan - Açık İstihbarat




20 Ağustos 2009 Perşembe

Tuzla Gemisi'nin arızalandığına inanalım mı? / Fatma Sibel YÜKSEK


Milli Güvenlik Kurulu bugün toplanıyor. İmralı'daki terör hükümlüsü, "yol haritası" adını verdiği kâğıt parçasını açıklamayı düne ertelemişti ancak avukatları Tuzla gemisi arızalandığı için İmralı'ya gidemediler, böylece teröristle bağlantı kurulamadı ve o açıklama dün de yapılamamış oldu.


***********************************************************


Yani en azından bizlere söylenen o…Terörist, tam MGK öncesinde “yol haritası” açıklayacakken, Tuzla gemisinin arızalanması ne tesadüf!

Öte yandan, medyanın “açılım koordinatörü” sıfatını yakıştırdığı İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “açılımla” ilgili temaslarını sürdürüyor. “Temaslar” derken, İstanbul da “embedded” gazetecilerle ikinci kez bir araya geldi.

Birkaç şehit ailesi ile yediği yemeği saymazsak, ortada başkaca “temas” falan yok.

Toplantıdan ayrılırken de, “Bu iş devletin rayında yürüyor” dedi ve soran olmadığı halde her fırsatta tekrarladığı “devletin ortak iradesi” retoriğini üstüne basa basa bir kez daha vurguladı.

Sayın Atalay, diyelim Genelkurmay veya MGK’dan çıkarken bu açıklamayı yapsa anlayacağız da gazetecilerle yaptığı görüşmeden sonra neden “devletin ortak iradesi” vurgusunu yaptı, onu anlayamadık. Söz konusu gazeteciler ne zaman “devlet iradesi unsurlarından” biri oldular? Acaba kendilerine, 12 Eylül döneminde bol keseden dağıtılan “devlet sanatçısı” unvânı gibi “devlet gazetecisi” unvanı verildi de haberimiz mi yok?

Haydi Nuray Mert neyse de, Mahmut Övür’ün bu kadar hızlı bir yükseliş kaydederek “devletin asli unsuru” hâline gelmesine karşıyım (!)

Şaka bir yana, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın mikrofon gördüğü her yerde “bu iş devletin ortak politikasıdır” deme ihtiyacı hissetmesi dikkat çekici. Aynı şeyi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de sık sık yapıyor ancak Başbakan Erdoğan’ı bu konuda nedense daha temkinli görüyoruz…

“Devletin ortak iradesi var” sözünden biz Türk vatandaşları Çankaya Köşkü ile Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün “ortak iradesini” değil, TSK ile sivil devlet kurumlarının ortak iradesini anlarız.

Sivil kanadın Çankaya ve İçişleri cenahından sık sık “devletin ortak iradesi” sesi yükselmekle birlikte asker kanadından neden ses soluk çıkmadığını merak etmekteyiz.

Genelkurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ, 4 ay önce “Türkiyelilik” diye bir kavramdan söz etmiş bulundu, sonra da defalarca bu kelime ile neyi kastettiğini açıklamak zorunda kaldı. Baktı anlam yüklemeler bitmiyor, en son Washington’da “Üniter devletin taşını oynattırmayız, teröristi de gördüğümüz yerde vururuz” diyerek son noktayı koydu.

O gün bu gündür kendisinden bu konuda başka açıklama alınamamıştır. Oysa gazetecilerle birlikte “devlet politikası” inşâ etmekte olan sivil kanada baktığımızda, atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini, televizyonlarda “Kürtler kendi ordusunu kursun mu” tartışmalarının bile yapıldığını görüyoruz. Cumhurbaşkanı da bu tartışmaları “faydalı bulduğunu” açıklayacak kadar “demokrat” bir tavır sergiledi.

Güneydoğu’da “yerel ordu” tartışmasını faydalı bulan bir Cumhurbaşkanı, “Üniter yapının taşını oynatmayız” diyen bir Genelkurmay Başkanı… Bu nasıl “ortak irade” oluyor?

İşte o “ortak irade” denilen şey her neyse, bunun olup olmadığını inşallah bugünkü MGK’nın şeklinden şemalinden anlayacağız. Yüksek Askeri Şura’da sirke satan suratlar bu kez de aynı fotoğrafı mı verecek, yoksa yüzlerde güller mi açacak göreceğiz. Askeri mahkemelerin yetkisini azaltan gece yarısı yasasından sonra Genelkurmay ile hükümet arasındaki ipler (Çankaya ile zaten yoktu) tamamen koptu.

“Açılım koordinatörü” bakanımızın TSK ile bir irtibat içinde olduğu izlenimi yok. Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül “açılım” konusunda ağzını açmadığı gibi ortada bile görünmüyor. Malûm, Başbakan ile Genelkurmay Başkanı küs…

Bu durumda, “devletin ortak iradesi” olduğuna kimler arasında ve hangi zeminde karar verildiğini bilemiyoruz.

Onun için bugünkü MGK önemli.

Bakalım, Cumhurbaşkanı’nın “bu tartışmaları faydalı buluyorum” yaklaşımı MGK bildirisine de yansıyacak mı?

“Devletin ortak iradesi” adına Çankaya-Meclis-Hükümet-Genelkurmay dörtgeninde dişe dokunur bir emareye rastlayamazken, Teröristin avukatları-gazeteciler-hükümet üçgeninde göz yaşartıcı bir diyalogun varlığına tanıklık ediyoruz. Teröristin 15 Ağustos’ta yapacağı sözümona açıklamadan son anda vazgeçildi ve teröristin yazdığı “yol haritası” adlı kâğıdın Ankara tarafından “incelemeye alındığı” yazıldı.

Bu haberin yalanlanmaması üzerine biz de burada “Bu, masaya oturmaktır” diye yazmıştık. Gelinen noktada, “Tuzla gemisinin aniden arızalanmasına bakılırsa, o masada hâlâ ‘müzakereler’ devam ediyor” diye düşünmemize kim engel olabilir?

Birileri teröriste “MGK öncesinde açıklama yapman işleri zorlaştırır” haberini göndermiş olmasın?