31 Ocak 2010 Pazar

Sayın Başsavcı da laf etmiş işte…/ Fatma Sibel YÜKSEK


Bazen yetkili makamları işgal eden yüksek insanların ettiği laflar, gereğinden fazla ciddiye alınır. Lafın ciddiyeti, kendi içindeki öneminden ve tutarlılığından değil, o kişinin oturduğu koltuktan kaynaklanmaktadır aslında.


Oysa onlar da bizim gibi insandırlar ve saçmaladıkları hiçbir hedef gözetmeden boş boğazlık yaptıkları veya gazetecilere hazırlıksız yakalandıklarında öylesine bir şeyler geveledikleri olur…

Nitekim, AKP hakkında yeni bir soruşturma başlatmış olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın “Siyasi partiler kapatılacaklarını hissederler” şeklindeki vecizesi de böyle bir şeydir.

Yalçınkaya zaten kuru bir hukuk adamı, öyle basınla dans etmeye alışkın biri değil. Kurduğu cümlelere bakılırsa, ideal bir laf ebesi olamayacak kadar ketum ve içe kapalı olduğu da anlaşılıyor. Örneğin, bir Haşim Kılıç gibi değil o… Haşim Kılıç, bir yüksek yargı adamı olarak fazlasıyla sosyaldir, medyayı sever, sözü evirip çevirmeyi, ses tonuna manidar nüanslar katmayı bilir.

Gazeteciler geçenlerde Yalçınkaya’yı Yargıtay 1. Hukuk Dairesi Onursal Başkanı Orhan Uzgören için yapılan cenaze töreninde sıkıştırıp yürütmekte olduğu incelemeden bir kapatma davası çıkıp çıkmayacağını sordular. Başsavcı, gazetecilerin gözlerinin içine değil de bazen havaya, bazen de yere bakarak şöyle dedi:

“Her parti hakkında soruşturma mümkündür. Her parti hakkında kapatma davası açılıp açılmayacağı kendi fiilleriyle ölçülür. Bunu partiler zaten hissederler

Ve normal şartlarda “saçmalardan seçmeler” kategorisine girecek olan bu cümle, “mesaj manyağına” dönmüş bizler tarafından bir anda ülke gündeminin baş sırasına oturtuldu.


Gazeteciler bu kerameti hemen Başbakan Tayyip Erdoğan’a yetiştirdiler. O’nun verdiği cevap de en az Yalçınkaya’nınki kadar saçmaydı: Aynen şöyle dedi Başbakan:

“Siyasi partilerin hissetmesi gibi bir durumu doğrusu bugüne kadar demokrasi içerisinde böyle bir özelliği bir genel başkan olarak yakalayamadım. Bugüne kadar genel başkan olarak görüştüğüm, tanıştığım, bildiğim siyasi parti liderinin de böyle bir hissiyatı olduğunu duymadım. Bazı uygulamalar ortaya çıkar, ondan sonra süreci takip edersiniz. Ama ortada hiçbir şey yokken, ‘böyle bir şey vardır veya hissederler’ denilirse o ülkede demokrasi çarkı sağlıklı çalışmaz.”

Yani, böyle bir “hissiyatı” yakalayamamış…

Yakalayamaz, çünkü insan ırkının temel hissiyatları arasında “partim kapatılırsa ne yaparım ” diye bir hissiyat yoktur. Partinizin kapatılıp kapatılmayacağını hukuki ve siyasi süreçleri takip ederek öngörebilir, ona göre önlemler alabilir, B planı yapabilirsiniz. “Galiba partimi kapatacaklar” şeklinde gaipten ‘hissiyatlara’ kapılmazsınız.

Bir önceki kapatma davası açıldığında “kapatılma hissiyatına” AKP bayağı da bir kapılmıştı aslında. Başbakan, yedek bir parti için Tuna Bekleviç’le bile görüştü. Vekilleri de aldı bir telaş; Melih Gökçek’in, Abdüllatif Şener’in kapısına dayanıp siyasi ikballerini kovalamaya başladılar. “Şu kadar kişiye siyasi yasak gelirse ne olur, erken seçimden ne sonuç çıkar” gibi hesaplar yapılmaya başlandı. Sonra Anayasa Mahkemesi’nin hukuk tarihine geçmiş olan o ince ayarlı kararı açıklandığında herkes derin bir nefes aldı.

İnsan partisinin kapatılacağını hisseder mi, hissedemez mi bilmeyiz. Siyaset, gerçekler üzerinde inşa edilen bir meslektir. Siyasetçiler, hissetsinler veya hissetmesinler, böyle bir olasılığın gerçekleşebileceğini düşünüp ona göre gelecek planları yaparlar.


Bu bağlamda baktığımızda, AKP’nin Başsavcılık soruşturmasını yakından ve merakla takip etmediğini söyleyemeyiz. Eğer soruşturma bir kapatma ile sonuçlanırsa, bunun oy kaybı trendine girmiş olan AKP’ye can simidi olacağını düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Son olarak DTP örneğinde gördüğümüz gibi, kapatma kararı fiiliyatta hiçbir kayba neden olmamakta, kapatılan parti ertesi gün başka bir işim altında bütün gücüyle (hatta eskisinden daha güçlü biçimde) yoluna devam etmektedir.

Yani kapatılma, AKP gibi bir partiye ekstradan hiçbir kayıp getirmez; hatta kaybedilen oylar yeniden toplanabilir. Ancak, şöyle bir tehlike var ki; AKP’liler “hissetmeye” başlasalar iyi olur:

Kapatma kararıyla birlikte Başbakan Erdoğan’a siyasi yasak getirilirse ne olur?

Cumhurbaşkanlığı Tayyip Erdoğan için hayal olur. İbre Abdullah Gül’den yana kayar, parti Gül’ün kontrolüne geçer. Bu da AKP’de bölünme ve siyasette bütün kartların yeniden dağıtılması demektir.

Nasıl ama?

30 Ocak 2010 Cumartesi

Darbe Tefçisi Ilıcak'ın 12 Eylül Öncesi Yazılarından Seçmeler


Açık İstihbarat Özel


Polis akademisinde "özgürlük ve demokrasi" açılımı yapan bir ülkenin demokrat kadrolarının 60 , 70 ve 80 darbelerinin şakşakçısı Altanlar ve Ilıcak'larla doldurulmasına şaşmamak lazım.


Nazlı Ilıcak; 29-30 Ocak gecesi Habertürk'te yayınlanan Yiğit Bulut'un sunduğu programda yine seyircileri salak yerine koyarak, utanmadan demokrat rolüne soyundu.


Kendisine 12 Eylül sonrası yazdığı övgü yazıları hatırlatılması üzerine de, "bunla ilgili cevabımı yarınki yazımda açıklıyorum" diyerek, bu yazıların darbe sonrası ortamda bir bakıma dengeyi bulmak adına zorunlu yazılar olduğunu savundu.


Halbuki Ilıcak'ın darbe tefçisi tavrı 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan bir zorunluluk değildir. Ilıcak; 12 Eylül darbesine giden süreçte darbeyi meşrulaştıran zemini hazırlayan yazılara imza atmıştır. Nazlı Ilıcak; Kenan Evren'in habercisidir.


Aşağıda size; 12 Eylül darbesi öncesinde Ilıcak'ın kaleme aldığı ve darbeleri, Türk Ceza Kanununda kişisel özgürlükler aleyhine yapılması gereken değişiklikleri, valilerin dernek kapatma hakkını, "Kürtlere özgürlük" verilsin diyen milletvekillerine karşı tedbir alınmasını, ordunun İç Hizmet Kanunu 35. maddesinin gerekliliğini, yıpratılacaksa ordunun değil sivil iktidarın yıpratılması gerektiğini ve hatta Perinçek'i savunduğu yazıları sunuyoruz. .


Şaka değil, gerçek. Şaka olan; 12 Eylül darbesinin zeminin hazırlanmasında kalemi ile bizzat rol alan bu tefçinin "demokrat" olarak ciddiye alınması ve milleti salak yerine koymasına izin verilmesidir.


Açık İstihbarat

Ecevit iktidarında sıkıyönetim uygulamasına karşı çıkanları eleştiriyor:


Halbuki DİSK ve bazı demokratik(!) kuruluşlar isyan bayrağını açtı bile. Tedbirler paketine karşı "demokratik platform" oluşturuldu. Şimdi de sıkıyönetim aleyhine direniş hazırlanıyor.


Silah nezaretinde duvarlardan silinen yazıların yerine, sıkıyönetim komutanlarına kafa tutarcasına bir gün geçmeden yenileri yazılmış : Tek yol devrim


Ecevit; "sıkıyönetime rağmen demokrasi çerçevesinde kalınacaktır" şeklinde konuşmuş.


Ama demokrasinin suistimali önlenecektir. Komunizm kanunlarımıza ve Anayasamıza göre suçtur. Dernekler amaçları dışına çıkamaz, siyasi faaliyette bulunamazlar, işçi sendikaları siyasi grev yapamazlar. Genel grev, DGM'lerdeki gibi "genel yas" ilanı yasaktır. TÖB-DER ; Eğitim Kurultayı toplayıp, "herkese kendi dilinde eğitim" kararı alamaz. 1 Mayıs'ta meydanlarda , Marx'ın , Lenin'in resimleri taşınamaz. İGD toplantılarında yaşasın Sovyetler Birliği diye bağrılamaz.


Nitekim, komutanlar bir bir, bu yönde bazı kararlar almaktadır.


(Sıkıyönetim Kime Karşı ; 3 Ocak 1979)

EMASYA'ya karşı çıkan Ilıcak; darbelerin "yasal" zeminini oluşturan İç Hizmet Kanunu 35. Maddesinin işletilmemesinden şikayetçi


1978'de bin kişi ölmüş, mezhep ve ırk çatışmaları Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü tehdit eder boyutlara erişmiştir. Ecevit çapında bir Başbakanın gemiyi selamete çıkaramayacağı ise iyice anlaşılmıştır. Buna rağmen İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesindeki "Cumhuriyeti korumak ve kollamak" hükmü işletilmemektedir.


(Demokrasi Yolunda...; 16 Ocak 1979)

12 Mart darbesinin faydalarından sözedip, Ecevit hükümetini süngü ile korkutuyor


12 Mart ülkenin ihtiyaç duyduğu bir çok yasal düzenlemeyi getirmiştir. Ama koalisyonlar ve Anayasa'nın güçsüz bıraktığı iktidarlar, mevcut kanunları maalesef uygulayamıyor. Şimdi Muhsin Batur, bir başka noktaya parmak basıyor : "Devlet ve icrayı kuvvetlendirecek bir Anayasa değişikliği gereklidir" diyor.


Aklın gösterdiği bu yolun bulunması için, yeni bir müdahaleye lüzum kalmamasını dileriz. Siyasi partiler, bir kere de , süngü ile dürtülmeden gerçeği görebilsinler.


(Süngü ve Demokrasi ; 12 Mayıs 1979 )

TÜSİAD'ın Ecevit hükümetine verdiği sivil muhtırayı ve askerlerden aldığı meşruiyeti savunuyor


TÜSİAD'ın bildirisi kanunlara ve kuruluş amacına uygundur. Üstelik Sıkıyönetim Komutanlığı'ndan izin de alınmıştır. Buna rağmen, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye düşünen, açılan bu siyasi polemiğin menfaatlerini bozabileceği endişesini taşıyan bazı "işini bilir işadamları"nın ani bir çekingenlik ve pişmanlık içine düşmeleri ihtimali mevcuttur.


(TUSİAD ; 16 Mayıs 1979)

Bugün; 163. maddeyi geri mi getirmek istiyorsunuz diyerek özgürlükçü kesilen Ilıcak'ın; TCK'nın sivil özgürlükleri kısıtlayacak şekilde değiştirilmesini savunduğu onlarca yazısından bir parça. "Darbe karşıtı" Ilıcak'ın askeri vesayeti meşrulaştırdığı cümlelere dikkat


O zaman memleket şartlarına uygun yeni kanunlar hazırlayalım. Bakın Fransa'da bir anarşik topluluğun içinde bulunan kişiler, polisin şahitliğine dayanarak, suçüstü mahkemelerinde yargılanıyor ve hapse atılıyorlar. 23 Mart'ta otonomistler adı altında , Paris sokaklarında dehşet saçanlar, vitrinleri kırıp yağma edenlerin bir bölümü, 1 ila 2 yıl arasında değişen cezalara, iki ay gibi kısa bir sürede çarptırıldılar.


Ecevit hükümeti hala şiddet eylemleri ile ilgili bazı yasal tedbirleri parlamentodan geçiremedi.


Her türlü fikir temsil edilsin diye batıyı örnek gösterenlere , demokrasinin kalelerinden biri olan Fransa'daki kanunları hatırlatırız. Devlet ancak kendisini koruyan tedbirleri aldıktan sonra , hürriyetin sınırlarını genişletebilir. Af rüzgarlarının anarşistleri sokağa döktüğü , kanunların, eylemlcilerin yakasına süratle yapışılmasını engellediği, Danıştay ile icra arasındaki rekabetin, yönetimi zaafa uğrattığı bir ülkede, elbette sivil idare her zaman askerden yardım istemek zorunda kalacaktır.


Bir, iki, üç...Ama bir gün gelir ordu, madem tek başına beceremiyorsun, şöyle çekil kenara çekil de gölge etme deyiverir..


(Anarşi, Sıkıyönetim, Hükümet ; 17 Haziran 1979)

"Özgürlükçü" Ilıcak; Türk Ceza Kanunu'ndan 141 ve 142'nin kaldırılmasına karşı çıkıyor.


23 Mayıs'ta , İstanbul Sıkıyönetim Savcısı, Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesinin 1 ve 3. bentlerinin Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürmüş, mahkeme heyeti de iddiayı ciddi bularak, dosyayı Anayasa mahkemesi'ne sevketmişti....


141. ve 142. maddeleri, faşist olarak nitelendirenler, bu hükümlerin Atatürk devrinde Türk Ceza Yasası'na girdiğini unutuyorlar mı?


(141-142 ; 29 Haziran 1979)

"Açılım" taraftarı Ilıcak geç sıkıyönetim ilanından ve "Kürtlere özgürlük"ten rahatsız.


Hükümetin, hadiselerin üzerine bütün gücüyle yürümediği şüphesi yaygındır. Vatandaş , kendi kendine sorar durur :


- Neden Diyarbakır, Tunceli, Adıyaman, Hakkari, Mardin, Siirt gibi bazı doğu illerinde gecikilerek sıkıyönetim ilan edilmiştir?- Neden ancak 26 Nisan'da sıkıyönetim kapsamı içine bölücülük girmiştir?

- Neden 22 Aralık 1977'de Cumhuriyet Senatosu'nda , "Kürtlere özgürlük verilsin" diyen bir Niyazi Ünsal'a karşı Halk Partisi tedbir almamıştır.

- Neden bölücülük propagandası suç sayılmasın, Türk Ceza Kanunu'nun 142. maddesinin 3. fıkrası iptal edilsin diye Anayasa Mahkemesi'ne müracaat eden İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi üyeleri hala görevlerinde kalmaktadır?


(Org. Evren'in Demeci ; 28 Ağustos 1979)

Bugün "düşünce özgürlüğü" pazarlayan Ilıcak, "zehirli fikirler" olabileceğini savunuyor.


Şiddet olaylarının emekleme döneminde , hareketlere masum bir görünüm kazandırmaya çalışanların mesuliyeti büyüktür. Terörizm kupkuru bir çölde birdenbire fışkıran bir kaynağa değil, itinayla bakıp büyütülen bir bitkiye benzer. Fidan ancak müsait bir toprak bulursa serpilebilir. 1968'lerde geniş müsamaha, genç dimağlara aşılanan fikirler, bugünkü terörizm kaynağını teşkil ediyor.


Kimine göre ; "düşüncenin zararlısı, faydalısı olmaz, sadece doğrusu yanlışı vardır"


Türkiye'nin bütünlüğü tehlikedeyken, Cumhurbaşkanından Genelkurmay Başkanı'na kadar herkes İran'daki gelişmeleri endişeyle takip ederken biri çıkıp da, "Etnik-metnik" başlıklı bir makalede, "ülkemizde Kürtlere iş vermiyorlar" yazarsa, o fikri zararlı o şahsı da en büyük kışkırtıcı ilan etmemek mümkün mü?...


Bir; Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı'nın kararlı vaziyet alışlarına bakın, bir de safa sarhoşu kalemlerin akıttığı zehirlere


(Zehirli Fikirler ; 5 Eylül 1979)

"Hoyratça" çözümleri savunmaya başlayan bir Ilıcak...bu hoyratça çözüm ne olsa gerek?


Ecevit; Demirel'i bunalım istemekle suçluyor. Halbuki Türkiye zaten sürekli bir bunalım içinde. Hükümet buhranının mevcut duruma ilavesi, umursamazlığı, uyuşukluğu giderdiği ölçüde faydalıdır. Acı veren, fakat öldürmeyen bir yarayı tedavi etmek için gayret sarfetmeyenler, öldürücü darbe karşısında mutlaka harekete geçeceklerdir.


Buhran büyüyüp yara derinleştikçe, gözler açılacaktır. Bozulan bir çiçeği bazen hoyratça diğer bir saksıya nakletmek, onu canlandırır, çünkü işe yaramayan kökler kopar, sağlamları kalır ve topraktan suyu daha rahat emebilirler.


(Demokrasi Pınarı ; 20 Eylül 1979)

Bugün Perinçek'in hapsine dair tek laf etmeyen Ilıcak Perinçek'in hapsini eleştiriyor. NATO için en yakın tehdit Sovyetler ve Perinçek, Sovyet'lere karşı Çin kampında olduğu için olmasın...


Perinçek'in Mamak cezaevine gönderilmesinden sonra, solcu gazetelerde boşuna bir tepki, "güleryüzlü sıkıyönetime" karşı küçük bir sitem aradık. 1 Mayıs'ı takip eden günlerde, Behice Boran veya Baştürk'ün tutuklanmasını eleştiren kalemler nerede şimdi?


Efendim; Perinçek Çin yanlısı olduğu için varsın cezasını çeksin. Ama Sovyet aleyhtarlığının (anti-Sovyetizmin) bilimsel sosyalizme ters düştüğünü her fırsatta tekrarlayan bir Behice Boran'ın , bu gayrimilli yazarlar, elbette üzerine titreyeceklerdir. Onlar, muhalifler ezilecek, "Demokratik devrim" gerçekleşecekse, "Ara rejim bir an evvel gelsin yerleşsin" isterler


(Sıkıyönetim ; 6 Ekim 1979)

"Darbe karşıtı" Ilıcak ; 12 Mart'ı bakın nasıl pazarlıyor.


Anarşinin, siyasi tartışmaların, her gün tekrarlanan darbe söylentilerinin yanısıra , Demirel ailesi hakkındaki yolsuzluk iddiaları da iktidarı yıpratmaktadır.


Bir müdahalenin objektif şartları hazırdır...Silahlı kuvvetler içinde iki eğilim çarpışmış, 12 Mart'ta yüksek rütbeli komutanlar "Devrimci" kanadı ezerek, Demirel idaresine son vermişlerdir.


Her iki seferde de ordu, hükümeti bunalımı değil, devlet bunalımı varken müdahale etmiştir. 1974'te Ecevit başbakanlığı bırakınca , Türkiye belki de tarihinin en uzun hükümet bunalımını yaşadı. Ama bir ara rejim gelmedi.


(Devlet Buhranı ve Ara Rejim ; 11 Ekim 1979)

"Düşünce özgürlükçüsü" Ilıcak bakın nasıl neler diyor...o zaman "Açılım" yalakalığı moda değil...


Türkiye'nin şartları başkadır. Herşeyden önce, yukarıdaki örneklerin aksine, Türk ordusu 1071'de Anadolu topraklarına girerken, orada yaşayan bir halkı sömürgeleştirmemiştir. Anadolu'nun her karışı atalarımızın kanıyla yoğrulmuştur.


Batının ileri ülkeleri, güçlerini birleştirerek daha kuvvetli olabilmek için Büyük Avrupa'ya doğru yönelirken, Türkiye'yi halklara bölmek istemek, bu yolda propaganda yapmak, memleketi kana bular, Türk milletini zaafa uğratır.


Düşünce özgürlüğü sonsuz değildir. Memleket menfaatleri ile sınırlıdır.


Denize baştan aşağı dalalım derken, boğulma ihtimalini gözden kaçırmayalım.


(Bölücülüğe Ecevit'ten Gelen Tepki ; 13 Ekim 1979)

Ilıcak'ın siyatsi vesayetten yana değil askeri vesayetten yana olduğu günler.


Kırmızı ışık, bütün kuvveti ve kudretiyle terörizm noktasında yanmalı, darbeler, devletin kişiliğine karşı suç işleyenlerin, silah kullanıp can ve mal güvenliğini tehdit edenlerin sırtına, bütün şiddeti ile inmeli.


Bırakalım ikinci sınıf meselelerle hükümet uğraşsın, halkta antipati doğacaksa , o üzerine çeksin. Yıpranacaksa, ordu değil, siyasi iktidar yıprasın. Zira iktidarların alternatifi her zaman bulunur ama Silahlı Kuvvetlerimiz tek ve alternatifsizdir.


(Silahlı Kuvvetlerin Kırmızı Işığı, 8 Aralık 1979)

O zamanlar moda suç kavramını genişletmek, Ilıcak'ta modayı yakından takip ediyor. Bugün ordu niye iç tehditle uğraşıyor diyen Ilıcak, MİT'in sadece dış tehdide yöneltilmeye çalışılmasına şikayetçi.


Devlet gücünün ardında, dimdik kararlı bir cephe oluşuyor. Gaflet gün geçtikçe dağılıyor. O büyük gaflet değil miydi ki, Milli İstihbarat Teşkilatımıza kontrgerilla damgasını vurarak tesirsiz hale getiren, onu sadece dış tehlikelere yöneltmek isteyen. İşte bu gaflet uykusu sırasında , Türkiye yeraltından işgal edilmiştir. Olayların üzerine, eylem vuku bulmadan gidebilmek için, geniş ve müessir bir istihbarat gereklidir. Bataklık ancak MİT'in faal ve cesur çalışmaları sayesinde kurtulabilir. Aksi takdirde sadece sivrisineklere fitil sıkmakla bir ömür tükenecektir.


Alınacak bir başka önemli tedbir , toplu suç kavramını geliştirmek olmalıdır. Suç işleyen bir topluluk içinde bulunanlar, derhal mahkemelere sevkedilmeli ve cezalandırılmalı. ...


Tütengil'in cenazesinde tutuklanan gençler , ne olacak? Yeniden suç işlemeleri , huzur kaçırmaları için hemen salı mı verilecekler?...


Ama alarm zilleri çalarken, hadiselere sadece sosyal açıdan el atmak, eylemleri "insanca yaklaşımlarla" durdurmaya çalışmak, bize vakit kaybettirir.


(Türkiye Yeraltından İşgal Edilmiştir ; 11 Aralık 1979)

Derneklere karşı valiler....Sizce sivil toplumcu Ilıcak hangisinden yana....


Ancak; Anayasa ve kanunlar çerçevesinde kalındığı takdirde, demokratik haklara saygı gösterilir.


"Irkçı, şoven, asimilasyoncu eğitime son verilsin ve halklara kendi dilinde eğitim yapılsın" fikrini müdafaa eden TÖB-DER yasa dışıdır.


Siyasetle uğraşan eyleme katılan bütün öğrenci dernekleri yasa dışıdır.


Buna mukabil, valinin lüzum gördüğü dernekleri faaliyetten alıkoyması kanunidir. Bölücülük ve komünizm propagandası yapanları yargılamak kanunidir. Devlet Güvenlik Mahkemelerini kurmak tamamen kanunidir; üstelik Anayasa'nın 136. maddesinin gereğidir.


(CHP Dışındaki Sol; 13 Aralık 1979)


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

29 Ocak 2010 Cuma

GERÇEK ADI ÇÖKERTME…/ Ali İhsan GÜRCİHAN


Oyunda rolü ve görevi bitenin, yani sırası gelince herkesin dizlerinin üstüne çökertildiği ve aptalca harcandığı bir oyun.


Öyle bir zaman dilimi içerisindeyiz ki ;
Etraf toz duman. Göz gözü göremez ve de hiçbir şeyi seçemez hale geldik. At izi mi, it izi mi anlayamaz olduk.

Ne yazılana, ne de söylenene inanacak güvenimiz kalmadı.
Bazen bir bakıyorsun manşetlere, bu kadar da olur mu diye hayretler içerisinde kalıyor ve ürperiyorsun. Detayda ne söylüyor diye okumaya ya da dinlemeye çalışıyorsun. Görüyorsun ki, doğru olması muhtemel bazı konuların arasına konuyu saptıracak bir sürü düzmece yaklaşım ve yalanlar sıkıştırılmış.

Çünkü bazı güç odakları açısından amaç, bir yanlışı ya da suçu tespit ederek toplumda hukuku hâkim kılmak değildir.
Onlar için gerçek amaç, kendilerince hedef kabul ettikleri kurum ve kişilerle ilgili olabilecek her fırsatı değerlendirerek kin ve nefret kusan yöntemlerle onlardan öç almak ve hesaplaşmaktır.

İnsan hakları, özgürlük ve vicdan gibi değerleri hiçe sayan tutumları bir yana, işin hukuki tarafı ve hukuki süreç de onlar için hiç önemli değildir. Doğru ve yalan demeden basın kanalı ile ortalığı ayağa kaldırıp yargısız infaz yaparak işi bitirmek onlar için yeterlidir. Çünkü onların gerçek amacı demokrasi söylemleri arkasına sığınarak bir yerler ile hesaplaşmak ve bir anlayış ile bir duruşu da çökertmektir.

Bu güç odakları artık o kadar rahattır ki, sonradan ortaya çıkacak hukuki sonucun ne olacağı da onlar için hiç önemli değildir. Eğer sonuç işlerine gelirse mesele yok. Hukuki karardan da aldıkları güçle propagandaya devam.Konu ile ilgili açıklanan hukuki sonuç eğer işlerine gelmiyorsa,yedekte tutulan bir dosyayı ortaya atıp,yeni bir sıcak konu ile psikolojik savaşa devam etmek onlar için çok kolay ve ucuz bir yöntemdir.

İşte buna son bir örnek;

Günlerce hepimizi huzursuz eden Kozmik oda meselesi ne oldu?
Mahkemenin,"Kozmik odada görev dışında bir konu veya belgeye rastlanmadığı" açıklaması yapıldı.
Peki, o çığırtkan basın, seviyesiz saldırgan siyasiler ve aydın denen kişiler neden şimdi bu sonucu esas alıp, yahu yanlış düşünmüşüz, abartmışız diye çıkıp konuşmuyorlar? Peki, yalanları ve yakıştırmaları için ne oldu diye sorabilen var mı ?
Kim soracak, ya da kim dinleyecek ki ! …

İşin ilginç yanı, Mahkemenin ulaştığı bu sonuç tam açıkladığı sırada,"Balyoz" denen bir darbe planı iddiası daha çıktı ortaya ve "Kozmik Oda’nın aklandığı açıklamayı" nerede ise duyan kimse bile olmadı.

Kozmik oda soruşturması bir defa daha ortaya koymuştur ki ;
Demokrasi ve onun vazgeçilmezi hukuka karşı saygılı olan samimi ve tutarlı insanlar için en dürüst yaklaşım, bir olay karşısında ona buna çamur atmadan, basın yolu ile yargısız infaz yapmadan hukuki sürecin sonucunu beklemektir.

Ama son birkaç yıldır izlediğimiz olaylardan ve gelişmelerden anladığımız ve de gördüğümüz kadar ile;
Bazıları için amaç, ne hukuk ne de doğruları ortaya çıkarmaktır.
Demokrasi söylemlerini kendine maske olarak kullanan bu anlayışın gerçek amacı, ele geçirilebilecek her fırsatı kullanarak, kendilerine engel olarak gördükleri Ulusalcı ve Milliyetçi duruşu çökertmek ve onu temsil eden kurum ve kimlikleri de yıpratmaktır.

Kısa ve açık bir değerlendirme yapacak olursak anlaşılan o ki ;
Her dönemde etkin olabilmeyi başarmış derin güç odakları, geçmişte yapılan bazı çalışmaların üzerinde amaca uygun içerik ve ambalaj değişikliğini yaptıktan sonra onları sıra ile piyasaya sürmeye devam etmektedir. Ortaya atılan bu dehşet iddialar üzerinden de, özellikle sivil söylem ve yöntemlerle ortalık karıştırılmaya ve hepimizin içerisinde olduğu görünenden daha büyük bir oyun oynanmaya çalışılmaktadır.

Hem de,öyle bir oyun ki !... Oyunda rolü ve görevi bitenin, yani sırası gelince herkesin dizlerinin üstüne çökertildiği ve aptalca harcandığı bir oyun.

Oyunun adı mı? Kod adını bilemem ama gerçek adını rahatlıkla söyleyebilirim.

“ ÇÖKERTME…”

30 Ocak 2010


Kaynak: Ali İhsan GÜRCİHAN

Güvenlik Müsteşarlığı “Gizli Karargâhın” Yasallaşmasından Başka Bir Şey Değildir- Meyyal UYGUR


Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kurulmasına ilişkin kanun tasarısı, TBMM’de görüşülmeye başlandı.

Tahminlerin ötesinde önemli olan bu tasarı hakkında bazı soruları gündeme getirmek istiyorum;

O Müsteşarlığın “operasyonel yetkisi olmayacak”mış!...Ya? İstihbaratın koordinasyonunu sağlayacakmış…

Bu neyin itirafıdır? Demek ki, yıllardır ve dahi şu an bile, istihbarat birimlerimiz arasında koordinasyon falan yok…

Daha ilgincini söyleyeyim, MİT Kanunu’nda ne yazıyor biliyor musunuz; “İstihbaratın koordinasyonundan MİT sorumludur”…

Ne olacak şimdi?..Koordinasyondan sorumlu iki birim mi olacak, yoksa bunlardan birisi devre dışı bırakılıp, tasfiye mi edilecek?

Denebilir ki, “MİT bunca yıldır, bu koordinasyonu gerçekleştiremedi”…Peki, MİT’in başaramadığını, bu Müsteşarlık nasıl başaracak?

Ne demek mi istiyorum; Bakın MİT, “Başkanlığa” falan değil, doğrudan “Başbakana bağlı”…Sıkıntı veya bu yeni Müsteşarlığın kurulma gerekçesi de şu; Gerek diğer istihbarat birimlerinden MİT’e, gerekse MİT’ten onlara ve bunların hepsinden Başbakan’a sağlıklı bilgi akışı yok…Şimdi MİT alınacak, yanına Jandarma vs. istihbaratla uğraşan tüm birimler konup, İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir Müsteşarlığa bağlanacak…Bugün doğrudan Başbakana bağlı olduğu halde, birbirlerine “sağlıklı” bilgi vermeyen, birbirinden “bilgi gizleyen” kurumlar, Güvenlik Müsteşarlığı kurulduktan sonra nasıl ve neden “hizaya gelecek” acaba?

Güvenlik kulislerinde konuşulan şu; MİT zaten “hizada”…Ana hedef, Jandarma İstihbaratını önce etkisiz hale getirme, sonra da yok etmek!..

Güvenlik Müsteşarlığı ile ilgili son bir not daha; Burası, devletin psikolojik harekât politikalarını belirleyecekmiş…

Çok güzel…Bunun ne anlama geldiğini anlatmadan önce, hatırlatmamız ve sormamız gereken şeyler var. Madem bu devletin psikolojik istihbarat ve harekâta ihtiyacı vardı, acaba sırf “AB istiyor” diye, 2005’te MGK’nın psikolojik harekât birimi neden lağvedildi? O günlerde MGK’nın ilk sivil Müsteşarı Yiğit Alpogan’ın, “Yasa ile bu görev bizden alınır alınmaz hareket geçtik. Adına ‘psikolojik harekât planı’ denilen, bu tür psikolojik harekât faaliyetlerini bitirdik. Operasyonlara son verilince, 3 milyon dolardan az olmayan bir kaynak da bize döndü. Biz de bu parayı, madem artık çalışma yapmayacağız, diyerek Başbakanlık’a iade ettik” diye övünmesini hiç ama hiç unutamıyorum.

Her şey “3 milyon dolar” için miydi?...

Bir başka şeyi daha unutamadım; MGK’nın bu biriminin lağvından 2 yıl sonra 2007’de dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın şu sızlanmasını:

“Psikolojik harekâtta çok yetersiziz. Devlet çapında organize edilip, uygulanması gerekir. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde bu harekâtı planlayıp, icra edecek bir kuruluş, kurul yoktur. Eskiden MGK içinde bir daire vardı, ancak bunun da ciddi bir şekilde kullanıldığı kanaatinde değilim. Bir şey itiraf etmem lazım, PKK bizden çok daha iyi psikolojik harekât yürütüyor. Çünkü elini kolunu bağlayan yok.”

Nasıl da adım adım bugünlere getirilmişiz değil mi? MGK’nın en önemli birimiyle başlandı…Şimdi MGK’nın –Başbakana bağlı MGK üyeleri, MGK’nın askeri üyeleri- şeklinde ikiye bölünmüşlüğüne alıştık. Demektir ki, CHP’li Atilla Kart’ın söylediği gibi, Güvenlik Müsteşarlığı ile de “AK-MGK’nın kuruluşu” tamamlanacak…Artık ondan sonra devletin MGK’sını ne yaparlar bilmem!..

Peki, kurulacak olan Güvenlik Müsteşarlığı’nın psikolojik harekât politikalarını belirlemesi ne anlama geliyor? Bu soruyu, Dursun Çiçek’in kuru imzalı “İrtica Eylem planının” ortaya atılması üzerine 25 Haziran’da bu sütunda yayınlanan yazımdan bazı bölümleri hatırlatarak cevaplandırabilir miyim? Başlığı, “Ulusal Güvenliğimiz Soros’a Teslim” idi ve şöyle demiştim:

Fotokopi belgenin ‘fazileti’ ile ilgili asıl bombayı 6 yıl boyunca ABD’den, TSK’ya esip, gürleyen, Emniyet Genel Müdürlüğü hakkında suç duyurusunda bulunduğu halde Taraf ve Today’s Zaman’da ahkâm kesmeyi sürdüren ABD merkezli Jamestown Vakfı analisti Emrullah/Emre Uslu adlı polis patlattı. ‘Asker ve iktidar arasındaki kriz nasıl çözülür?’ konusunda tavsiyelerde bulunan polis kardeşimizin, nelerin yapılmasını uygun gördüğünü özetleyeyim; Belge orijinal veya değil. Temel mesele bu problemin tekrarlanmasını engellemektir. Politik gözlemci ve aktörlerin, TSK’nın mantalitesini değiştirmesi ve buna yönelik hareket etmesine ihtiyaç var. İlk adım, psikolojik savaş konseptinin değiştirilmesidir. Zira güvenlik güçleri, Kürtler, Aleviler, azınlıklar, dini örgütler gibi toplum kesimlerine yönelik olarak, ulusal güvenlik tehdidi ve kamu güvenliği adına çeşitli psikolojik savaş yürütüyor. Bunların yasal tanımı ve sınırları belirlenmeli… İkinci adım, psikolojik savaşın tanımının yapılıp, ne zaman ve hangi şartlarda yapılabileceğinin belirlenmesidir. Ayrıca psikolojik savaş kaynaklarının sınırlandırılması, kayıt altına alınması ve bunların sivil veya kurumlararası bir mekanizma tarafından kontrolü, vergi mükelleflerinin parasının doğru kullanılıp, kullanılmadığının takibi gerekiyor…Üçüncü adım, geçmişte ve yakın dönemde Türk vatandaşlarına karşı nerede, ne çeşit psikolojik savaş operasyonlarının yürütüldüğünün araştırılmasıdır…4. adım, çıkarılacak bir yasa ile psikolojik savaş operasyonlarının nerede, ne zaman ve hangi kurumlar tarafından yürütüleceğinin belirlenmesidir. TSK sadece Türkiye bir diğer ülke ile savaş halindeyse psikolojik savaş yapmalı, eğer yasadışı Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’ya karşı bir savaş yürütmek gerekiyorsa, bunun TSK eliyle yapılmaması sağlanmalıdır. Çünkü PKK’ya karşı savaş, uluslararası hukukta bir savaş olarak telakki edilmemektedir…”

Bu satırlardan sonra da şu yorumu yapmıştım:

“Bu polis memurunun dillendirdiği tam olarak AB’nin yıllardır istediği; MGK Kanunu’nun 2a maddesinde yer alan, ‘Milli Güvenlik; Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması’ tanımının içinin boşaltılmasıdır…İktidarın ‘fotokopi’ hengamesi arasında TBMM’ye sevk ettiği tasarıyla kurulması planlanan ‘Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nın gerçek hedefinin ifşasıdır…Türkçesi TSK’nın, PKK’yla bile mücadele edemez hale getirilmesi, iç ve dış güvenlikle ilgili psikolojik savaşın, ‘İhsan Dağı, Cengiz Çandar, Mümtazer Türköne, Ali Bayramoğlu, Marc Parris, Graham Fuller, Henry Barkey, David L. Phillips’ gibi bu teşkilatta ‘sözleşmeli’ çalıştırılabilecek yerli, yabancı, sivil unsurlarla yürütülmesi, yani kediye ciğer teslim edilmesidir!..Bizatihi, Holivud’un, Batı istihbarat örgütlerinin psikolojik savaş yöntemleriyle teslim alınanların, Türkiye’nin mevcut ulusal güvenlik konsepti ve olmayan psikolojik savaşına karşı çıkıp, bu konuda söz sahibi yapılması, yıllardır maruz kaldığımız saldırıların vız noktasıdır!..Birileri meydanı boş bulup, Türk Milleti üstünde istediği gibi tepinecek, ama ülkenin kurumları seyredecek, hatta tepelemeye yardım edecek. Malum STÖ faaliyetlerine eğer Putin gibi, ‘dur’ diyecek bir babayiğit çıkmazsa; Türkler, ‘Silivri’ veya, ‘evlerinden dışarı çıkmama’dan birini seçecek…Birileri kendi ‘Ergenekon’ yapılanmasını tamamlayacak…MGK belki de son toplantısında, ‘Atatürkçülük, milliyetçilik, ulusalcılığı’ birinci tehdit sayacak.”

İşte, “Arınç’a suikast” iddiası, “Kozmik Oda” baskını ve bunları izleyen “Balyoz” sayesinde, bugün bunların tümü adım adım hayata geçiriliyor!..

Sonuç; Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’yla, MGK, MİT ve Jandarma tamamen etkisiz ve yetkisiz kılınacak…Belki bir süre sonra lağvedilecek…Ve ülkenin psikolojik harekât masasının iki tarafında da, yerli-yabancı, aynı kampın adamları oturacak…

En önemlisi, TBMM kürsüsünden de dillendirildiği gibi, yıllardır tüm Türkiye’yi BBG’ye çeviren “gizli karargâh” resmileşecek…Dahasını ilave edeyim; Artık örtülü ödenek, CIA veya Soros Fonları değil, resmen Türk Milleti’nin vergileriyle, bizzat Türk Milleti’ne karşı savaş açılacak. Alın size, “Kamu Düzeni” ya da dikensiz gül bahçesi!..


Kaynak: Açık İstihbarat

28 Ocak 2010 Perşembe

Dünün Darbe Şakşakçına: Tarih ve Arşiv Unutmaz"


Açık İstihbarat Özel


“1974 affıyla anarşistleri sokağa salıvermiş, 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış, (…) İşte12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir. (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.” (Nazlı Ilıcak, 10 Ekim 1980, Tercüman.)

Bu satırlar, Sabah gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak'a ait. 1942 doğumlu olan Ilıcak, 30 yıl önce, yani tam 38 yaşındayken askeri darbeler hakkında böyle düşünüyordu...

Tarih: 28 Ocak 2010...Taraf gazetesinde yayımlanan bir habere dayatanarak "Balyoz" adlı darbenin "tutuklancaklar listesinde" yer aldıklarını öne süren 26 gazeteci, Grand Cevahir Otel'de basın toplantısı düzenleyerek, "darbeciler hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını" açıkladılar...

Grubun sözcüsü, 12 Eylül darbesini en ateşli biçimde savunmuş olan Nazlı Ilıcak'tı...

Ilıcak'ın ''27 Mayıs 1960'da başlayan süreç, 50 sene geçmiş olmasına rağmen hala sona ermedi. 21'inci asra adım attığımız yıllarda da askerin yoğun bir şekilde siyasete müdahalesinden kurtulamadığımız peş peşe ortaya çıkan belgelerden anlaşılıyor'' diye konuştuğu basın toplantısına Mehmet Altan, Abdurrahman Dilipak, Cengiz Çandar, Ekrem Dumanlı, Hasan Celal Güzel, Ali Bayramoğlu, Sadık Albayrak, Etyen Mahçupyan da katıldı.

"Tarih ve arşiv unutmaz" diyor ve Nazlı Ilıcak'ın 12 Eylül darbesine ateşli destekler verdiği o satırları bugünün naylon demokratlarına bir kez daha hatırlatıyoruz...

"Kızıl ahtapotların kolları ülkemizi yavaş yavaş sarıyor. Ve hala at gözlüğü takanlar, faşizmin tırmanışından söz ediyor. Faik Türün’ü faşistlikle mi suçluyorsun, MİT’e kontrgerilla damgasını mı vuruyorsun, devlet teröründen mi bahsediyorsun, işkence iddiaları ile yeri göğü inletiyor musun, faşizm geliyor diye yaygarayı mı basıyorsun... Geç kardeşim uzatma o eli bana, çünkü o el kızıl ahtapotu boğmak yerine onu besliyor. Ben o kirli eli sıkmam”. (Nazlı Ilıcak, 27 Temmuz 1980)

"13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba Asker”. (Nazlı Ilıcak, 17 Aralık 1978, Tercüman)

“Birkaç gündür 12 Eylül harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes, birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor.[ Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs, mensubu bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Halbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında, geniş bir mutabakat mevcuttur.] Ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekâtının başarı ile neticelenmesidir”. (Nazlı Ilıcak, 16 Eylül 1980, Tercüman)


Kaynak: Açık İstihbarat

“Arslan demokratlar" olduğunuza neden inanmıyoruz? / Fatma Sibel YÜKSEK


Demokrasiyi sadece askerlerin değil, yoldan çıkan “seçilmiş sivillerin” de tehdit edebileceğine; iktidar gücünü orantısız kullanabileceklerine, topluma kamplara bölüp bundan siyasi rant sağlayabileceklerine, millet iradesinin değişken olduğunu unutup kendilerini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” gibi görmeye başlaya bileceklerine, muhaliflere hayatı zehir edebileceklerine inanmadığınız için. Böyle bir tehlike hiç yokmuş ve tarihte hiç olmamış gibi davranarak gününüzü gün ettiğiniz için…


Çoğunuzun 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde sesi soluğu çıkmamış insanlar olduğunuz, hatta Altan ailesinin fertleri gibi darbeye övgüler dizdiğiniz için…

Gazeteciliği servis edilen her belgeyi Çankaya noteri gibi hiçbir süzgeçten geçirmeden yayımlayarak “matbaacılık” seviyesine indirdiğiniz için…

O pek sevdiğiniz ve her fırsatta referans gösterdiğiniz Turgut Özal’ın, iktidarını askeri darbeye borçlu olduğunu; bizzat askeri darbenin ürünü olduğunu göz ardı etmeye çalıştığınız için.

Tarihin en vahşi askeri darbelerinden birini gerçekleştirmiş olan Kenan Evren’i Çankaya Köşkü’nde “onur konuğu” olarak ağırlarken, gazeteci Mustafa Balbay’ın darbe yapacağına bizi inandırmaya çalıştığınız için…

Bu listeyi inanın sonsuza kadar uzatabilirim…

Şimdi, “Balyoz” iddiasından ve Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un önceki gün yaptığı açıklamalardan sonra basınındaki “arslan demokratların” neler yazdığına bir bakalım:

Mehmet Ali Birand: “Bana emretme komutanım!”

Ali Bayramoğlu: “Başbuğ Paşa, bu gemi kaş çatmakla, parmak sallamakla yürümez”

Hasan Cemal: “Tatbikatmış, harp oyunuymuş, dış tehditmiş; güldürmeyin insanı, zekasıyla oynamayın…”

Akif Beki: “Yarsav’a hayret”

Oral Çalışlar: “Komutan konuşuyor, gazeteci aktarıyor”

Şamil Tayyar: “Paşa ahbabımdır, elleşmeyin”

Ergun Babahan: “Allah Allah demekle her şey çözülebilseydi”

Hüseyin Gülerce: “Bunlar bizim generalimiz değil, insan olamaz”

Ekrem Dumanlı: “Madem öyle, cuntacılar parti kursun”

Ahmet Altan: “Bari özür dile Paşa”

Mehmet Altan: “Kurmaylar biraz bakar mısınız”


Eğer o yazıları, arada bir de olsa şöyle yazabilseydiniz:

Mehmet Ali Birand: “Bana emretme başbakanım”

Ali Bayramoğlu: “Erdoğan Efendi, bu gemi kaş çatmakla, parmak sallamakla yürümez”

Hasan Cemal: “Demokrasi elden gidiyormuş, darbe tehditiymiş, Ergenekonmuş; güldürmeyin insanı, zekasıyla da oynamayın”

Akif Beki: “Hükümete hayret”

Oral Çalışlar: “Başbakan konuşuyor, gazeteci aktarıyor”

Şamil Tayyar: “Başbakan ahbabımdır, elleşmeyin”

Ergun Babahan: “Kürsüden ayet okumakla her şey çözülebilseydi”

Hüseyin Gülerce: “Bunlar bizim seçtiklerimiz değil, insan olamaz”

Ekrem Dumanlı: “Madem öyle, seçilmişler cunta kursun ölene kadar iktidardan gitmesinler”

Ahmet Altan: “Bari özür dile Başbakan”

Mehmet Altan: “İktidardakiler, biraz bakar mısınız”

Eğer biraz da bu türden yazılar yazabilseydiniz, işte o zaman “demokrat” olduğunuza, “cesur yürek” olduğunuza inanır, Türkiye’nin en büyük sorununun da “askerler” olduğuna ikna olabilirdik.

Askeri darbe tehlikesinin hiç bulunmadığını bildiğiniz için rahat koltuklarınızda bu kadar kolay kahramanlık yapabiliyorsunuz…

27 Ocak 2010 Çarşamba

TSK-İktidar-Muhalefet ekseninde yeni dengeler oluşurken…/ Fatma Sibel YÜKSEK



Bu önemli konuşmaya yönelik tepkiler ve yorumlar da herkesin tıyniyetini ortaya koyacak nitelikteydi. Örneğin Taraf gazetesi, kendisine yakışan bir pişkinlikle “Allah Allah deyip geçti” başlığını kullandı. “CIA’nın gelini” Yasemin Çongar, televizyonlara çıkıp, “Başbuğ çok zor durumda görünüyor, bu durumda olmasına üzülüyorum” gibi sözler sarfetti. Kendisine verilmiş olan görevi o kadar içselleştirmiş ve abartmış ki, Genelkurmay Başkanı’na “şefkatle” yaklaşacak kadar kendisini her şeyin üzerinde görüyor. Sen kim oluyorsun da Genelkurmay Başkanı için üzülüyorsun? Üzülünecek bir durum varsa, o da senin içinde bulunduğun durumdur…

Başbuğ’un tepkisi doğaldı, samimiydi. Özetle şunu söylüyor:

“TSK’nın darbe yapmak gibi bir niyeti yoktur, demokrasiye bağlıyız. Buna rağmen içimizde bir takım girişimlere tevessül edenler varsa, onları ayıklamasını da biliriz. Nitekim bu konuda devam eden soruşturmalar vardır. Bu konularda defalarca beyanda bulunmamıza rağmen, organize yayınların arkası gelmemektedir. Bu da asimetrik psikolojik savaş tespitimizi doğrulamaktadır.”

Başbuğ belli ki Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bu provokasyonlara son verilmesi konusunda “etkilerini” ortaya koymalarını da bekliyor. Hatta, kapalı toplantılarda kendisine bu konuda verilen güvencelere rağmen, bir türlü adım atılmamasını şaşkınlıkla karşılıyor. Bir güven sarsılması yaşıyor.

Genelkurmay Başkanı konuşsa da eleştiriliyor, konuşmasa da. Konuşsa, “Asker siyasete müdahale etmesin, gelişmeleri yönlendirmeye çalışmasın” deniliyor. Konuşmasa bu kez, “Susup kaldılar, iddiaları yanıtlayamadılar” suçlamasıyla baş başa kalıyorlar.

Netice itibarıyla, Genelkurmay Başkanı daha fazla dayanamadı ve söylemesi gerekenleri söyledi. Tabii, şu anda “mağdur” konumunda olması, her zaman doğru şeyler yaptığı anlamına gelmiyor. TSK’nın “asimetrik psikolojik savaş” teşhisini koyduğu durumla baş etmede yetersiz kaldığı gerçeği hâlâ önümüzde duruyor. İster alt kademelerde olup bitenleri kontrol edememe olsun, ister TSK’nın en gizli belgelerinin sızacağı kadar bir güvenlik açığı ortaya çıkmış olsun; her iki durumda da Genelkurmay hızla “basiretsizlik” görüntüsüne sürüklenmektedir. Bu duruma karşı etkin bir tavır alma aciliyeti vardır.

Dün, bu önemli gelişmelerin ortasında partilerin grup toplantılarını izledik. Liderlerin vereceği mesajlar önemliydi ve nitekim önemli mesajlar da verdiler. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, gerçekçi ve temkinli bir yaklaşım ortaya koydu. MHP belli ki orduya karşı yürütülen bu haksız yıpratma kavgasından rahatsız. Bu anlamda orduya destek vermekten de kompleks duymuyor. Ancak, TSK’nın da artık kendini toparlaması, böyle bir zafiyetin ortaya çıkmasına izin vermemesini istiyor.

(Bu arada Bahçeli’nin, “Cumhurbaşkanı, Milli Güvenlik Kurulu’nu olağanüstü toplasın” önerisi de gülümsetti. İşte Cumhurbaşkanı’nın partiler üstü bir kişi olması bunun için önemliydi. Oysa Bahçeli ne yaptı? Parlamentoya girer girmez AKP’li Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine destek verdi. Bugün Gül’ü “öğlen yemekleri vermekle” eleştirme hakkı yoktur.)

Benzer bir çizgiyi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da çeşitli vesilelerle ortaya koyuyor. Muhalefetin TSK karşısında ortaya koyduğu bu yaklaşım “objektif” denilebilecek niteliktedir. Provokasyonların arkasına takılmıyorlar, darbe iddiaları ile TSK’nın kurumsal yapısını birbirinden net biçimde ayırıyorlar; ancak TSK’nın hatalarına da kefil olmuyorlar.

Bu arada, ortaya hükümet-asker-muhalefet denkleminde yeni dengeler ortaya çıkmaktadır. Biliyorsunuz, TSK’nın 2007 kışındaki başarısız Kuzey Irak operasyonundan sonra MHP ve CHP ile ordunun arası açılmış; Temmuz 2007 genel seçimlerinden sonra da bu geleneksel ittifak neredeyse son bulmuştu. Bu durum, TSK-Hükümet yakınlaşmasını doğurdu. Başbuğ ile Erdoğan’ın haftalık olağan görüşmeleri bu zeminin ürünüdür.

Ancak durumun tekrar eskiye dönme eğilimine girdiği gözlemlenmektedir. Yani TSK ile MHP ve CHP yeniden yakınlaşırken, hükümet ile TSK’nın zar zor tesis ettikleri uyum dağılmaya başlamıştır. Bu durum, “askerle çatışma oy getirir” diyenlerin aksine AKP iktidarının hayrına değildir. AKP bu konuda bir yol ayrımındadır ve bir karar verme noktasındadır.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasına baktığımızda bu tehlikenin ne kadar farkında olduğunu anlayamadık. Taraf gazetesinin provokasyonlarını arkasından gidip gitmeyeceği konusunda net işaretler vermedi. Belki de bu konuya girmemek için, savaştığı cepheleri genişletti de genişletti… Tekel işçileri, doktorlar, eczacılar, muhalefet…

Ve cephe savaşı verirken kullandığı argümanların (savaş silahlarının) sayısı ve çeşidi de giderek artıyor. Örneğin, İsmet İnönü dönemini tartışmaya açmanın, kavgayı ve gerilimi yeni başlıklar açarak tırmandırmanın kime ne faydası var belli değil. Belli ki birileri, Başbakan’ın konuşma notları arasına yeni taktik ve stratejiler iliştiriyor.

Grup toplantısında, izleyiciler arasına yerleştirilmiş parti amigoları da hoş bir görüntü oluşturmadı. Halkın ezeli desteğine sahip olduğuna inanan bir Başbakan’ın böyle ucuz şakşakçılara ihtiyacı olmamalı.

Netice: Dün itibarıyla, TSK ve muhalefette ortaya çıkan durumla ilgili bir “toparlanma” gözlemlenirken, hükümet cephesinde bir kafa karışıklığı ve dağılma vardı.

26 Ocak 2010 Salı

Taraf'a Başbuğ kadar, Erdoğan'da Kızgın


Açık İstihbarat


Tayyip Erdoğan'ın veryansın söylemleri, biraz da sürecin kontrolünden çıkmasından kaynaklanıyor. O da; "Ergenekon" sürecinin nasıl iddianameden yapılacak seçmelerle kendine döndürülebileceğinin farkında. Taraf'a en az Genelkurmay kadar, Tayyip Erdoğan da kızgın ama bunu "demokrasi havariliği" adına açıkca ifade edemediğinden öfke sanatını belagat olarak topluma pazarlamaya devam ediyor.


Taraf aracılığı ile yapılan; "bu işin sonuna kadar gitmezsen yok olursun" tehdidinin ne anlama geldiğini, "Ergenekon" iddianamesindeki bazı belgelerin (Bkz. Aşağıda Korg. Tokat'a yapılan özel örgüt tekliflerinin telefon konuşmalarını) nasıl kendisine karşı kullanılabileceğini biliyor. "Ergenekon" iddianamelerinde adı geçmeyen tek isim olan ABDullah Gül'ün hesaplı sessizliğinin anlamını da.


"Ergenekon" iddianamesinde o dahil, herkesin adı çeşitli iddialara bulaştırılmış durumda. Ergenekon iddianamesinde tek kişinin ismi yok : ABDullah Gül. Bugün "cunta" diye feryat edenlerin, kendi cuntalarını nasıl kurmaya çalıştıklarını ortaya çıktığında; bu ayrıntının önemini kavrayacaktır.


1. Ergenekon iddianamesinin 245. ek klasörüne konulan ve emekli Korgeneral Altay Tokat'a; nasıl Tayyip Erdoğan'a bağlı özel bir örgüt kurması teklifinin götürüldüğünü açığa çıkaran konuşmaları Aydınlık Dergisi 27 Aralık 2009 tarihli sayısında yayınlamıştı. Bu konjonktürde tekrar hatırlatıyoruz :


Açık İstihbarat

------------------------------------------------------------------------------------------------
Tarih: 1 Nisan 2004
İbrahim Taşdelen, aynı gün bir araya geldiği Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın telefon görüşmesine "kulak misafiri" olmuş, ortağı Esat Kurucu'ya anlatıyor:

TAŞDELEN: Yolda gidiyoruz, şey aradı. Bugün MGK vardı ya.
KURUCU: He.
TAŞDELEN: Kulak misafiri oldum. Tabii askerlerle tartışmışlar bugün.
Kıbrıs konusu için askerler demiş "Böyle bir hata yaptığınız zaman ipinizi çekeriz" demişler.
KURUCU:
Evet
TAŞDELEN: İşte Bakan Bey diyor ki, artık hala biz bu askeri diyor, bir türlü diyor diskalifiye edemiyoruz.
----------------------------------------------------------------------------------------------Tarih: 4 Nisan 2004

İbrahim Taşdelen, arkadaşına, Korg. Altay Tokat'a verilecek ihale rüşvetini anlatıyor:
Ergenekon dosyasında, el yazısı ile, özgün belgenin altına "hediye ihale" notu düşülmüş.

TAŞDELEN: Sabah saat 6 sında Paşa mesaj geçmiş bana
X: Ne diyor?
TAŞDELEN: Yav her şeyi beraber yapacağız şöyle olacak böyle olacak
X: Abi canını yiyeyim şu işlerini çöz, bizi de al yanına artık yav
TAŞDELEN: Demin İkbal ile senin muhabbetini yapıyorduk.
Dedim ki şimdi Paşa'yı biliyorsun.
En tepedekiler bir hediye olsun diye bir ihale verecekler.

------------------------------------------------------------------------------------------------Tarih: 9 Nisan 2004
Bir kaçakçılık soruşturması nedeniyle telefonları dinlenen İbrahim Taşdelen ile Gümrük Müsteşar Yardımcısı Hüseyin Hüsnü Güler telefonla konuşuyorlar.
Konu: Cüneyt Zapsu'nun 11 Nisan'da Bolu'da düzenleyeceği toplantı.

TAŞDELEN: Pazar günü o toplantı var abi biliyorsunuz.
GÜLER: Söyledi Paşa. Dün de aradı. Kimler katılıyor?
TAŞDELEN: Cüneyt Bey herhalde büyük ihtimalle.
Bir de çok yakın bir iki insanlar daha var.
Ciddi bir teklif olayı var abi. Bu teklifi işte bu Pazar açıklayacaklar.
GÜLER:
Teklif mi yapıyorlar Paşa'ya?
TAŞDELEN:
Sayın Erdoğan vasıtasıyla.
-------------------------------------------------------------------------------------------------Ergenekon dava dosyasında aşağıdaki telefon görüşmesi tutanağının üzerinde el yazısıyla:

"Abi (RTE) Altay Tokat'tan askeri istihbarat kurmasını istiyormuş" yazıyor.
Hiç korkuları yok. İlerde hesabı sorulur diye düşünmüyorlar. İlelebet iktidarda kalacaklarına iyice inanmışlar.


11 Nisan toplantısından 2 gün sonra İbrahim Taşdelen, ortağı Esat Kurucu ile telefonda konuşuyor.

TAŞDELEN: ...Sonra dediler ki, paşam dediler, sizden bir ricamız daha var dediler, şu anda Hükümet ile Asker çok kötü abi...
KURUCU:
Öyle, de mi?
TAŞDELEN: Çok kötü, çok kötü, aşırı.
Dediler ki böyle böyle.
Sayın abimizin bir ricası var, bir ekip kursun bize.
Görevlendirelim her bölgede.
Türkiye'nin büyük bölgelerinde askeri olarak istihbarat birimi kursun.
KURUCU:
Evet.
TAŞDELEN: Tüm yetkilerle donatalım bir de, dediler. Sadece yani bu ülkenin gelişmesi için bu ülkeye zarar veren birimlerle ilgili bir takım işte bilgiler falan toplayalım, başına da sizi getirelim diye teklifte bulundular.
Ne ise dediler işte, üç yüz beş yüz falan filan, şu bu kontrolleri sizin elinizde, gizli ödenek sizin elinizde.
Neyse, Paşa yolda geliyoruz ikimiz beraber. Paşa'nın arabasını kullanıyordum. Baba, dedim, yani bu saatten sonra bizim menfaatimiz, senin siyasi geleceğin söz konusu dedim.
KURUCU: He.
TAŞDELEN: Biz dedim parti olarak bir daha başa gelemeyiz (MHP'yi kastediyor) öyle şansımız yok, bunu da dedim göz önüne al
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Tarih: 17 Nisan 2004

Korg. Altay Tokat'a rüşvet olarak Honda verecekler. Ama Paşa, Honda yerine Toyota Rav 4 istiyor.

Korg. TOKAT: Hani bu Honda dedik ya
TAŞDELEN:
Ha evet abi, babacığım
TOKAT: Peki onu Ravatöre çevirsek nolur? Aynı fiyat ben baktım.
TAŞDELEN: Ney babacığım?
TOKAT: Toyota Rava 4, Rava 4
TAŞDELEN:
Tamam babacığım olur
-------------------------------------------------------------------------------------------------Tarih: 27 Nisan 2004

İbrahim Taşdelen, Korg. Altay Tokat'ın Erdoğan, Gül ve Ömer Dinçer ile görüşmelerini arkadaşına anlatıyor:

TAŞDELEN: Abi ne yapsın baba. Var ya tapıyorlar resmen.
X: Allah Allah?
TAŞDELEN: Hükümetle asker arasında köprü ya şimdi
X: Allahını seversen?
TAŞDELEN: Kur'an çarpsın. Şimdi bu Tayyip Bey'le de bazı şeyleri var. Bir görüşmeleri oldu Abdullah Bey ile
X:
TAŞDELEN: Ömer Bey geldi bugün babanın yanına.
X: Ömer Bey kim?
TAŞDELEN: Dinçer


Kaynak: Açık İstihbarat

25 Ocak 2010 Pazartesi

“Demokrasi” Söylemine Gizlenmiş Dikta Tehlikesi- Meyyal UYGUR


Başbakan Erdoğan, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında şöyle konuştu:

“Kavramak istemeyen herkese bir kez daha sesleniyorum; Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Demokrasilerde iktidarlar seçimle gelir, seçimle gider. Millet iradesinin üzerinde hiçbir güç yoktur. Kendini TBMM ve millet iradesinin üzerinde görenler, kendisinde böyle bir yetkiyi vehmedenler apaçık gaflet ve dalâlet içinde olurlar. ‘Bugün nasıl olsa benim elimde güç var’. Unutma; yarın bu güç elinden gidebilir. Bu güç elinden gittiği zaman, halk nezdinde nasıl yargılanacaksın, bunun hesabını şimdiden yap. Bu hepimiz için geçerlidir. ”

Bu tarihi “nutuk”tan, “Demokrasilerde iktidarlar seçimle gelir, seçimle gider” ve “Yarın bu güç elinden gidebilir. Bu hepimiz için geçerlidir” cümlelerini cımbızlamak istiyorum.

Türkiye’de demokrasi kaldı mı?..Belki kırıntısı var!..

Meclis AKP’nin emrinde mi, emrinde…

Medya son nefesini veriyor mu, veriyor…Erdoğan buna rağmen, hala “Yandaş medya muhalefette, muhalefetin yanında. İktidarımıza muhalefet etmekten başka hedefleri yok…Yani 100 tane olayın içinden 10 tanesi, 20 tanesi olumsuz olabilir. Ama 80 tane olumlu var yahu. Şunları da bir anlat” diye dert yanıyor. Belli ki, medyada tek ses, tek görüntü olsun…Bunu sağlayana kadar da “demokratikleşme adımlarını” sürdüreceği belli!..

TSK, kendini savunamaz hale geldi mi, geldi…“Benim bakanım, benim Genelkurmay Başkanım, benim valim, benim belediye başkanım” dediği gibi, “Benim TSK’im” noktasına varılana kadar, başına gelecekler de cabası. Kararlılar, sadece TSK değil, tüm kurumların kapısına “RTE veya AKP” tabelası asacaklar!..

Yargı ne durumda; dinleniyor, izleniyor, hakarete uğruyor!..Hele bir de Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma yetkisi alınsın, asıl o zaman seyredeceğiz “demokrasi”yi…

Ya muhalefet? Başbakanın belirlediği “zaman ayarlı” gündemin peşinden koşmaktan bitap düşmüş durumda. “Sen şu Anayasa değişikliklerinden önce, dokunulmazlıkları, 'Kürt açılımını' getir de, milleti öyle referanduma alıştıralım” bile diyemiyorlar. Halkla kucaklaşmada biraz daha gecikirlerse, onların da “kozmik” odalarına girecekler, haberleri yok!..

Sivil Toplum Örgütleri mi? Resmen sadece iktidar ve cemaat yanlısı örgütler, PKK ve Patrik yanlılarının sesinin çıkmasına izin verilmiyor mu? Baksanıza, yıllardır zapt-u rapt altında tuttukları TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu bile, “Kürt açılımı”na can-ı gönülden destek vermedi diye, başına nasıl bir “balyoz” yedi!..

Millet? Başbakan, geçim uğruna canının derdine düşmüş TEKEL işçilerini dahi “provokatörlükle” suçlamıyor mu?

Genel grevle hükümeti düşüreceklerini söyleyenlere, “Avucunuzu yalarsınız” demiyor mu?

Başbakan’ın, “Demokrasilerde iktidarlar seçimle gelir, seçimle gider” sözüne bakmayın siz, madem öyle, erken seçim lafını duyunca acaba niye tüyleri diken diken oluyor? Zaten o cümlesinin başında da , “demokrasilerde” ibaresi var.

Bu şartlarda sizlere çok uçuk gelecek iki soru soracağım; İktidar, tüm ülkeyi ve kurumları, kendi anladığı şekilde “demokratik”leştirdikten sonra seçime giderse, acaba o seçimden nasıl bir sonuç çıkar?

Ya da zamanı geldiğinde bile, “Seçim falan yapmıyoruz” denirse, ne olur, “eline geçirdiği bu gücü” onlardan kim, nasıl alır?

Muhalefet, halkı sokağa döker veya halk ayaklanır, Türkiye’yi “demokratikleştirmek” için gecesini, gündüzüne katan, canla-başla çalışan (!) ABD ve AB de, iktidara savaş açar mı zannediyorsunuz? Yanılıyorsunuz…O zamana kadar sadece kurumların, medyanın değil, muhalefetin ve milletin de “defterinin” çoktan dürülmüş olacağını hesaba katın…Batı’ya gelince; sandıktan istemediği iktidarlar çıktığında, bunları devirmek için neler yaptığını unuttunuz mu? Alın has evlâdı Ermenistan’da muhalefetin başına gelenleri, Meclis’in basılıp, insanların öldürülmesini, muhalefet liderinin hala ev hapsinde tutulmasını…Göstermelik bir-iki demeç dışında Batı’nın ciddi bir tepkisini gördünüz mü?

Bunları moral bozmak değil, gerçekçi olmamız için anlatıyorum.

Fazla zaman da, imkân da yok…Hakikaten durum bu kadar umutsuz mu? Bazı umut kırıntıları var.

Birincisini yukarıda söyledim; muhalefetin daha fazla vakit geçirmeden, millete gitmesi, bir yandan millete güç verirken, bir yandan da milletten güç alması…Tüm milli güçlerin, armudun sapı, üzümün çöpü demeden, tek bir ortak paydada birleşmesi…

İkinci umudumuz; AKP içindeki milli ve gerçek dindar isimlerin gidişata “dur” demesi…

Üçüncüsü de, Gül ve Erdoğan arasındaki Cumhurbaşkanlığı savaşının kızışması, bunun iyice su yüzüne çıkması…Galiba, gerçek kurtuluşu getirecek olan da bu. Tabii, “büyük patronlar”, tüm planlarını bozacak böyle bir kavganın yaşanmasına müsaade ederse!..

Ancak Erdoğan’ın “hırsına” itimadım tam!..

Gazeteci Bilal Çetin’in Yeni Şafak’tayken kaleme aldığı, “Türk Siyasetinde Bir Kasımpaşalı: Tayyip Erdoğan” isimli kitapta ne anlatılıyordu?

Erdoğan hedefini daha Pınarhisar Cezaevi’ndeyken belirlemiş; “Bir gün Başbakanlık koltuğuna oturacağım, milletime kavuşacağım. Başbakan olduktan sonra Allah nasip ederse, bir nihai hedefim de Çankaya Köşkü’ne çıkmak. Bunları yapamazsam, gözüm arkada kalır” demiş.

Erdoğan’ın “gözünün arkada” kalıp, kalmayacağını “büyük patronlar” bilir…Ama bir mucize olmazsa, millet için görünen köy, kılavuza ihtiyaç bırakmıyor;

Avucumuzu yalamaya başlayalım!..


Kaynak: Açık İstihbarat

Altan Kardeşlerin ABD Militarizmi ile Ensest İlişkisi / Behiç GÜRCİHAN


27 mayıs ve 12 Mart darbelerinin şakşakcısı Çetin Altan'ın; 12 Eylül darbesi ile palazlanan iki oğlundan biri olan Mehmet Altan'ın son yazısını okumaz olaydım.


Tam yatmaya hazırlanıyordum ki; Internet'teki son dakika turlamalarım sırasında; "Kurmaylar Biraz Bakar mısınız?" başlıklı yazısı gözüme çarptı. Yine uykusuz kaldık.


Altan; bu yazısında son dönemde yaşananlar üzerinden Harp Akademilerinde kurmay eğitiminin çöktüğünü öne sürüyor ve lafı oradan West Point'e getirip, "West Point gibi bir akademiden bu zihniyette birileri çıkabileceğini düşünebiliyor musunuz" mealinde bir inci ile yazısını sonlandırıyor.


Türkiye'de ne kadar kolay kurmay olunabildiği tartışılır ama Mehmet Altan bu ülkede ne kadar kolay profesör olunabildiğinin en önemli kanıtıdır.


Bu adam yıllardır, "bilgisayar endüstrisi ile savaş endüstrisinin cepheleşmesi" klişesi ve "kum silikondan , silikon bilgisayardan daha değersizdir" denklemi üzerinden bayat küresel makro analizler yapmaktadır.


Gerçek bir profesörün analitik ve çok yönlü birikimine sahip olmadığından; dünyada bilgisayar ve savaş endüstrilerinin ne kadar içiçe geçtiğinin ve birbirini beslediğini göremeyecek kadar da cahildir.


"Bir kurşun bir bilgisayar kullanıcısını öldürüyor" şeklinde basit bir denklem üzerinden ahkam kesen bu Altan ailesi fertleri; o kurşun veya tehdidi sayesinde kontrol altına alınan ülkelerin altyapılarının nasıl ABD'ye bağımlı milyonlarca bilgisayar kullanıcısı üretecek şekilde dönüştürüldüğünü görmemektedir.


Altan'lar aynı zamanda , ABD'nin silah endüstrisi ile bilgisayar teknolojisi endüstrisinin nasıl içiçe geçtiğini ; ABD ordusunun bu endüstrilere nasıl özel araştırma fonları aracılığı ile milyar dolarlar aktaran bir yapı olduğunu bilemeyecek kadar cahildir.


Doğru denklem:


"Bir kurşun bir bilgisayar kullanıcısını öldürür, binlercesini yaratır" olmalıdır.


Geçenlerde "hiç bir ülkede askeri mahkeme var mı?" incisini sarfeden; sonra bu cahilliğini "hiç başka bir ülkede Askeri Yargıtay var mı?" incisi ile perdeleyim derken cahilliğini bir kez daha kanıtlayan Mehmet Altan'ın bu son yazısı ile West Point'ten de habersiz olduğu ortaya çıkmıştır.


Dünyada milyarlarca insanın ölümüne sebep olan ABD militarizmine döşenilen övgülerin de bir utanç sınırı olması gerekir ama ensest ilişkiyi savunan Ahmet Altan'ın mensubu olduğu bir ailenin utançla ilişkisi de ensest özelliklere sahip olsa gerek.


Hatırlarsanız; 30 Ağustos törenleri sonrasında Taraf o meşhur "çok bilmiş" manşetlerinden birini atmış ve 30 Ağustos törenleri görüntüleri ile Çin, Rus ve Kuzey Kore ordularının törenlerini yanyana koyarak şöyle demişti :


"Bazıları Gösteri Sever"


Taraf'ın Batı militarizmi ile ensest ilişkisinin kanıtı olarak, Açık İstihbarat; Taraf'ın Fransızların, İngilizlerin ve ABD'lilerin benzer ulusal kurtuluş günü törenlerini görmediğini vurgulamış ve bunların resimlerini kapak olarak Taraf'a hediye etmişti.




Taraf'ın karşı kıyıdaki kardeşi Star gazetesinin baş köşesine yerleştirilen Mehmet Altan 'ın, ABD militarizmine hayranlığı bugünkü yazısında West Point akademisine döşediği övgülerle bir kez daha ortaya çıktı.


ABD militarizminin tarihi çekirdeği olan West Point'i övmek ve örnek olarak göstermek için ya midenizin büyük, ya da aklınızın küçük olması gerekir.


ABD'nin kuruluş aşamasında kanına girdiği yüzbinlerce kızılderinin katledildiği savaşların komutanlarından ; Irak'ta milyonlarca Iraklının katlinden sorumlu günümüz komutanlarına kadar bir çok ABD'li generalin, ülkelerinde terör estirmiş diktatörün ve ABD devlet sistemi içinde rol oynamış bir çok karanlık ismin mezun olduğu bir okuldur; West Point.


Siz bugüne kadar "Ermeni Soykırımı" hakkında ahkam kesenlerin, West Point mezunlarının da rol aldığı Kızılderili soykırımlarından tek satır bahsettiğini hiç duydunuz mu?


West Point'ten bizim Kenan Evren'e rahmet okutacak karakterde binlerce isim mezun olmuştur.


ABD'nin şansı; Mehmet Altan'a rahmet okutacak zekada hiç kimsenin ABD'nin saygın bir üniversitesinde öğretim üyeliği ve üstüne üstlükte ulusal bir gazetesinde "başyazar" olamayacak olmasıdır.


West Point'ten mezun olan katiller ve çapsızlarla ilgili onlarca örnek verebiliriz.


Son dönemlerde pek kimsenin bilmediği bir örneği dikkatinize sunayım :


11 Eylül saldırılarının üzerinden bir ay geçmeden Başkan Bush'a bağlı özel bir kontra-terörizm ekibin başına getirildi. Görevi; "küresel terör şebekelerini" bulmak, akamete uğratmak ve yoketmek olarak tanımlandı. Hayatı Vietnam, Panama ve Körfez Savaşı'nda özel kuvvetler operasyonlarında geçti. Kendilerini "sessiz profesyoneller" olarak adlandıran elit bir askeri grubun üyesi.


Kartvizitinde; "Terörizmle Savaşta Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcısı" yazıyor. Emrinde çalışan personelin sayısı bile devlet sırrı kategorisinde.


Emrinde çalışan Andrew Levene, kendisini şöyle tanımlıyor :


"O mükemmel bir savaşcı. 'Bu insanların izini sürüp, onları öldüreceğiz' diyecek biri"


Ordudan emekli olmasına rağmen, 1996 yılından beri; terörizm bahanesi ile güvenlik seviyesinin yükseltilmesini savunan özel görev güçlerinin bünyesinde görev yapıyor.


11 Eylül 1997'de Pentagon'a özel bir savaş oyununun sonuçlarını sundu.


Bu savaş oyununda ; teröristlerin, tarım ilaçlama uçakları kullanarak ABD'ye bir kimyasal ve biyolojik saldırı planladığı öngörülmüştü.


Avustralya'lı yüksek teknoloji silah firması Metal Storm'un yönetim kurulu üyeliğini de yapıyor. Metal Storm; saniyede milyon mermi atabilen özel bir makineli tüfek üretiyor.


Panama'nın işgali sırasında Özel Kuvvetler birliği'nin başındaydı.


Irak'ta Saddam Hüseyin'i devirmek için , sürgündeki muhaliflerden oluşan "Irak Ulusal Kongresi"nin silahlandırılması için 1998 yılında Kongre'den "Irak'ı Özgürleştirme Yasası"'nın geçmesini sağladı. Bu yasa ile Downing'in eğitiminden sorumlu olduğu bu gruba 100 milyon dolarlık silah yardımı yapıldı.


Ordudayken en yakın arkadaşlarından biri olan ve şu anda işadamı olan Jim Kimsey, kendisine nasıl öğüt verdiğini şöyle anlatıyor :


"Ona söyledim. Başta olan herkese Godfather'ın bir kopyasını yollayacağım. Mafya'nın düşündüğü gibi düşünmelisin. Hayır, bu adil bir savaş olmayacak. Onları evinde vuracaksınız. Ailelerine bir şeyler yapacaksınız. Kirli oynamak zorundasınız. Kirli insanlarla yatağa gireceksiniz...O böyle düşünmeyi biliyor"


Gördüğünüz gibi Altan'ın övdüğü ABD Militarizminin örnek üyelerinden biri olan bu şahıs; ABD'nin siyasi sisteminin her noktasında aktif olarak rol alıyor.


Arkadaşının kirli düşünmesi ile övündüğü ve yukarıda anlattığım hayat hikayesinin sahibi Wayne Downing.


West Point'ten 1962 yılında mezun olmuş.


West Point'den 1830'larda mezun olup; ABD kıtasında Meksikalılara ve yerlilere karşı yürütülen kirli savaşların generalleri gibi aklı öldürmekten başka bir şeye çalışmayan bir kavanoz kafa. (Jarhead)


Onun gibilerin ABD devletinin her kademesinde görev aldığı ülkede de generaller namuslu yazarlar tarafından kıyasıya eleştiriliyor ama bu eleştirileri yapanların hiç biri kendi generallerini eleştirirken, başka ülkelerin generallerine övgü düzecek kadar cahil ve omurgasız değil.


Onlar kendi ordularına değil, prensip olarak militarizme karşılar.


Ve en önemlisi hiç biri Altan'lar kadar küstahlıkla cahilliğin nadide örneği olarak karşımızda durmuyor.


Bunları; ABD'nin televizyon kanallarında her programda demokrasi üzerine ahkam kesip, kendi ordularına küfrederken görmeniz ise mümkün değil. ABD'nin bu anti-militarist entellektüelleri ancak kendi marjinal köşelerinde çabalamakla meşgul, tanınmayan isimler.


Ahmet Altan; 1985 Eylül ayında Kadınca Dergisi'ne verdiği röportajda, bir erkek kardeşle kız kardeşin, bir anne ile oğlun, bir baba ile kızın cinsel ilişkiye girmesini normal bulduğunu söylemişti.


Ensest ilişkilerin genetik olarak bir soyu nasıl aptallaştırdığı bilimsel bir gerçek.


Altan'ların küstahlıkla perdelenmiş zeka düzeyine bakıyorum da; acaba bu ailenin ABD militarizmini ve ensesti bu kadar küstahça ve ahlaksızca savunmalarının arkasında bilmediğimiz bir aile sırrı mı var?


B.G.


Kaynak: Açık İstihbarat

24 Ocak 2010 Pazar

Taraf’ın haberleri neden güven vermiyor? / Fatma Sibel YÜKSEK


AKP’Yİ VE GÜLEN CEMAATİNİ BİTİRME PLANI:

Haberin kaynağı, sözüm ona TSK içerisindeki bir rütbelinin Ergenekon savcılarına gönderdiği imzası ihbar mektubuydu. Tek nüshası savcılarda olması gereken bu belge ertesi gün nasıl oldu da Taraf gazetesinin manşetinde yer aldı diye sormuyoruz bile. Bu ihbar mektubunu yazdığı iddia edilen şahıs, “gerekirse gerçek kimliğimle çıkıp savcılara ifade veririm” diye not bırakmıştı ama her nedense kendisinden böyle bir şey isteyen olmadı.

Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen "ıslak imza" tam bir çıkmaza girdi. Dilimiz yeni bir alay konusu ve yeni bir deyim kazanmış oldu. “Islak imzanın” aslını ellerinde tuttuklarını belirten savcılar, her nedense bunu askeri mahkemeye göndermeyi reddediyorlar.

“Kendileri ne yapacak” diye soracak olursanız, onu da bilmiyoruz. Askeri yargının yetkilerini azaltan yasa Anayasa Mahkemesi’nden veto yemeseydi, belki de bir “darbe iddianamesi” hazırlayacaklardı, ancak şu an dosyanın ne olacağı belirsiz. Fakat, olay çerçevesinde tutuklanmış, intihar etmiş, hayatı tarumar edilmiş insanlar, allak bullak olmuş bir devlet ve yargı sistemi, ağır suçlamalara maruz kalmış bir ordu var. Tek kaynak, savcılara gönderilmiş olan ve sadece Taraf gazetesinin ele geçirebildiği imzasız mektup…

KAFES PLANI: Ergenekon davası sanıklarından birinin evinde yapılan aramada, bir video CD’sinin arkasında bulunduğu iddia edildi. Sanık ve avukatları iddiayı şiddetle reddediyor. Diyelim ki bulundu; “CD’nin içeriği” ertesi gün yine Taraf gazetesinin manşetlerinde! Dikkat edin, başka gazetenin değil…Bu plana göre yine TSK merkezli bir oluşum, azınlıklara yönelik kanlı eylemler planlamaktaydı. Fener Rum patriğine suikast yapılacak, Ermeni mezarlıkları bombalanacaktı. Haberi yayınlayanlar, “Hani kanıt, hani girişim, hani mahkeme kararı?” diye soranlara, “Boşverin canım, biz yazdık işte, doğru olmasa yazar mıydık” cevabını vermekteydiler. Kamuoyunun kendi yaptıkları yayınlara kayıtsız şartsız inanması ve bu haberlere “mahkeme kararı” muamelesi yapılması yönünde müthiş bir dayatma içindeydiler. Yayınlara karşı kafasına soru işareti olanlara karşı adeta linç kampanyaları başlatılıyordu. Sonuç: Nereye varacağı bilinmeyen ucu açık bir soruşturma, aylardır tutuklu olan insanlar, içinden çıkılamaz itham ve iddialar, birbirine düşmüş devlet kurumları…

ARINÇ’A SUİKAST PLANI: Subayların kağıt yutmadığı, ellerindeki krokinin fotokopiciye çıktığı ispat edildi. Suikast yapacakları iddia edilen subaylar ilk sorgularından sonra serbest bırakılıp görevlerinin başına döndüler, Olay suikast olayı olmaktan çıkıp “kozmik oda-kozmetik oda” geyiğine dönüştü. Sonuç: Pek çok gizli ulusal güvenlik planını iptal etmek zorunda kalmış olan bir ordu…

BALYOZ PLANI: Yine kaynağı belirsiz bir “belge” ve kaynağı belirsiz bir takım ses kayıtları.. Tam 5 bin sayfa olduğu söylenen planın ne kadarı Genelkurmay’ın açıkladığı “savaş senaryosu”, ne kadarı söz konusu gazetenin veya ona bu servisleri yapanların “montajı” belli değil. 5 bin sayfalık bir çöplüğün içinden neyin kime ait olduğunu ayırt edebilmenin de zaten imkanı yok… Kendisine darbe yapılacağı iddia edilen hükümet, henüz birkaç ay önce göreve başlamış. Darbeden sonra kurulacağı iddia edilen hükümetten 4 kişi hayatta değil. Cunta tarafından “desteklenecek yazarlar” listesine alınmış olan Yılmaz Özdil, “Ben o tarihte yazar değil, işsizdim” diye feryat ediyor. Yine cuntanın “gençlik örgütü” olarak belirlediği Türk Gençlik Birliği, “Plan 2003 tarihli ama biz 2006’da kurulduk” diyor…

Gelelim bütün bu “manşetlerin” ortak yönlerine:

-Hepsinin hedefinde TSK var,

-Hepsi AKP hükümetine kamuoyu desteğinin azaldığı noktalarda patlatılıyor,

-Hepsi imzasız ihbar mektuplarına veya güvenilir olmayan kaynaklara dayanıyor,

-Hiçbirinde itham edilen kişilerin ve olayın taraflarının görüşüne baş vurulmuyor,

-Hepsi binlerce sayfadan oluşan yırt-yapıştır belgeler. Doğru ile yanlış, iftira ile delil birbirine karışmış vaziyette, içinden çıkılması imkansız…

-Hepsi nedense, tirajı daha yüksek, etki alanı daha geniş bir gazeteye değil de hep aynı gazeteye servis ediliyor….

Bakınız, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlükler, ilk kez yayın hayatına yeni başlamış olan Nokta dergisinde yayımlanmıştı. Özden Örnek’in evinde veya işyerinde şimdiye kadar herhangi bir arama yapılmadı. Peki, sadece bu kişinin şahsi bilgisayarında olması gereken bu günlükler nasıl sızdı? Bu, üzerinde durulması gereken çok önemli bir husustur. Kezâ aynı şekilde, sadece Genelkurmay’ın gizli arşivlerinde muhafaza ediliyor olması gereken “savaş senaryoları” çoğu gazeteci kökenli olmayan bu insanlara nasıl sızıyor?

Güneydoğu’daki faili meçhul cinayetlerden sorumlu tutulan Albay Cemal Temizöz hakkındaki iddiaların neredeyse tamamı “gizli tanık” ifadelerine dayanıyor. Bu tanıklar, davanın ilerleyen safhalarında ifadelerini birer birer geri çektiler. Bu önemli gelişmeden kaç kişinin haberi var?

Evet, darbe iddiaları vahimdir ve bağımsız bir yargı sürecinden geçirilmesi şarttır.

Ancak en az darbe kadar vahim olan bir şey daha var:


Taraf adlı bu gazete kimdir, neyin nesidir, kimlerin güdümündedir ve ne yapmaya çalışmaktadır?

23 Ocak 2010 Cumartesi

“Balyoz” Ahmet Necdet Sezer’e mi uzanacak? / Fatma Sibel YÜKSEK


İsmi pek bilinmez ama Müyesser Yıldız, Ankara’nın en tecrübeli ve “derin kulisleri” en iyi takip eden gazetecilerindendir. “100 Yılın Hesabı-Türk’ü Tasfiye Projesi” adlı bir de kitabı var, okumanızı şiddetle tavsiye ederim. “Böyle bir gazeteciyi basın neden değerlendirmiyor?” diye soracak olursanız, “O soruyu hiç sormamış olun” derim. Böyle bir basına Müyesser Yıldız değil, Helin Avşar lazım da onun için…

Müyesser Yıldız, http://www.avazturk.com/ haber sitesindeki köşesinde, Taraf gazetesinin yeni hedef olarak belirlediği emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın kimliği, kişiliği ve mesleki siciline önemli bir projektör tutmuş. Okuyalım:

“Taraf Gazetesi’nin gündeme getirdiği 5 bin sayfalık “Balyoz” isimli darbe planı 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e dayandırılabilir.

Dönemin 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan öncülüğünde bir ekip tarafından hazırlandığı öne sürülen “Balyoz Güvenlik Harekât Planı” üzerine hem Çetin Doğan’ın özellikleri, hem de dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’le ilişkisini araştırdık.

Çetin Doğan 28 Şubat’ta da faaldi…

Malum medyanın yeni hedefi Çetin Doğan’ın, aslında TSK’nın en zayıf halkalarından ve savunulması güç isimlerinden birisi olduğu, bu yüzden hedefe oturtulduğu önü sürülüyor.

“Zayıf halka” benzetmesini yapanlara göre, Doğan şu özelliklere sahip biri:

- Sanıldığı gibi bir Türk milliyetçisi değil. Ergenekon dosyalarında “Ordu’da mezhepçi kadrolaşma” ithamıyla suçlanmasına karşın, Alevi de değil.

- Barzani’nin en sevdiği Türk General olarak biliniyor. Barzani’yle ilişkileri konusunda da ilginç iddialar ortaya atıldı.

- 28 Şubat sürecinde Harekât Başkanlığı ve Batı Çalışma Grubu Başkanlığı yapsa da, Çevik Bir grubuyla değil, merhum Orgeneral Doğu Aktulga’yla birlikte hareket etti.

- Refah-Yol döneminde telefonları dinlendi, hatta bu telefon konuşmaları elden ele gezdi.

- Hem askeri, hem siyasi çevrelerde 28 Şubat’ın, sadece iktidara karşı değil, Aktulga ve Doğan’a karşı da yapıldığı biliniyor.

Muhalifleri bile Çetin Doğan isminin seçilmesiyle, planda yer aldığı öne sürülen “Camii bombalaması, kitlesel tutuklamalar ve Ege’de kendi uçağımızı düşürme” gibi senaryolarla öncelikle TSK’ya bir darbe daha indirildiğini vurguladılar.

Aynı isimler, “Ancak planın bir işlemden geçtiği de anlaşılıyor. 28 Şubat sürecinde olanlarla, 2002’de hazırlandığı söylenen planın bir karması yapılmış gibi. Dolayısıyla Çevik Bir ve ekibinin yaptığı gerçek 28 Şubat değil, çakma 28 Şubat’la, o sürecin üzerine gidildiği izlenimi verilerek, bir taşla iki kuş vuruluyor” değerlendirmesini yaptılar.

Çetin Doğan’a Cemaat Operasyonu

Çetin Doğan, 1. Ordu Komutanlığından emekli olduktan sonra da gündemden düşmedi. Bu süreçte 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le ilişkisiyle dikkatleri çekti, ayrıca cemaatin açıktan, milliyetçi kesimin ise örtülü şekilde boy hedefi yaptığı isim oldu.

Doğan-Sezer irtibatı Kazakistan’daki Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’ne yapılan atamayla gün yüzüne çıktı. Üniversite tüzüğüne göre Mütevelli Heyet Başkanı 7 yıllığına atanıyor.

Aynı ismin ikinci kez atanması da mümkün. Doğrudan Cumhurbaşkanı imzasıyla yapılan atamada, Başkanlık için aranan yegâne şart da, yüksek bürokrat olması.

Dönemin Mütevelli Heyet Başkanı eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek’in ikinci 7 yıllık görev süresi Sezer döneminde sona erdi. Bunun üzerine Çankaya Köşkü’ne durumu bildiren Zeybek, yeni atama mı yapılacağını, yoksa kendisinin mi göreve devam edeceğini sordu.

Herhangi bir cevap gelmedi, ancak bir süre sonra, 20 Temmuz 2006’da Çankaya Köşkü internet sitesinden, Başkanlığa emekli General Çetin Doğan’ın atandığı duyuruldu.

Hem atanma şekli, hem de “yüksek bürokrat” şartını taşımadığı gerekçesiyle Çetin Doğan ilk günden itibaren tartışma konusu yapıldı.

Bunu, yaptığı harcamalar ve üniversite bünyesindeki uygulamalarıyla ilgili iddialar izledi ve ismi özellikle cemaat medyasında sık sık gündeme getirildi.

Milliyetçi kesim ise kapalı kapılar ardında Doğan’ın görevden alınması için Cumhurbaşkanı Gül’e telkinde bulundu. Neticede Gül, Çetin Doğan’ı 8 Mart 2008’de Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığından aldı.

Bunun üzerine Doğan, kararın yürütmesinin durdurulması ve iptali istemiyle Ankara İdare Mahkemesi’ne dava açtı. Ancak Mahkeme, müracaatı reddetti.

Oldukça “karmaşık” ama bir o kadar planlı-programlı yeni bir harekâtla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Bakalım bu “balyoz” kimin veya kimlerin kafasına indirilecek?

22 Ocak 2010 Cuma

Şark kurnazlığı bu kez Erivan’dan döndü / Fatma Sibel YÜKSEK


Obama’nın 6 Nisan 2009’da elimize tutuşturduğu “açılımlar” birer birer çöküyor. Neden? Sadece dış güçlerin talimatıyla “düzen” inşa edilemez de ondan.


Kendisi başlı başına bir “dış proje” olan AKP, nice zamandır bu toplumun beklentilerini, taleplerini, önceliklerini hiçe sayıp sadece bir takım uluslararası güçler öyle istiyor diye “proje” dikte etmeye kalkıştıkça biraz daha çıkmaza giriyor.

İşte “Kürt açılımı” dedikleri şeyin hâli ortada. Daha isminin ne olacağına bile karar veremedikleri bu plan, kendilerine en az on puan oy kaybına mal oldu. İktidarda olmayı ve orada ne pahasına olursa olsun tutunmayı başkalarına borçlu olanlar, o “başkaları” ne isterse onu yapmaya mecburdurlar. “Neye mal olursa olsun dönmeyeceğiz” sözü de bu durumun itirafından başka bir şey değildir. İstersen dön, bakalım seni orada bir gün oturtuyorlar mı?

Ömrümüz olursa bu ülkede bilgisayar üzerinde seçim sonuçlarına nasıl etki edildiğini de bir gün gazetelerde okuyacağız. Sistemin içinden bazı vicdan sahipleri çıkacak ve mevcut oy sayım sisteminde istenilen partinin yarışa nasıl yüzde 25 avantajla başlatılabildiğini bize kanıtlarıyla anlatacak. “Vicdan sahibi” çıkmasa bile rolleri dağıtanların eski aktörlere ihtiyacı kalmayacak ve onları bütün suçları ve günahlarıyla toplumun önüne çırılçıplak atacaklar.

Türk Milleti, masa başında ve kapalı kapılar ardında dönen oyunların farkında, ancak bir çıkış yolu bulamıyor. Elindeki tek imkân olan sandık bile maalesef şaibe altında.

Şimdi, “dayatma projelerin” tiyatro sahnesindeki başarısız vodviller gibi nasıl birer birer fiyaskoyla sonuçlandığını izliyoruz.

Tekel işçilerinin dramını tek satır görmeyen “yandaş”, Ermeni protokolünü nasıl da cafcaflı başlıklarla manşete çekmişti…

Ne oldu?

Protokol balonu da tıpkı “Kürt açılımı” balonu gibi elimizde patladı.

İşin elem verici yanı, bu balonu bizim değil Ermenilerin patlatmış olması. Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin kararı olmasa bizim cephede sorun çıkmayacak, bu dayatma protokol bütün milli çıkarlarımıza aykırılığına rağmen Türkiye’ye kabul ettirilecekti.

Kıbrıs’ta Annan Planı da öyle olmadı mı? Kıbrıs’ın bir gecede yutulmasından Rumların plana “Hayır” demeleri sayesinde kurtulduk.

Bu durum kabul edilebilecek bir şey midir?

Ermenistan gibi daha on beş yıl önce kurulmuş, hayatında hiçbir bağımsızlık tecrübesi olmayan küçük bir devlet bile kendi milli politikalarına ters düşen kararlara “dur” demesini biliyor.

Biz ne yapıyoruz? Önümüze ne konulursa konulsun, tartışmadan, tartışmaya kalkışanları susturarak anında “evet” diyoruz.

Bu dayatmalara imza atarken de “Nasıl olsa bir yerlerde takılır, aman benden bilmesinler de…” diye sinsi sinsi şark kurnazlığı yapıyoruz.

Aklımız sıra yarın elimize liste tutuşturan Obama’ya gidip, “Valla gördüğünüz gibi Kürt açılımında biz elimizden geleni yaptık ama muhalefet engel oldu. Protokol işini de biz değil Ermeniler bozdu. Ustamızın adı Hıdır, elimden gelen budur” diyeceğiz...

Yerlerse…

Yarın öbür gün Ruhban okulunda da, anayasa değişikliğinde de aynı şey olacak.

Şark kurnazlarının peşinden “demokrasiye” varacaklarını zannedenlere duyurulur…

21 Ocak 2010 Perşembe

Teröristler demokrasisi… / Fatma Sibel YÜKSEK


Gazeteci Can Dündar olmasaydı, “Parmaksız Zeki” lakaplı Şemdin Sakık’ın sadece yüzlerce şehidimizin katili değil, aynı zamanda “duyarlı bir yürek”, “çılgın bir aşık”, “esprili bir entelektüel” olduğunu öğrenemeyecektik…


Teröristlerimizin hiç kıymetini bilmiyoruz canım!

İnsan sadece işlediği cinayetlerle değil yaşadığı aşklar, kalbindeki mahcup duygular, yazdığı şiirlerle de değerlendirilmeli. Biz teröristlerimize yıllardır böyle eksik bir bakış açısıyla baktığımız için başımıza bunlar geldi. Şemdin Sakık’ın umutsuz aşkını bilseydik “demokratik açılıma” bu kadar karşı olur muyduk?

Bakın, adam sinek kaydı tıraşı, takım elbisesi ve gülümseyen yüzüyle ne kadar da medeni bir görünüm sergiliyor. Ergenekon’dan yatan Tuncay Özkan öyle mi? Üç gün şubede kaldı, hemen sakalları uzadı! Terörist olmasa sakalları uzar mıydı? Şemdin Sakık yıllardır Diyarbakır Cezaevi’nde ikamet ediyor, ne bir sakal uzaması, ne bir ceket kırışması… Medeni insanın hali başka oluyor vesselam…

Kezâ, bakalım eski Jandarma Komutanı Şener Eruygur’un haline… Bir kaç ay cezaevinde yattım diye sen merdivenlerden düş, sağlığını kaybet… İsmin lekelensin, cevap bile vereme. Ya da Yarbay Ali Tatar gibi Can Dündar’a aşklarını anlatacağına çek tabancayı canına kıy...

Hiç şık değil!

Alalım Mehmet Ali Ağca’yı…

Siz hayatınızda bundan daha karizmatik bir yüz ifadesi, bundan daha temiz bir takım elbise gördünüz mü? Gazeteci öldürmekten yatmış olabilir ama yatarken boş durmamış; kendisini geliştirmiş. İngilizce öğrenmiş, dinler tarihine eğilmiş, kitaplar yazmış. Başından hüzünlü bir aşk macerası bile geçmiş. Cezaevindeyken bir gazeteci hanım kızımızla nişanlanmış ama kısmet değilmiş olmamış. Allah yazmamış demek ki. Yeni bir yuva kurması için duacıyız. Eminiz, düğününde tam bir medya izdihamı yaşanır. Meslektaşlarının katiline “Sayın Ağca” diye, “Efendim” diye hitap eden gazeteciler, bu mutlu günü bizlere an be an izletmek için birbirleriyle yarışır.

GATA’nın “Askerlik yapmaya elverişli değildir” raporunu, “psikopat kişilik” çıkmasına bağlayanları da kınıyoruz. Mesih askerlik yapar mı? Mesih, dünyaya barış getirmek için indirilmiştir; askerlik ise bir savaş mesleğidir. Hatta, “katillik” ve “teröristlik” mesleğidir. Bkz. Taraf gazetesinin 20.01.2010 tarihli manşeti: “Fatih Cami Bombalanacaktı! 2003 tarihli Çarşaf ve Sakal Eylem Planı’na göre darbe ortamı yaratmak amacıyla Fatih ve Beyazıt camilerine Cuma günü bomba atılacaktı!”

Atacak olan kim? Dönemin Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan!

Haberin üstünde, “ensest meşrûdur, cinsel tercihtir” diye yazılar yazan Ahmet Altan’ın yeni bir makalesi: “Askerliği Kaldırın!...”

Askerliğin “teröristlik” haline getirilmek istendiği bir yerde siz koskoca Mesih’in bu yaştan sonra askere gitmesini istiyorsunuz; ayıptır.

Gözbebeğimiz Abdullah Öcalan’dan bahsetmiyoruz bile. “Sayın Öcalan”, Allah’ın bizlere bir lütfudur. O olmasa gazetecilerimiz işsiz, devletimiz fenersiz, MİT’imiz “açılımsız” kalırdı.

Öcalan olmasa, dünyada Türkiye diye bir ülkenin adını duyan, bilen olmazdı.

Sorun bakalım, Sait Faik Abasıyanık’ı kaç kişi tanıyor?

Ama dünyanın herhangi bir ülkesine gidin, “Türkiye denilince aklınıza ne geliyor?” diye sorun, “Abdullah Öcalan ve Mehmet Ali Ağca”dan başka cevap alamazsınız.

En büyük ihraç ürünümüz teröristimizdir.

Değerlerini bilelim, saygılı olalım…