31 Ağustos 2009 Pazartesi
60 sancaklı töreni izlerken / Fatma Sibel Yüksek
Heybeliada Ruhban Okulu’nda İlginç Trafik
29 Ağustos 2009 Cumartesi
Gerçek Açılım Zafer Bayramı Ali İhsan GÜRCİHAN
Kaynak:Ali İhsan Gürcihan
28 Ağustos 2009 Cuma
Ricat manzaraları / Fatma Sibel YÜKSEK
27 Ağustos 2009 Perşembe
Hasar tespiti / Fatma Sibel YÜKSEK
26 Ağustos 2009 Çarşamba
Zafer Bayramı
“Gün Işığının değdiği her yeri ve her şeyi yönetmeyi kutsal görev sayan küresel egemenler” Egemenlik alanlarını ve egemenlik tanımını yeniden yapılandırıldığı “dönüştürdüğü” bir “süreçte”; Dünyanın ekseninin Atlantik’ten, Pasifike kaydığı bir “zeminde”, Ulusal Egemenliğimizin “Küresel egemenlerle” çakıştığı noktada;
- Ulus Devlet’ mi ? Ulusal Devlet’ mi ?
Küresel egemenlerin kontrolündeki “Kapitalizim manivelasının” payandasını oluşturan, “küreselleşmenin” bu aşamada Ulus Devlet yapılarını tehdit eder duruma gelmesiyle başlayan.
Ulus Devlet yapılarının özünü teşkil eden, ulusal refleksleri hareketlendirirken, (Küresel egemenlerin ulusal refleksleri büyük tehdit olarak algıladığı gerçeği ortadadır.) tehdit ettiği yapının, karşı savunmasını “Küresel Ekonomik Kriz” adı altında kırmaya çalışmaktadır.
(Kaldı ki bu krizin adı ülkemizde bir türlü konulamamış; Nihayetinde “Finans Krizi” olduğu fark edilmiştir.)
“Turistik dünya seyahati tadında, ülkeleri hatta kıtaları aşarak gelen finans krizi!”
- Ulus Devlet
“Türkiye’nin gündeminde 'ulus devletlerin çözülmesi' tezi tekrar tekrar ısıtıldı. Bu teze bizleri ikna etmeye çalışan yabancı akademisyenlerin tamamının devletlerinin, ulus devlet olduğu gerçeği ve bu gerçeğin yanı sıra bizlere dayatmaya çalıştıkları “ulus devletlerin çözülmesi” perdesinin arkasında, kendi ulus devlet yapıların tahkim etmeye çalıştıkları gözlemlenebilir.”
“Oysaki Ulus Devletin omurgası Ulusal İrade ve Ulusal Karakterdir.”
Bir manada, Ulus Devlet yapısını tanımlarken, küresel egemenlerin taşeronlarının toplum mühendisliği çalışmalarının ürünü olan “ulusunu yaratmış devlet” ifadesi ulusal iradeyi yok saymak ve ulusal karakteri aşındırmak adına bir hamledir.
Ulus devletleri yıkabilmenin tek yolu, bu “ülkelerdeki milli değerleri çözerek, yozlaştırılarak parçalanmış ve savunmasız bırakılmış, din ya da etnik tabanlı küçük devletçikler oluşturmaktır.”
- Halk ve Millet;
“Egemenliğiyle bezenmiş devlet, özünde ‘demokrasiyi’ barındıran ve tam anlamıyla 'bir' olan devlettir; halk kavramının yerine ‘ulus’ kavramının kullanılmasıyla birlikte 'ulus-devlet' diye adlandırılan devlet ‘devleti halkın veya ulusun içinden türetmek’ kavramı ortaya çıkar.”
Bu noktada egemen olan ulus’tur!
“Her ulusa bir devlet-Her devlete bir ulus” gerekliliği halkın zihninde berraklaşması gereken bir konudur.
“Buradaki amacımız “Irk, Kan veya Soy” kavramlarından yola çıkarak bir milletin tanımlanması noktasında değil.”
Millet veya Ulus olabilmek; Kültürel kalıtımlar la “kültür genleri” zihin ve gönül bağıyla bağlı olma gerekliliğidir;
Ve bu nedenle ANADOLU 3000 YILDAN BERİ TÜRK YURDUDUR!
Ve Türk ulusu bir ırka işaret etmez. Ulus Devlet'imizin millilik talebi devam ederken, “ırkçı milliyetçilikten” uzak durması doğası gereğidir.
Çözülen devletlerin hepsinin ortak noktası, ya ulus devlet olmamaları...Ya da ulus devlet niteliğinden çıkmaya başladıkları zaman yıkılma sürecine girmeleri...
- Peki; Ulus nedir?
Ulusu " göreceli bir karakter birliğidir" diye tanımlarsak, bu durumda “ulusal karakter” nedir?
Bir ulusu diğer bir ulustan ayırt eden değerler birliği “Ulusal Karakter” olabilir mi?
Bir ulusu diğer ulustan ayırt eden zihinsel belirtilerin tümü de “Ulasal İrade” olabilir mi?
"Ulus, kader ve karakter birliği ile birleştirilmiş insanların tümüdür.”
- Ya Devletin Tanımı
Öncelikle “Devletin Tanımını” Mustafa Kemalin nasıl dile getirdiğini ne bakalım;
“Milliyet sorununun kişisel ve ortak hürriyet sorunu olduğunu biliyoruz. Yani bir milleti oluşturan bireylerin o millet içinde, her türlü hürriyeti, fikir ve vicdan hürriyetini güven altında bulundurmak gerekir. Aynı şekilde bir milletin tümünün her tür hürriyeti, yani kendi topraklarında, haricin hiçbir karışma ve sınırlaması olmaksızın hür ve bağımsız yaşaması ve çalışması gerektir. İşte devlet, gerek bireylerin hürriyetini sağlamak için millet üzerinde bir egemenlik ve gerekse millet ve ülkenin bağımsızlığını koruyabilmek için kendine özgü bir egemenlik ve kuvvete sahip olmalıdır”.
Mustafa Kemal devleti böyle tanımlamıştır! Temel İlke Bağımsızlıktır
Yani;
“Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü paylaşan bir toplumda, bu toplumu düzenleme, bu topluma güvenlik, refah ve huzur sağlama amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama, yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur.”
Devlet tanımını bilimselleştirirsek;
Kısaca "Bir toprak parçası üzerinde, bir otorite altında yaşayan insan topluluğuna devlet denir."
Diyebilir veya bilimsel tanımı biraz daha açarak;
Devlet, bütün zamanlar bakımından genel geçer bir tanımının yapılması güç olan bir kavramdır. Bunun sebebi devletin "çok yönlü" ve "soyut" bir olgu olmasıdır. Bu nedenle her bir farklı bakış açısı, her disiplin, her ideoloji kendi devlet tanımını yapabilecektir. Devleti bir bütün olarak anlamak ancak bu parçaları birleştirmekle olabilir. Hukuki açıdan devlet, genellikle unsurlarından hareketle tanımlanır.
Buna göre devlet; "Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir."
Yukarıdaki gibi tanımlayabiliriz.
Bu tanımdaki egemenlik unsuruna göre devlet tanımını irdeleyip araştırdığımızda karşımıza;
“Egemenliğin Kaynağına Göre Devlet”
Diye bir tanım çıkar ki bu tanımda egemen olan gücün devlete verdiği şekille oluşmuş olan devlet yapısıdır.
Bu bağlamda;
“Egemenliğin tek kişiye ait olduğu devlet” yapısına;
“Monarşik Devlet”
“Egemenliğin belli bir sınıf ve gruba ait olduğu devlet” yapısına;
“Oligarşik Devlet”
“Egemenliğin kaynağının dine dayandığı devlet” yapısına;
“Teokratik Devlet”
“Egemenliğin halka ait olduğu devlet” yapısına;
“Demokratik Devlet”
Diye tanımlanır.
Oysaki Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında, devletin askeri-siyasal-iktisadi bağımsızlığını ulusal egemenliğin ayrılmaz üç kavramı olarak belirlemiştir. “İzmir İktisat Kongresi, Mustafa Kemal”
Ulusal bir varoluş mücadelesi olan İstiklal Savaşı ’nın kaçınılmaz ve doğal sonucu olarak meydana çıkan Ulus Devlet.
Uluslar, varoluş mücadelesi verdikleri noktada ulusal iradelerini ortaya koymak mecburiyetindedirler.
Ulusal mücadelenin paradigması Ulusal İradedir.
Ulusal iradenin bulunduğu “coğrafya” üzerindeki en önemli gücü, yine içinden çıkardığı silahlı gücü, yani ordusudur. Özetle Türk Ulusunun ordusu Türk Ordusu ’dur dersek! Militarist bir tanımlamamı yapmış oluruz.
Aslında Militarist ve Anti militarist kavramları, tekrar gözden geçirmesi gereken kavramlardır ama biz bu işi “erbaplarına” bırakalım.
İstiklal mücadelesini ortaya koyan ulusal irade, özünden çıkardığı ordusuyla birlikte devlet olabilme mücadelesini verirken bağımsızlık savaşını da yapıyordu. Ulus var olabilme mücadelesini ordusuyla sürdürürken bağımsızlık savaşını da ordusuyla yapıyordu.
Sonucunda bu istiklal mücadelesi; 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında zaferle sonuçlandı.
Sonuçtaki Zafer Türk ulusunun ordusuyla birlikte verdiği mücadelenin zaferidir.
“30 Ağustos ulusal iradenin zaferidir”.
Geçtiğimiz günlerde Genel Kurmay Başkanımız bir tanımlama yaptı. “26 Haziran 2009” ve şu cümleyi ekledi “medya üzerinden orduya karşı asimetrik, psikolojik bir savaş”.
Türk Ordusuna karşı yapılan bir savaştan bahsetti Genel Kurmay Başkanımız.
Bir anlamda, 30 Ağustos Zaferinin sahibi olan Ulusun ordusuna karşı bir savaş.
(Ulus Devlet yapısında İnsan unsuru: “Halk ya da millet unsuru olarak da adlandırılabilir. Belirli bir alanda birlikte yaşayan ve çeşitli bağlarla ortak yaşama iradesi gösteren insan topluluğudur. Bir devleti oluşturacak insanların sayısı hakkında bir alt sınır olmamakla birlikte devletin niteliğine göre makul bir alt sınır kabul edilebilir. Modern yaklaşıma göre millet unsurunun kurulabilmesi için manevi nitelikte bağlar yeterli olup bu manada birlikte yaşama iradesinin doğması yeterlidir.” Şeklinde tanımlanıyor.)
Türk Ordusuna karşı, “medya üzerinden yapılan asimetrik, psikolojik” savaşı kimler ve ne adına yapıyor diye sorguladık mı?
Bu sorunun cevabını ulus ölçeğinde bilebilmemiz çok güç ama kesin ve net olarak bildiğimiz.
Asil Azmaz Bal Kokmaz; Kokarsa Yağ Kokar, Aslı Ayrandır!
Yüce Türk Ulusu, 30 Ağustos Zafer'iniz kutlu olsun!
Saygılarımla/Cem Edis
25 Ağustos 2009 Salı
Baykal "şartlarını" açıkladı / Fatma Sibel YÜKSEK
Tutkun Akbaş Yazmaya Devam Ederse ....
(Açık İstihbarat : Tutkun Akbaş'a yeni yerinde başarılar diliyoruz. Hazır kalemi daha bir serbest kalmışken; Ergenekon soruşturması dahilinde bizzat kendisinin de bizzat birebir şahit olduğu diğer dezenformasyonları (bkz. Muzaffer Tekin'in Alman ajanı ve uyuşturucu kaçakçısı olduğu yolundaki , aynı isimde farklı bir mahkum olmasına dayanan yalanı; Hrant Dink suikastinin Veli Küçük ismine yönlendirilmesinin macerası, v.s. ) ve bu dezenformasyonları kimlerin yaydığını da kamuoyuna açıklamasını bekliyoruz. Yoksa bu yazısının ilk cümlesi çok havada kalacak. Özeleştiri ferahlatır. )
Kimdir bu hatayı yapan?
****
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Bir “Alçak”tan Başbakan'a Cevap- Meyyal UYGUR
:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Bu hakaretlerin muhatabı, “Kürt açılımı”nın ABD’li David L. Phillips’in Amerikan Ulusal Dış Politika Komitesi için hazırladığı 15 Ekim 2007 tarihli “Kürdistan İşçi Partisi’nin Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” adlı plana dayandığını iddia eden MHP idi. Ancak MHP’den çok önce Referans’tan Cevdet Aşkın’la, bendeniz bu raporu gündeme getirdiğim, hemen her yazımda oraya atıf yaptığım için üzerime alındım. O yüzden sadece Phillips’in raporu değil, başka rapor, açıklama ve görüşmelerle “Kürt açılımı”nın nasıl ABD projesi olduğunu gün gün, yıl yıl örneklerle delillendirip, Erdoğan’a cevap vermek istiyorum.
Peşinen şunu belirteyim, David L. Phillips raporu, buzdağının bir ucudur ve belki de Erdoğan bunu görmediğinden bu kadar sert çıkmıştır. Ama o rapordan Gül ve Babacan’ın haberdar olduğu kesin. Tüm yazılarımda bu raporun T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın “katkılarıyla” hazırlandığını vurguladım. Türkçesi yetmediyse işte İngilizcesi…Bakın bakalım T.C. Dışişleri Bakanlığı, kimler ve hangi kurumlarla görüşmesini sağlayarak, Phillips’den teşekkür almayı hak etmiş:
“The author thanks the Turkish scholars, business leaders, media representatives and parliamentarians whom he recently interviewed in Turkey (September 2007). He gratefully acknowledges assistance from Turkey’s Ministry of Foreign Affairs, which arranged meetings with le gislators, as well as officials involved in foreign affairs, intelligence and security matters.”
Erdoğan samimiyetle “Kürt açılımı”nın MİT’in planı olduğuna da inanıyor olabilir. Nitekim bu planı o zaman çalıştığı Sabah’ta 2006’da tartışmaya açan Aslı Aydıntaşbaş, şimdi Akşam Gazetesi’ndeki köşesinde, “Kanıtlayabilirim: Bu Amerikan Planı değil” diyor. Kısmen doğru olsa da o “MİT Planı”nın önünde ve arkasında neler olduğunu anlamak için, “Gerçek Ergenekon, Kürt Açılımı ve Karargah” başlıklı iki yazımı dikkatle okumanızı öneririm.
Bu ön bilgilerden sonra gelelim yıl yıl “Kürt açılımı-ABD” bağlantısının seyrine…Aslında hepsini biliyoruz ama unuttuk.
- Mayıs 2003’te ABD, PKK’yla mücadele için Pişmanlık Yasası’nın çıkarılmasını istedi. Temmuz 2003’te bu konuda AKP Grubu’nda yapılan görüşmede dönemin İstanbul Milletvekili Emin Şirin, “Pişmanlık yasasını ABD mi istedi?” diye sordu. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gül’ün, "ABD’nin K.Irak’taki yeniden yapılanma için benzer istekleri var" cevabını verdiği söylendi. Zaten ABD de, “Pişmanlık Yasası çıkar çıkmaz harekete geçip, Kandil Dağı’ndaki terör kamplarını bitirme” sözü verdi.
- İktidar “Topluma Kazandırma Yasa” tasarısını, Erdoğan’ın imzasıyla 7 Temmuz 2003’te TBMM’ye sevk etti. Aslında tasarının “genel gerekçesi”nde gerçek niyet tam olarak ortaya konuyordu. Burada, “önceki düzenlemelerde örgütün lider kadrosunun kapsam dışında bırakılmasından” resmen şikayet ediliyordu. Buna rağmen tasarı maddelerinde örgüt yöneticileri kapsama alınmadı veya alınamadı. Muhtemeldir ki, ilgili kurumlarla görüşmeler neticesinde bundan vazgeçildi. Ancak gerekçedeki bu ifadenin çıkarılması ya unutuldu veya özellikle muhafaza edilerek, bir yerlere mesaj verildi. Nitekim dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, “Tepkileri de dikkate alarak, doğrudan eyleme sevk eden lider kadronun kapsam dışında tutulduğunu” açıklıyordu.
- Bu “açılım”dan sonra başka bazı ilginç girişimler daha oldu. Mesela Gül, Aralık 2004’te Ceza İnfaz Kanunu çıkarılırken, “şartı tahliyenin teröristbaşı başta, herkese ve tüm suçlarda uygulanmasını” istedi. Haziran 2005’teki TCK değişikliğinde, teröristbaşının hüküm giydiği 125. maddeye, “elverişlilik” gibi bir ifade sokuldu. Bunun, teröristbaşının lehine olduğu ortaya çıkınca o madde acele eski haline döndürüldü. Ancak asıl kıyamet Terörle Mücadele Yasa tasarısının 6. maddesinde, terör örgütünün liderinin “etkin pişmanlıktan yararlanmasının” öngörülmesiyle koptu. Erdoğan önce “Haberim yok” dedi, ardından Cemil Çiçek, “Bunu devletin birimleri istedi” iddiasında bulundu. TSK ve Emniyet Genel Müdürlüğü hemen ve net bir şekilde, MİT ise uzun bir aradan sonra muğlak ifadelerle, sözkonusu düzenlemeyi kendilerinin istemediğini açıkladı. (Phillips’in raporunda Dışişleri Bakanlığımızın ve MİT’in katkıları var. Şöyle geriye doğru bakınca acaba ‘etkin pişmanlığı’ Dışişleri istemiş olabilir mi diye düşündüm. Ne de olsa o da bir ‘devlet’ kurumu. TSK’nın, Süleymaniye çuvalından sonra Irak’ın kuzeyinde etkisiz hale getirilmesinin ardından, buradaki tüm inisiyatifin Dışişleri ve MİT’e geçtiğini de dikkate alırsak, herhalde tahminimi yabana atmazsınız)
- 22 Temmuz 2007 seçimlerine kadar geçen süreçte AKP, bölücü terörle “ABD’den operasyon” beklentisi, “Barzani ve Talabani’den PKK’yı terör örgütü ilan etmeyi” isteme, “lider kadrolarını teslim için her görüşmede liste sunma”, “Mahmur kapatıldı, kapatılıyor” açıklamaları ve “Üçlü koordinatörlük” mekanizmasının kurulması gibi “siyasi ve diplomatik” yöntemlerle mücadele etti. Son olarak, dünya çapında önemli Atlantik Konsey için geçtiğimiz Haziran ayında “Türklerle, Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” başlıklı yeni bir rapor hazırlayan David L. Phillip, sözkonusu “mücadele”nin sonuçlarını ve “üçlü mekanizma”nın ne işe yaradığını bakın nasıl anlatıyor: “Barzani, Türkiye’nin kendi ülkesindeki Kürt sorununa çözüm bulması konusunda ısrarcı oldu. Ankara, ABD’den PKK’ya karşı eylemde bulunmasını talep etti. Ancak ABD kumandanlarının başka öncelikleri vardı. Bush yönetimi, Türkiye’nin inisiyatif almasını önlemek amacıyla istihbarat paylaşımı için üçlü bir mekanizma önerdi. General Raltson özel elçi olarak atandı. 15 ay boyunca yapılan 7 toplantıdan sonra komisyon dağıldı. Komisyon, Türklerin savaşmasını engellemede başarılı oldu…”
- David L. Phillips’in 15 Ekim 2007 tarihli malum raporu ortaya çıktı.
- 18 Ekim 2007’de TBMM sınır ötesi harekat tezkeresini rekor oyla kabul etti. Başbakanlık, TSK ile operasyonun kapsamı hakkında yazışmalar yaparken, 21 Ekim 2007’de 12 askerimizin şehit edildiği, 8 askerimizin kaçırıldığı Dağlıca katliamı yaşandı.
- Başbakan Erdoğan 23 Ekim 2007 günü Kanal 24’te şunları söyledi: Kasım ayının başında Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler Zirvesi var. Bu zirve birçok şeye gebe olabilir. Zirveyle birlikte sekretarya da oluşacak. (Nihai hedef PKK’yı oradan çıkarmak gibi tanımlanabilir mi? sorusu üzerine)…Buradaki terör örgütü mensuplarının Avrupa’ya gönderilmesi gibi çok değişik teklifinde bulunuldu. (Mesela bu öneri ilk kez Phillips’in raporunda yer almıştı)
Erdoğan’ın Kanal 24’e açıklamalarına devam edersek; Sınır ötesi harekâtla ilgili olarak biz ABD ile bu işi çok açık net bir yere bağlamak durumundayız ve 5 Kasım’da yapacağım görüşmelerde bunun da özellikle neticesini almak istiyoruz. (Eğer beklediğiniz cevap gelmezse...denilmesi üzerine)…Türkiye’nin herhangi bir yerden izindi, şuydu buydu ihtiyacı yok. Türkiye’de alışılmış bazı şeyler var. Yok icazet alınmış, bilmem ne yapılmış çok ayıp, çirkin bir şey…(Bu konuda takvim olup olmadığının sorulması üzerine)…Böyle bir takvim belirlenmiş olsa bile açıklamam mümkün değil…
- 5 Kasım’daki Bush-Erdoğan görüşmesinin üçte ikilik kısmı baş başa yapıldı. Burada neler konuşulduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz yaptıkları ortak açıklama. Bush, o meşhur, “PKK ortak düşmanımız” sözlerine ilave olarak, daha iyi istihbarat paylaşımına ihtiyaç duyulduğunu, askerlerin daimi işbirliğini sağlamak için Pentagon ve TSK’nın iki numaralı isimleriyle, General Petraeus arasında üçlü bir düzenlemeye gidildiğini açıkladı. Erdoğan da, terörist kampların dağıtılması, terör örgütü liderlerinin ele geçirilmesi ve lojistik desteğin kesilmesi gibi gerekli diğer adımların atılması gibi çeşitli konuları görüşme fırsatı bulduklarını anlattı. Bir de Bush, gazetecilerin, “Eğer Türkiye Kuzey Irak’a bir operasyon düzenlerse tepkiniz ne olur?” şeklindeki sorusunu, “Varsayıma dayalı sorulara cevap vermekten hoşlanmıyorum” diye cevaplandırdı.
- Başbakan Erdoğan 14 Kasım 2007’de Prag’a giderken; “Öncelikli hedefimiz sınır ötesi operasyon değil, PKK’nın silahsızlandırılması…” açıklamasını yaptı. (Phillips’in raporunun başlığı da bu). Gazeteciler Prag’da bu sözlerinin anlamını sorunca da, “Cevabını Türkiye’ye döndükten sonra vereyim, şimdi Çek Cumhuriyetindeyiz, burayla ilgili soru sorarsanız memnun olurum” dedi, ama ne Prag’da, ne buradan gittiği Azerbaycan’da, ne Türkiye’ye dönüşte, o sözlerine açıklık getirmedi.
- 24 Kasım 2007’de AKP’nin Kızılcahamam Kampı’nda, “Türlü tahrik ve ithamlarla, hükümetimizi, izlediğimiz strateji gereği mahrem tutulması gereken bazı konuları kamuoyu önünde tartışmaya zorlayanlar, sadece terör örgütünün ekmeğine yağ sürdüklerini bilmeliler” diye konuştu, yani bir “mahrem anlaşma” olduğunu itiraf etti.
- 7 Aralık 2007’de Portekiz’e giderken, “Pişmanlık Yasası, Terörle Mücadele Yasası, adına ne derseniz deyin, bu çalışmalardan beklenen sonuç o zaman alınamamıştı. Ama şu anda buna yönelik bir çalışmada netice alınabilir düşüncesinde olan görüşler var. Biz, bunların hepsine itibar ediyoruz” açıklamasını yaptı. Uçakta da, “Yeni yasanın daha olumlu sonuçlar vermesi için geçmişte çıkarılan Eve Dönüş yasalarından farklı olacağını” söyledi ve geçmişte bu konuda “direnç”le karşılaştıklarını hatırlatıp, medyanın katkılarını istedi. Erdoğan, uçakta gazetecilerle başka özel şeyler de paylaşmış olmalı ki, ardından hepsi bir ağızdan “af yasası” imasında bulunup, “son fırsat” kampanyası başlattı. Ancak yine muhalefet ve milletin şiddetli tepkisi ortaya çıkınca Erdoğan, “Böyle bir açıklama yapmadığını, sadece teröre bulaşmamış olanlar için mevcut Eve Dönüş Yasasıyla ilgili ne yapılabileceğinin konuşulduğunu, bunu farklı yerlere çekmenin yanlış olduğunu” duyurdu.
- Aynı süreçte Gül, Fransa yolunda “es”li açıklamalarda bulundu, Tiflis’te, “Bize benzeyen örnekler”den dem vurup, “Sadece İspanya demiyorum. Latin Amerika’da falan” dedi. Dışişleri Bakanı Ali Babacan da Brüksel’e giderken GAP uçağına aldığı gazetecilere, “Türkiye’de bunlar da oluyormuş diyeceksiniz” sözleriyle, bazı sürprizler ve reformların yapılacağını anlattı. Ayrıca, “Başbakan Erdoğan ile ABD başkanı Bush’un 5 Kasım’da yaptığı görüşmede alınan kararların ‘safha safha’ uygulanmaya başladığını” vurguladı.
- 8 Ocak 2008’de Bush-Gül görüşmesi gerçekleşti. Görüşmeden sonra değil, önce yapılan resmi açıklama, birkaç nezaket cümlesinden ibaretti. Ancak görüşmesinin ardından Beyaz Saray tarihinde örneği pek görülmeyen bir şey yaşandı ve ismi açıklanmayan bir Beyaz Saray yetkilisi tele konferans yöntemiyle görüşmenin “perde arkasını” gazetecilere anlattı. Bu açıklamalar da hemen Beyaz Saray’ın resmi internet sitesine konuldu. Adı açıklanmayan yetkili mesela şunları söyledi: “PKK konusunda uzun görüşme oldu, probleme farklı çözümler demeti vardı. Sadece askeri faaliyet değil, Güneydoğu’nun ekonomik, politik, sosyal gelişimi dahil PKK sorununa kapsamlı bir çözüm görüşüldü…PKK’ya çözüm isteniyorsa, askeri yöntemin terörle mücadelenin sadece bir boyutu olduğu kabul edilmeli ve siyasi çalışmalar yapılması, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yaşamlarının geliştirilmesi, onların ülkeden soğumuş bir azınlık olmadığından emin olunması, PKK’ya asker toplanan bir havuz olmaması uzun vadeli çözümün parçalarıdır….Askeri bölümü var, siyasi ve ekonomik bölümü var. Uzun dönemli çözüm konseptinin arkasında bu var. (İki Başkan, askeri yöntemler dışında kapsamlı bir çabaya ihtiyaç olduğu konusunda anlaştı mı? sorusu üzerine)…Gül’ü anlatmak istemiyorum, sanıyorum kendisine sorma fırsatınız olacak, fakat kesinlikle konuştular. Gül geçmişte Türkiye’deki Kürtlerle ilgili görüşlerini açıkladı ve Kürt nüfus için çok şey yaptı, bunları tanıdı…Erdoğan hükümeti ve Cumhurbaşkanı Gül halihazırda bu çerçevede bazı çalışmalara başladı. (AB’nin Türkiye için bazı ön koşulları var, Anayasa değişiklikleri gibi. ABD bu değişiklik adımlarından memnun mu? Sorusu üzerine)…Türkiye’nin AB üyeliği için yapması gereken bazı reformlar var ve Türkler bunları yapıyor. Biz bunların artarak, devam etmesini bekliyoruz."
- Bu açıklamalar sorulduğunda Gül, “siyasi çözümün asla konuşulmadığını” söyledi, hatta “Irak'ta kampları var, gelip sivillere ve güvenlik güçlerimize saldırılıyor. Böyle bir konuda politik çözüm söz konusu olabilir mi?..Nasıl El-Kaide'nin dışarıdan gelen ya da gelecek saldırılarına politik çözüm bulalım denmiyorsa, PKK için de denemez Bu kontekstte bu mevzular hiç konuşulmadı ve konuşmayız da” tepkisini gösterdi.
- TBMM’nin Ekim’de çıkardığı tezkere ancak 21 Şubat 2008’de uygulamaya kondu ve kara harekatı başladı. Harekatın ardından Bush’un Türk askerine “get out” dediği, ABD’den peş peşe gelen diğer açıklamalarda siyasi çözüm, hatta PKK ile masaya oturulması çağrıları yapıldığı hatırlanacaktır. Özellikle ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in Türkiye’ye gelmeden önce 24 Şubat’ta Avusturalya Canberra’daki, “Devam eden operasyonun kısa sürmesini umuyorum. Ayrıca Türkiye'de yaşayan Kürtlerle daha fazla diyaloga girilmeli. Askeri çözüm yeterli değil, başka girişimlerde bulunulabilir. Ekonomik ve siyasi önlemler gerçekten önemli”, 27 Şubat’ta Yeni Delhi’deki, “Çeşitli düzeylerdeki ABD görevlilerince, Türklere dobra dobra söylendi. Ben ayrıca Cumhurbaşkanı Gül’le Washington’u ziyaret ettiğinde konuştuklarımızı tekrarlayacağım. Kesinlikle güvenlik çalışmalarının bir yeri olduğunu, ancak askeri yöntemin Türkiye için yalnız başına terör problemini çözmeyeceği, ayrıca ekonomik ve siyasi girişimlerin olması gerektiğini…Kürtlerin sorun ve şikayetlerini ortadan kaldıracak ve asker olmayan uzun dönemli bir çözüm yönünde hareket etmelerine ihtiyaçları olduğu görüşündeyim…
Kürdistan hükümeti, peşmerge ve Türkler arasında bir çatışmayı engellemeye çalışıyor. Türkiye’nin operasyonu kısa sürede kesip bölgeyi terk etmesi, Bağdat ve Kürdistan hükümetleri ile yakın işbirliği yapması gerekiyor…Kısa süreden ayları değil, günleri, bir iki haftayı kastediyorum…” sözleri arşivlerde duruyor.
- Gates, Türkiye’ye geldiği 28 Şubat’ta da aynı şeyleri söyledi, yetmedi Bush, Gates’in söylediklerini kuvvetli biçimde desteklediğini açıklayıp, ilk kez “Kürdistan” ifadesini kullandı. Gates, Türkiye’den ABD’ye dönerken de uçakta gazetecilere, “Temaslarımızda spesifik bir tarih belirtilmedi. Ama onların mesajı aldıklarını düşünüyorum. Çünkü bunu dört kez işittiler…Bana söylediklerine göre operasyonun çapı ölçülü” dedi, ayrıca “Cumhurbaşkanı da, Başbakan da özel olarak askeri olmayan alanlardaki bazı girişimlerini aktardılar. Kaygıları askeri operasyonlardan taviz vermeden bu girişimlerin ne kadarını kamuoyuna açıklayacaklarına dair dengeyi bulmakta. Iraklılara da ulaştılar, Bağdat’a özel temsilcileri gitti. Bu yüzden sürecin o kısmına da başladıklarını düşünüyorum” iddiasında bulundu. Ve bilindiği gibi Gates’in gittiği günün gecesinde kara harekatı sona erdirildi!..
- 4 Mart 2008’de o zamana kadar ABD’nin Irak’taki iki numaralı komutanı olan ve sonrasında 1 numaraya getirilen Orgeneral Ray Odierno, Pentagon’da verdiği brifingte, “Şuna da inanıyorum ki, Kuzey Irak’ta uzun vadeli bir çözüm, askeri çözüm değil. Açıkça onlar (PKK) üzerinde baskı oluşturmalı ki, böylelikle bu terörist unsurlarla konuşmaya ve müzakere etmeye başlayabilelim” ifadelerini kullandı.
- 5 Mart 2008’de Savunma Bakanı Gates, Odierno’nun açıklamalarına ilişkin bir soru üzerine, haberi olmadığını belirtti ancak “Geçen hafta Ankara’ya gittiğinde Gül ve Erdoğan’ın her ikisinin de kültürel, ekonomik ve siyasi alanda yapacaklarını kendisine anlattığını” vurguladı. “Kimsenin PKK ile müzakereye niyetli olmadığı izlenimini aldığını” kaydeden Gates, “Ancak azılı teröristler dışındakilerin siyasi zemine çekilmesi gerektiğini” söyledi.
- Kara harekatının başladığı gün Gül’ün Ankara’ya davet ettiği Talabani 7 Mart 2008’de Ankara’ya gelip döndükten sonra, “PKK’yla savaşmayacağız. Sorunlar, silahlı mücadele değil, diyalog ve siyasi mücadele ile çözülsün. Ben, Barzani ve diğer siyasiler, dağlarda bulunanları, silah bırakıp, siyasi diyalog ve ateşkese ikna edeceğiz. DTP’lilerin tek isteği, Kürt kimliğinin ve dilinin devlet tarafından tanınması. Koşulsuz af olursa, biz PKK yöneticilerine, ‘Haydi artık ülkenize dönün ve mücadelenizi Türkiye sınırları içinde sürdürün’ diyeceğiz. Dağdan inecek olan gençler, hapse değil, evlerine dönsün. Bu ve benzeri konuları Sayın Gül ile Ankara’da konuşmuştuk. Sanıyorum Sayın Gül ile Türkiye hükümeti ve devleti gerekli tüm adımları atıyor ve atacak” açıklamalarını yaptı. Bu sözler karşısında Gül, “memnuniyetini” ifade ederken, Erdoğan, “PKK’ya silah bıraktırılmasını hem Ankara’da, hem Bağdat ziyaretinde görüştük” dedi.
- 2009 başında eski CIA görevlisi Henry Barkey, Obama yönetimine “Kürdistan’da çatışmanın önlenmesi” başlıklı raporunu sundu. David L. Phillips’in planındaki malum tekliflerin iyice somutlaştırıldığı bu raporda, “ABD ve AB’nin, milliyetçi muhalefete karşı, iktidarı desteklemesi” istenirken, öncelikle Türkiye’nin Barzani yönetimini tanıması, Erbil’de konsolosluk açması ve Kerkük meselesinin halledilmesi gerektiği vurgulandı. PKK’ya nasıl “silah bıraktırılacağı” da şöyle anlatıldı: “Genel af çıkarılması. Kürt liderler ve ABD ordu yetkililerinin, geleceklerini garanti altına alacak düzenlemeleri yapma konusunda PKK üyelerine garantisi vermesi. PKK üyelerinin bir bölümünün Türkiye’ye dönmesi, diğerlerinin Peşmerge güçlerine katılması. PKK ‘liderlerine’ Avrupa ülkelerinin ev sahipliği yapması. PKK’nın silahlarını, tv önünde ABD askerlerine teslim etmesi.”
- Mart 2009’da Türkiye’ye gelen yeni ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Dışişleri Bakanı Babacan’la görüşmesinde, “Türkiye’nin demokrasisi ve etnik yapısından bahsettiklerini…” açıkladı.
-Nisan başında yaptığı ziyarette de Başkan Obama, TBMM’deki konuşmasında “Kürt sorununun çözümü”nü istedi, İstanbul’da üniversiteli gençlerle sohbetinde ise “Türkiye’deki Kürt azınlığının bu topraklarda özgür ve eşit olarak yaşamasını savunuyoruz” dedi.
- Bilindiği gibi Obama, TBMM’de siyasi parti liderleriyle görüştü. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le yaptığı görüşmeden sonra basına, yalanlanmayan şu haber yansıdı…Türkiye’de ilk kez bir Kürt siyasetçi ile tanıştığını belirten Obama, “DTP’nin siyaset içinde olması önemli. Parti olarak önemli görev üstleniyorsunuz. Kürtlere sempatim var. Kürt sorunu silahla çözülmez” demiş. “Azınlıkların, grupların ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılayan formüllerin üretilmesi gerektiğini” söylemiş. Ahmet Türk de, Obama’ya, DTP’nin Demokratik Özerklik Projesi ile Kürt sorunun çözümü konusundaki görüşleri kapsayan üç sayfalık bir mektup sunmuş. O mektupta şu öneriler varmış: “Türkiye’nin üniter yapısına saygı gösteriyoruz. Bu çatı altında yerel ve bölgesel özerk yapıların önü açılmalı. Demokratik Özerklik Projesi kapsamında Türkiye 20-25 bölgeye ayrılmalı. Her bölge kendi ismi ile adlandırılarak yeni bir yönetim biçimi oluşturulmalı. Resmi dil ve bayrak bütün Türkiye için geçerli olmakla birlikte her bölgenin kendine özel sembolleri ve renklerine izin verilmeli. Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri anayasal güvenceye kavuşturulmalı. PKK’ya yönelik bir af çıkarılmalı ve dağdan inenlere cezai takibata uğramadan siyaset yolu açılmalı.”
Kusura bakmayın, çok uzun oldu biliyorum, ama malum “savunma hakkı” kısıtlanamaz!..
Hani “Bizim çözümümüz Türk Modeli olacak” diyorlar ya, şu tablodan ben tek bir sonuç çıkardım; Bu “açılım”ın “Türk modeli” ile yegane alakası, bir yerinde “Ahmet Türk”isminin geçmesidir.
Gerçek Ergenekon-2 (“Kürt Açılımı” MİT’lendi)-MEYYAL UYGUR
Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı iken, “Bu hukuk düzenini kuranlar, bunun kaldırılmasının maşası olacak” demişti…
Şemdinli olayını izleyen günlerde İsmet Berkan, Murat Yetkin’le birlikte “devletin en üst güvenlik birimlerinden birinin başındaki üst düzey görevli” ile sohbet eder. Deep background (Kaynak belirtmeden, sadece “bilgi” olarak kullanmak), “PKK’nın tasfiyesi” hakkında bilgi alırlar. Üst düzey kaynağın anlattığına göre, “Aylardır devlet içindeki çeşitli kurumlar arasında mekik dokuyup, ‘uzlaşma’ yaratmaya çalışmış, sonunda bütün kurumları belli bir noktaya getirmiş. Hatta konu MGK’da ele alınıp, karara bağlanmış ve bir çeşit ‘devlet politikası’ haline gelmiş”. (Beşir Atalay’ın ‘Kürt açılımı’ için ‘devlet projesidir’ dediğini hatırlatırım)…Sohbette, Barzani federe devleti gerçeğinin kabul edilmemesi ve Barzani’ye “aşiret reisi” denmeye devam edilmesi halinde, PKK’yı tasfiye planını işletme imkanı olmadığı falan da konuşulmuş. Ama o üst düzey yetkilisinin canını sıkan can alıcı nokta şu:
“En büyük güçlük bu gerçeklerin kabullenilmesinde yaşanıyor, üst düzey görevliler ve siyasiler kapalı kapılar ardında gerçeği kabullense de, alt düzeyde ciddi bir direniş var. Direniş gösteren birimler de Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve bazı askeri birimler. Aynı iklim medyada ve bir ölçüde kamuoyunda da mevcut”!..(Geçen 4 yılda İçişleri Bakanlığı’nın nasıl Ergenekon ve Kürt açılımının motoru haline geldiğini, Adalet Bakanlığı’nda neler olduğunu, TSK’nın hangi birimlerinin üzerine gidildiğini ‘Bordo Bereliler-Özel Kuvvetler, Jandarma’, medyanın nasıl hizaya geldiğini düşünün. Demek ki sıra kamuoyunda!..)
Peki plan neymiş: “Tüm bunlara rağmen harekete geçilmiş ve planın ilk aşaması olarak MİT Müsteşarı, ‘yakın dostu’ Barzani, ardından Talabani’yi ziyaret edip, onlara yeni ‘devlet politikası’nı ve Türkiye’nin, bu iki önemli Kürt liderden beklentilerini aktarmış. Özellikle Barzani görüşmesi çok iyi geçmiş. Barzani PKK ile silahlı çatışmaya girmek dışında elinden gelen her şeyi yapacağını söylemiş. Planın en zor ayaklarından biri, dağdaki PKK yönetici ve komutanlarının ne olacağı sorusuymuş. Bu konuda Barzani ve Talabani benzer yolu göstermiş; Eyleme karışmamış olanların Türkiye’ye dönmesi, yönetici kadronun Irak dışına, tercihen bir Kuzey Avrupa ülkesine gitmesine Türkiye’nin ses çıkarmaması…”
İşte “devlet çapında zor da olsa bir uzlaşmanın elde edilmesinden” sonra ufak ufak medya üzerinden sızdırmalar başlamış, Cevat Öneş’in ağırlıklı olarak Radikal’de yazdıkları da bunlarmış.
Büyük denemenin ise Temmuz 2006’da Sabah’ta Aslı Aydıntaşbaş’la yapıldığını biliyoruz. O planın detayları yazılınca kıyamet kopmuş, ortalık karışmış ve çok ilginçtir Başbakan Erdoğan, böyle bir plan olup, olmadığını soran gazeteciyi, “Bu soruyu sormak ihanettir” diye azarlamıştı. Şu anlattıklarımı ben uydurmadım. Aydıntaşbaş atağından sonra plandan haberdar olduklarını göstermek için bizzat İsmet Berkan 31 Temmuz 2006’da yazdı.
“Kürt açılımı”nın mimarı, organizatörü ve uygulayıcısının MİT olduğunu ortaya koyduktan sonra işin “ETÖ” boyutuna gelelim. Burada sadece bazı sorular sormakla yetinelim:
-Nisan 2006’da yani Danıştay saldırısından kısa bir süre önce MİT’te yeniden yapılanmaya gidildi mi? Bu kapsamda “Küreselleşmeden Kaynaklanan Sorunlar” gibi bir birim kuruldu mu? Bu birim acaba neden gündemine ilk olarak “Ergenekon şeması” ve bunun takibini aldı? Söz konusu birim kime bağlı? “Kürt açılımı”nı başarıyla tamamladığı takdirde görevden ayrılması planlanan Taner’in yerine bu isim mi getirilecek?
-“Ergenekon”la ilgili bu birime “özel” eleman takviyesi yapıldı mı? Bu elemanların çalışma alanı ağırlıklı olarak yargı mı?
-Başbakanlık örtülü ödenek harcamalarının artışında, MİT’teki bu yeni yapılanma ve görevlendirmelerin etkisi var mı?
Soru çok da sonuca gelelim;
“Kürt açılımı” için, “İktidarın planı yok” diyorlar. Görüldüğü üzere, bal gibi var. Üstelik geçen 4 yılda CIA uzmanları David L. Phillips ve Henry Barkey’in katkılarıyla epeyce takviye ve teçhiz edilmiş şekilde…Ortam da 4 yıl öncesine göre çok çok müsait…Yegane sorun “Türk kamuoyu”. Öyle ki Hasan Cemal ve Öcalan daha Nisan 1993’te Bekaa’daki uzun sohbetlerinde bile bunu konuşmuşlar, Öcalan da, “Türk kamuoyunu ikna etmeden, hazırlamadan barışı yakalamanın hayal olduğu” konusunda “mutabık” kalmış!..
İçişleri Bakanı Atalay bugünlerde sık sık “Bu bir devlet projesi” diyor ya, merak ettim, “devlet”ten kastedilen MİT midir?
Bir de geçenlerde Ahmet Türk, “PKK’nın da TSK’nın da görüşü alınsın” diye buyurdu. İki gün sonra Atalay, “Genelkurmay’ın da görüşünün alınacağını” açıkladı. Çaktırmadan PKK’yla aynı kefeye konmasından vazgeçtim, demek ki TSK’nın “12 kötü adam”, DTP veya İHD kadar bile hükmü kalmamış!..
“Kürt açılımı” devlet projesi öyle mi?
Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı iken, “Bu hukuk düzenini kuranlar, bunun kaldırılmasının maşası olacak” demişti…