30 Kasım 2009 Pazartesi

Öcalan’a Zana Formüllü Af- Meyyal UYGUR


AKP iktidarının “Kürt açılımı”nın ilk adımda “hazmettirmeyi” planladığı 9 maddelik paket için “dağ fare doğurdu” denilmesine bakmayın. O dağ fil doğuracak, hem de; Dağda silahlı, ovada çocuklu-kadınlı “savaş”tan karakol ve cezaevlerimizin müstemleke komiserlerince denetlenmesine, camilerin dahi etnik ayrışmaya maruz bırakılmasından milli egemenliğin parçalanmasına ve dahi teröristbaşının affına, ne filler?!..

CHP Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay, kamuoyunda “taş atan çocuklar” olarak bilinen, çocukların yargılanmasına ilişkin tasarının içine, “Öcalan’a af yolunu açan” bir düzenlemenin saklandığını iddia ediyor. Tasarının, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değişiklik öngören bir maddesi, “yeniden yargılama”nın önünü açacakmış.

AİHM’in daha önce aldığı, “Öcalan adil yargılanmadı” kararına istinaden, yargılamanın dosya üzerinde yapıldığı ve o işin bittiği söylenebilir. Adamalarda dava çok, mesela “ağırlaştırılmış müebbet”in, “müebbet”e çevrilmesini istiyorlar.

Okay’ın iddiasına şaşmayız. Zira o bir hukukçu, dahası AKP iktidarının Leyla Zana ve arkadaşlarını da aynı yöntemle hapisten çıkardığını biliyoruz.

Neydi o formül;

DSP-MHP-ANAP koalisyonu “yeniden yargılamayı” kabul ederken, iki ilke koymuştu. Birincisi; yeniden yargılama 1 yıl sonra Ağustos 2003’te yürürlüğe girecek, ikincisi; sadece yürürlükten sonra AİHM’e açılacak davalar için geçerli olacaktı.

Ancak Gül başbakanlığındaki AKP Hükümeti’nin el attığı ilk iş bu oldu ve yürürlük tarihini öne çekip, AİHM’de devam eden davaları da yeniden yargılama kapsamına aldı. Sözüm ona bitmiş davalar kapsam dışında tutularak, teröristbaşının yeniden yargılanmasının önüne geçildi. Eh, o günlerde öncelikli mesele, AB’nin “olmazsa olmaz”ı, Zana ve arkadaşlarını kurtarmaktı. Zana’ların hapisten çıkmasından sonra, dönemin TBMM Başkanı Arınç ve Başbakan Vekili Gül tarafından nasıl ağırlandığını hatırlıyor musunuz?

“Hazmettirme” süreci işte böyle başladı. 2 yıl sonra ise tam da AİHM’in Öcalan’la ilgili kararı arifesinde, Erdoğan-Gül ikilisi yaptıkları o düzenlemenin Anayasa’nın “eşitlik” ilkesine aykırı olduğunu fark edip, “yeniden yargılama”nın herkese teşmil edilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Ancak milletin tepkisinden çekindikleri için harekete geçemedilerse de, Anayasa’nın 90. maddesini değiştirip, uluslararası sözleşmeleri iç hukukumuzun üzerine çıkardılar. Bu, Öcalan’ın “özgürleştirilmesi”nin önündeki önemli bir Anayasal engelin kaldırılmasıydı.

Sonra neler oldu?
- AB’nin, 6 Ekim 2004 tarihli İlerleme Raporunda, AİHM’in Mayıs 2005’te, Öcalan hakkında yeniden yargılama kararı vereceği yazıldı. Yani Erdoğan-Gül ikilisi, AB’nin 17 Aralık zirvesinde Türkiye ile ilgili aldığı, “tam üyelik” yolunu kapatan kararlarını kabul ederken, Öcalan’ın “yeniden yargılanmasının” isteneceğini biliyordu.

- Erdoğan, AİHM kararı açıklanmadan bir iki ay önce Vatan Gazetesi’ne verdiği demeçte, kendilerine henüz resmi bir bilgi gelmediğini söylerken, “Partisinin MYK’sı ve Bakanlar Kurulu’nun yeniden yargılamaya sıcak bakmamasına rağmen kendilerinin eğilim yokladığını” itiraf etti. Hatta bu konuda medyadan “gümbür gümbür destek” istedi.

- Gül de Mayıs 2005’te AİHM kararı açıklandığını, “AİHM’in kararlarına uymak mecburiyetindeyiz. Bu dosyayı kucağımızda bulduk. Köşeye sıkışacak olan hükümet değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olur. Herkes aklını başına alsın” dedi.

“Öcalan’ı kurtarma” çabaları, yeniden yargılamasının dosya üzerinden yapılmasının ardından da hız kesmedi.

Mesela ABD, “PKK’yla mücadele” için “topluma kazandırma yasasının” çıkartılmasını şart koştuğunda, Gül başta bazı AKP’liler, “Teröristbaşı, Hizbullah ve Sivas sanıklarının” da tasarı kapsamına alınmasını istedi. Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, “Tepkileri de dikkate alarak, doğrudan eyleme sevk eden lider kadronun kapsam dışında tutulduğunu” resmen açıkladı.

Mesela Aralık 2004’te Ceza İnfaz Kanunu çıkarılırken, yine Gül ve bazı AKP’liler, “şartlı tahliye” maddesinin, başta teröristbaşı, herkese ve tüm suçlarda uygulanmasını istedi. Ama yapılamadı.

Mesela Türk Ceza Kanunu değişikliğinde, teröristbaşının hüküm giydiği 125. maddeye, “elverişlilik” gibi bir unsur sokuldu. Yani “ülkeyi bölme” suçu “elverişli fiiller işlenmesine” bağlandı. Yasa yürürlüğe girdikten sonra fark edilen bu ifade, teröristbaşının pekala “yeniden yargılanması”nı gündeme getirecek bir değişiklikti. Tartışmalar üzerine madde aceleyle eski haline döndürüldü.

Son teşebbüs ise Terörle Mücadele Yasası’nın 6. maddesi üzerinden, lider kadrosunun da “etnik pişmanlıktan yararlanması” adı altında yapılmak istenmesi oldu. Ancak CHP Lideri Baykal işin peşini bırakmayınca, kim tarafından konulduğu meçhul o hüküm tasarıdan çıkartıldı.

O zamanlar DTP’li Sırrı Sakık’ın, “Bu maddeyi devletin bir kesimi koydu, ama herhalde güçleri yetmedi” demesi, bir de şimdilerde hem iktidarın, hem MİT emeklisi Cevat Öneş’in, “Kürt açılımı bir devlet projesi” iddiası yan yana getirilince, devletin hangi “kesimlerinin” Öcalan’ın kurtulması için canla-başla çalıştığı iyice netleşiyor, değil mi?..Son günlerde ABD ve İngiltere Büyükelçilerinin, “Öcalan’ın muhatap alınması ve affı Türkiye’nin bileceği bir iş” şeklindeki demeçlerini de unutmayalım!..

Arınç’ın Bilinçaltı da Kustu

Bu iktidarın kafasında ve gönlündeki yegane çözüm, hem tüm PKK’lıların, hem teröristbaşının affıdır.

Arefe günü şehit aileleri çocuklarının kabri başında gözyaşı dökerken, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın gazetecilere verdiği bayramlık demecinde ağzından dökülenler, “şecaat arzederken” bilinçaltındaki bu “çözüm”ün kusulmasından başka bir şey değildir.

Kendince CHP Lideri Baykal’ın, “Teröristler dağdan insin, teslim olsun, bu iş bitsin” demesiyle alay ederken, bakın neler söylüyor:

“Karikatür gibi bir şey...O zaman söyleyin, bizi dinlemiyorlar. Sizi belki dinlerler. Yani, Sayın Baykal grup toplantısında bir mesaj göndersin, ‘Ey teröristler, ertesi gün dağdan inin, silahlarınızı teslim edin, yargıya gidin, içerde 30 sene yatın ve terör meselesi böylece bitmiş olsun...’ Buna gülmenin ötesinde kaç kişinin cevap vereceğini düşünüyorsunuz? Bu dağlardaki kargaları bile güldürür.”

Arınç’ın gönlü, teröristlerin 30 sene içerde yatmasına razı olmadığına göre, Öcalan’ın ömür boyu yatmasını kaldırabilir mi?

Mahmur: Kara Treni Boyayıp, Hızlı Tren Yapacaklar

Öcalan’a “Zana formülü”…Ya dağdakilere?..Galiba onlara da “Mahmur formülü” bulundu. Nereden mi çıkarıyorum?..Açılımın her adımına ilişkin haberleri doğru çıkan iktidara yakın Bugün Gazetesi, 4 Kasım‘da şöyle bir haber yayınladı:

“K. Irak yönetimi ile MİT arasında yapılan temasların ardından Kandil’deki PKK’lılar Mahmur’a yerleştirildi. MİT yetkilileri tarafından isimleri Ankara’ya bildirilen PKK’lılar, 10 gün içinde kafileler halinde sınırdan giriş yapacak. Gelenler, ‘Dağdan inen PKK’lılar’ olarak değil, ‘Mahmur’daki Türk vatandaşları’ olarak giriş yapacak.”

Baktık, bugün de Yeni Şafak, “Dağdan inenlere Mahmur formülü” diyerek, “Mahmur kampında yaşayanların tahliyesinin ardından kampın yeni sakinleri konusunda da değerlendirmeler yapılmaya başlandığını, bu kapsamda dağdan inecek PKK’lıların kampa yerleştirilmesinin de olası senaryolardan biri olarak ele alındığını” duyuruyor.

CHP’li Okay’ın iddiasına dönersek; Demek ki Cengiz Çandar familyasıyla, Barzani familyasının, “Öcalan 5 yıl içinde serbest kalacak”, Leyla Zana’nın, “Öcalan 2010’da aramızda olacak” ve dahi Mümtaz’er Türköne’nin, “Öcalan’ı paşa yapıp, Bodrum’a gönderelim” demeleri boşa değilmiş. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, bir bildikleri var herhal!..


Kaynak: Açık İstihbarat

29 Kasım 2009 Pazar

Dubai aksırdı, Ankara nezle oldu... / Fatma Sibel YÜKSEK


Türkiye'nin en büyük zenginlerinin İstanbul'da yaşadığı sanılır ki bakmayın siz bu genel geçer inanca.

Ankara’da İstanbul’u yekpare satın alabilecek “gizli” zenginler var. Akla hemen gelen isimlerin yanı sıra adı hiç geçmeyenler, mütevazı bir yaşam sürdürenler, sahip oldukları varlıkların çoğu kayıt altına girmeyen niceleri var.

Ankara’nın hali vakti yerinde kesiminin “en kaymak tabakası olan” bu cenah, gözlerden uzak, keyifli bir Kurban Bayramı geçirmeyi planlamışlardı. Bayram namazları kılındı, büyüklerin elleri öpüldü, küçüklere harçlık (hisse senedi, bono, altın ve tapu olarak verilenler dahil) verildi. Kurban etinden yapılan kavurmalar yenildi, lüks jeeplere binilip eş dost ziyaretine gidildi..

Bayram iyi geçiyordu; tâ ki öğleden sonra Dubai’den o kötü haber gelene kadar. Dünya batsa umurunda olmaz zannedilen Körfez sermayesinin sembolü Dubai, esaslı bir borç erteleme talebinde bulununca anlaşıldı ki özellikle bir takım Ortadoğu ülkelerinin sonradan olma zenginlerinin kalesi Dubai, içten içe zor günler geçiriyormuş da bunu etrafına hissettirmemeye çalışıyormuş.

Dubai World’ün 59 milyar dolarlık borcu için 6 aylık erteleme istemesi, son yıllarda yabancı sermaye ve dev emlak piyasaları tarafından olağanüstü şişirilmiş olan bu “çakma” ülkeyi batma noktasına getirdi. Tüm dünyayı yeni bir kriz korkusu sardı. Allah’tan Dubaili yetkililer, müşterilerinden çoğunun Müslüman nüfuslu ülkelerden oluştuğunu bildiklerinden bu açıklamayı kurban bayramında yaptılar da söz konusu ülkelerde piyasaların allak bullak olması bir nebze ertelenmiş oldu.

Ankara’yı aldı bir telaş. Bayram alışverişi için Dubai’ye gitmiş bulunan eşler arandı, “Orada neler oluyor?” diye soruldu. Hermes senin Burberry benim gezmekte olan eşlerin pek bir şeyden haberleri yoktu. Gucci’den 3 bin dolara “kelepir” bir çanta düşürmenin heyecanıyla dolaşıp duruyorlardı. Mücevher kakmalı cep telefonlarından, “Yok bir şey Bey, iyiyiz biz” dediler.

Oysa Ankara’daki beyler pek de öyle düşünmüyorlardı. Bayramın tadı tuzu kaçtı. Telefonlar çalmaya başladı. Aracılar ve avukatlar Dubai’de olup bitenler hakkında bilgi edinmeye giriştiler. Hesaplar kitaplar yapıldı, dünyanın başka para merkezlerine “transfer yapmanın” yolları araştırıldı, Dubaili yetkililerden “garanti alma” telaşlarına düşüldü.

“Ankaralı’ya ne oluyor?” demeyin. Dubai’de yatırım yapan ve parasını orada güvence altında tutan çok sayıda Ankaralı var. Öyle işadamı falan da değil, bildiğin politikacı, politikacı eşi, bürokrat, bakanlık danışmanı vs. kırtasiyeci takımı yani…

Bildiğimiz ve söyleyeceğimiz bu kadar. Allah Körfez’in incisi güzel Dubai’mizin yardımcısı olsun, bu kriz bir an evvel atlatılsın da bizim gizli zenginlerimiz telaştan daha fazla kendilerini açık etmek zorunda kalmasın…

Bizim bildiğimiz ve söyleyeceklerimiz bu kadar ama bildikleri ve söyleyecekleri daha fazla bulunanlar olabilir. Örneğin, CHP Genel Başkan Yardımcısı Kemal Kılıçdaroğlu, Dubai’de parası olan mazbut Ankaralılar hakkında bir şeyler biliyor ve bir takım belgeler edinmiş olabilir mi? “Onur Öymen’in konuşmasını alkışladın-alkışlamadın” meselesinden daha verimli bir konu bu. Vergi müfettişliği kökenli Kılıçdaroğlu, Dubailere kadar gidip bir takım araştırmalar yapmış olabilir, en azından olmalıdır.

Kılıçdaroğlu’ndan yeni belgeler bekliyoruz…


28 Kasım 2009 Cumartesi

Mustafa Sarıgül CHP'den değil, AKP'den oy götürür / Fatma Sibel YÜKSEK


AKP seçmeninin yüzde 21’lik oranının “fakirleştim” demesi, varoşlarda çözülme eğilimine işaret eder ki muhalefet partilerinin en fazla üzerinde durması gereken nokta da budur. Yüzde 47 oy oranıyla Cumhuriyet tarihinin en büyük oy desteklerinden birini yakalamış olan AKP’nin en önemli gücü varoşlardan aldığını unutmayalım.

Genel seçimlere bir yıldan uzunca bir süre kaldı; bundan sonra iş tamamen hesap kitap işidir. Muhalefet partileri varoşlardaki bu “kımıldanmayı” iyi analiz edip ona göre politikalar üretebilirlerse kömür- makarna-beyaz eşya eksenine dayalı oy sistemini kırabilirler. Yüzde 21, vatandaşın artık taşıma suyla değirmenin dönmeyeceğini anlamaya başladığını ve kalıcı çözümler istediğini gösteren bir rakamdır.

A&G’nin son anketinde yeni kurulan 3 partiyle ilgili veriler de var. Ankete katılanların yüzde 16’sı Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün kurduğu Türkiye Değişim Hareketi’nin (TDH) partileşmesi durumunda oy vereceğini belirtti. Ankete göre Sarıgül özellikle düşük gelirli, düşük eğitimli seçmenlerin ilgisini çekiyor.

İşte bu veri çok önemli!

Bu eğilim doğruysa, Deniz Baykal’a alternatif olarak ortaya çıkan Mustafa Sarıgül, aslında AKP’ye alternatif olacak ve onun tabanından oy alacak demektir, çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi düşük gelirli ve düşük eğitimli kesimin tartışmasız tek hakimi AKP’dir. CHP’nin bu kesim üzerinde bir etkisi yok ki Mustafa Sarıgül Baykal’a alternatif olsun.

Dikkat! Sarıgül CHP’nin değil, AKP’nin tabanından oy götürebilir.

Sarıgül’ü Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında izlerken “varoşa hitap edebilme” özelliğine bire bir tanık olduk. Örneğin dış politika konularında bu işten anlayanları gülümseten uçukluklar sergiledi ama sıra devletten iş, aş isteyen vatandaşa seslenmeye gelince ne Erdoğan’ı, ne de Özal’ı aratmadı.

Bu kesim vatandaş, kendi dilinden konuşanı ve iddialı vaatlerde bulunanları seviyor. “İddialı vaat” derken, bu vaatlerin boş olmaması da önemli. Bu noktada Sarıgül’ün imdadına belediye başkanlığında kazandığı tecrübe yetişiyor. Belediye başkanları, halka en yakın ve sorun çözmenin pratik yollarını en iyi bilen insanlardır. İster Şişli gibi zengin nüfusun yaşadığı bir belediyenin başkanı olun, ister Ümraniye’nin, bu gerçek değişmez. Tayyip Erdoğan’ı Tayyip Erdoğan yapan belediyecilikten başka bir şey değildir. Örneğin, Kemal Kılıçdaroğlu gibi bir siyasetçi, varoşlara karşı ne kadar dürüst ve samimi olursa olsun, bu kesimle bir belediye başkanının kurduğu iletişimi kuramaz, çünkü ömrü Ankara’nın taş binalarında bürokrat olarak geçmiştir.

Varoşa hitap edebilme konusunda Tayyip Erdoğan ekolüne en yakın isim şu an Mustafa Sarıgül’dür. Nitekim vatandaş da bunu algılamaya başlamış ki ankete “Erdoğan’dan sonra Başbakan olarak görmek istediğim kişi Mustafa Sarıgül’dür” diye cevap veriyor. Sarıgül’de Erdoğan-Cem Uzan karışımı bir siyasetçi hamuru var. “Sosyete bebesi” Cem Uzan’ın ekmek arası döner dağıtarak topladığı yüzde 7 oyu, Sarıgül havada karada toplar.

A&G’nin anketinde, Abdüllatif Şener’in kurduğu Türkiye Partisi ve DP - ANAP birleşmesiyle ilgili yoklamalar da var. Şener’in partisinin son dönemde anketlerde görülmeye ve yavaş yavaş yükselmeye başlaması dikkat çekiyor. Türkiye Partisi’ne oy vereceğini söyleyenlerin oranı %2,7. Kuşkusuz bugün seçim olsa, hatta 2011’de bile Şener’in Partisi yüzde 5’i büyük olasılıkla yakalayamaz; ancak Adil Gür’ün anketinden çıkan sonuç, seçmenin Şener’i “izlemeye aldığını” gösteriyor. Yani seçmen Şener’e gidişata göre bir şans tanıyacak gibi görünüyor. Bu anlamda yüzde 2,7, dikkate alınması ve hesaplara katılması gereken bir orandır. Şu önemli durumu tekrar tekrar hatırlatalım; yüzde 7 Sarıgül’den, yüzde 2-5 Şener’den derken, giden oylar AKP’nin oylarıdır…

Ankette ANAP-DP Birleşmesiyle ilgili yoklamalar da yapılmış ama anlaşılan seçmen bu konuda henüz fazla renk vermiyor. Adil Gür, bu konuda elde ettiği sonuçlara ilişkin olarak “ANAP - DP birleşmesinin merkez sağda cazibe merkezi olabilmesi için, bu partinin Özal ve Kırat ruhuna uygun söylem ve vitrin oluşturması gerekiyor” değerlendirmesini yapmış. Özal ve Kırat ruhu bile bugünün şartlarında ne kadar iş yapar tartışmalı, kaldı ki bu parti böyle bir imajı oluşturmaktan şimdilik hayli uzak görünüyor.

Seçim yaklaştıkça daha ilginç anketlerin ortaya çıkacağı kesin ama her halükarda Mustafa Sarıgül’e herkesin dikkat etmesi gerekiyor,

Özellikle de AKP’nin…


27 Kasım 2009 Cuma

AKP seçmeninin ''fakirleştim'' demesi ne anlama geliyor? / Fatma Sibel YÜKSEK


Öncelikle mübarek kurban bayramının tüm ulusumuza huzur ve mutluluk getirmesini dileyelim.


Dargınlıkların ertelendiği, kavgaların askıya alındığı bir bayram yaşamak istiyoruz. Muhteris siyasetçiler, bunu hiç değilse dört günlüğüne bize çok görmesinler. Bayram boyunca mümkünse konuşmasınlar ve evlerine çekilip “Acaba nerede yanlış yapıyorum” diye bir kez olsun düşünsünler.

Bayrama maalesef, Türk milletinin hiç de alışkın olmadığı tehlikeli manzaralarla girdik. İzmir’den sonra Çanakkale’de de Allah korusun “etnik bir çatışmayı” alevlendirebilecek tehlikeli olaylar yaşandı. “Etnik kimlik” lafını ağzına pelesenk yapanların gurur duyacağı bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Kürdüyle, Türküyle bütün milletimiz, bu çirkin oyunu da mutlaka bozacaktır, yeter ki birbirimizi kırıp dökmeyelim.

Mübarek Kurban Bayramı’nda, kurban vecibesini yerine getirecek olan vatandaşlarımızdan naçizane bir ricam var. Lütfen Allah’ın emrini O’nun koyduğu kurallar çerçevesinde uygulayalım. Kurbanlık hayvanlara acı çektirmeyelim, kesim kurallarına riayet edip, kurbanlıklarımızı ehil olmayan kişilere teslim etmeyelim. Unutmayalım ki yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın bizlere emanetidir ve merhamet bir Müslüman’ın sahip olması gereken en temel duygudur. Bu bayramda, televizyonlarda çocukları üzüp hayata küstüren görüntüler izlemek istemiyoruz.

Bu uzun bayram girişinden sonra yazımızın konusuna dönelim.

Politikacılara “Bayramda siyasetten uzak durun” çağrısı yaptık ama biz bugün de kafanızı siyasetle şişirmek zorundayız, çünkü işimiz bu. “Bayramda da siyaset okumak istemiyoruz” diyen varsa, şikayetini Kent Gazetesi yönetimine iletsin. Hiç değilse siyaset yazarlarını dini bayramlarda izinli saysınlar(!)

Konumuz, A&G Kamuoyu Araştırma Şirketi’nin bayramdan hemen önce yaptığı anket çalışması… Anketin “açılımla” ilgili sonuçlarını dün değerlendirmiştik.

Deneklere sorulan sorular arasında sadece “açılım” yok. Örneğin, “Oy vereceğinizi söylediğiniz partiye gönülden mi oy veriyorsunuz?” sorusu da yöneltilmiş. AKP’lilerin yüzde 79.8’i bu soruya “Evet” yanıtını verirken, CHP’liler yüzde 67.1, MHP’liler yüzde 80.6 oranında “evet” demiş.

Anketin en çarpıcı sonuçlarından birisi ekonomik gidişatla ilgili. “AKP döneminde Türkiye zenginleşti mi?” sorusuna yüzde 51,8 “fakirleştik” yanıtını verirken, yüzde 20.6 “zenginleştik” diyor. “Değişen bir şey yok” diyenlerin oranı yüzde 27.6. Bu yıl ekonomik durumun daha da kötüye gideceğini düşünenlerin oranı ise yüzde 46.6.

Çarpıcının da çarpıcısı, anketin AKP’li seçmene yönelttiği “AKP döneminde zenginleştiniz mi yoksa fakirleştiniz mi?” sorusunda gizli. Hazretlerin yüzde 48.2’si “zenginleştim” diyor. Allah bereket versin! Yalnız, “fakirleştim” diyenlerin oranı da yabana atılır gibi değil: yüzde 21,0…

Yani, AKP’ye oy verenlerin yüzde 21’i “pastadan pay alamadım” diyor. AKP’nin varoşlardaki desteğini düşündüğümüzde bu oranın önemi iyice artıyor. Çünkü bu hesaba göre AKP’ye “iş ve aş” umuduyla oy verenlerin yüzde 21’i (ki yaklaşık 6 milyon seçmen yapar) umduğunu bulamamış oluyor. AKP’yi tek başına iktidara taşıyan oyların yaklaşık 16 milyon olduğunu düşünürsek, bu “umutsuz” yüzde 21, seçim sonuçlarını çok önemli ölçüde etkileyebilir.

Partilerin oy tabanındaki hareketlilik, 7 yıldır kımıldamayan taşları yerinden oynatacak bir potansiyel taşıyor. Önümüzdeki günlerin en çok üzerinde durulacak konularından biri, bu anket çalışmaları olacak gibi görünüyor.

A&G’nin araştırmasında liderlere ilişkin olarak da ilginç sonuçlar var. Onları da yarın analiz edelim.


26 Kasım 2009 Perşembe

Göstergedir bunlar... / Fatma Sibel YÜKSEK


Memurlara hiç kimse DTP’lilere ve PKK’lılara yapılan gibi “bir daha yaparsanız” diye süre vermedi. Polis direkt girişti, böylece “devlet ciddiyeti” nedir görmüş, öğrenmiş olduk. “Demokratik açılımlardan” başı dönmüş olan hükümet, bu olaylara pek de demokrasi çerçevesinden bakamadı.

Başbakan’dan sonra AKP Genel Başkan yardımcısı Hüseyin Çelik de 1970’li yılların sağcı politikacıları gibi konuşarak, "Bugün gerçekleştirilen eylem çok masum bir hak arama eylemi değildir. İdeolojik tavırlar takınılmasını doğru bulmuyoruz” dedi. Allah’tan 70’li yılların demirperde ülkeleri tarih sahnesinden silindi de “Bütün bunlar ülkemize komünizmi getirmek için yapılıyor, arkasında Rusya var” falan denilemedi.

Oysa aynı hükümetin bir dönem başbakan yardımcılığı ve Adalet Bakanlığını yapmış olan, sonradan AKP tarafından Meclis Başkanlığı’na getirilen üyesi Sayın Mehmet Ali Şahin, memur olaylarından bir gün önce Moskova’da solcu şair Nazım Hikmet’in mezarını ziyaret edip ateist şairin ruhuna el fatiha okudu. Bir yanda Taksim’de işçileri, Ankara Ziya Gökalp’te memurları polise dövdüren bir hükümet; diğer yanda emekçi kesimin efsanevi şairinin mezarı başına fatiha okuyan bir Meclis Başkanı! Kafamız karıştı…

Ajanslar, dünkü memur eylemine katılımın 2 milyon civarında olduğuna dikkat çektiler. 2001 krizinden hemen önce Rahmetli Ecevit’in cılız hükümetine karşı Siteler ve Ostim’den yürüyüşe geçen on bin esnaf Ankara’yı sallamıştı.

ATO Başkanı Sinan Aygün ile TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Başbakanlığa yönelen göstericileri, kendilerini siper ederek zor engellemişlerdi. Öyle biber gazı sıkan falan da olmadı. Şimdi, 2 milyon kişiden “ideolojik amaçlı gruplar” diye söz ediliyor…

2 milyon kişi ne demek siz biliyor musunuz?

Parti kursalar yüzde 7.5 oy alırlar ki bu yüzde 7.5 oy, AKP’nin bugün yüzde 32’lere gerilemiş olan oylarından gidecek olursa, Hüseyin Çelik’in partisi yüzde 25’lerle belki koalisyon ortağı olur! Konuşmadan önce iki kere düşünüp, işi hesaba vurup öyle konuşacaksın.

Dün gazeteler yeni bir anket yayımladı. Son dönemde objektif çalışmalarıyla dikkat çeken A&G Araştırma Şirketi'nin yaptığı 'Kürt açılımı' anketinden, açılıma desteğin hızla düştüğü sonucu ortaya çıktı.

Haziran ayında destek oranı yüzde 69.3 iken son yapılan araştırmada destek 31.1'e gerilemiş. Ankete katılanların büyük bir bölümü, açılımın “dış güçlerin projesi'” olduğuna inandıklarını söyledi. A&G’in sahibi Adil Gür, “Kurulduğu günden bu yana halkla ilişkileri çok iyi yöneten AK Parti, bu süreçte neden bu kadar yalpaladı anlamak ve izah etmek pek mümkün değil” diyor…

Yargı deseniz kıyamet kopuyor. Şimdiye kadar yapılan tartışmalarda genellikle görüş bildirmekten kaçınan Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, bakın Akşam gazetesine ne dedi:

“Adli bir soruşturmada dinleme istisnai bir kuraldır. Ancak bugün gelinen noktada genel kural haline dönüştüğünü görüyoruz. Hukuka aykırı dinlemeler de, yargıya duyulan güveni sarsar.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin bile, partisinin Hatay İl Başkanlığını yaptığı dönemde dinlendiğini söylüyor. Bu konu kanayan bir yara haline geldi. İnsanların en mahrem konuşmaları, özel hayatları medyada yer alıyor. Bunun adı insan onurunun zedelenmesidir.

Basına yansıyan kimi belgeleri hepimiz gördük. Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu müfettişleri mahkemeye başvurup, hakim ve savcılar hakkında doğrudan 'dinleme' talep ediyorlar. Böyle bir talep, kararı verecek mahkeme üzerinde psikolojik sorunlar ortaya çıkarabilir. Çünkü talepte bulunan müfettişler Adalet Bakanlığı'na bağlı…”

Bu kadar vahim bir tablo çiziyor Yargıtay Başkanı…

Grev yapan memurlar “ideolojik”,

Kamuoyu araştırmaları “kasıtlı”,

Yargının üst düzeyi zaten “politize olmuş…”

Yani herkes maksatlı konuşuyor, tek doğru biziz!

Tarihte böyle düşünüp de duvara toslamayanı gördünüz, duydunuz mu?


24 Kasım 2009 Salı

Gül ile Akdağ’ın Gece Buluşması- Meyyal UYGUR


Sağlık Bakanlığı koridorlarını çalkalayan son bir iddiaya göre, Erdoğan-Akdağ görüşmesinden bir veya iki gece önce Abdullah Gül ve eşi, Sağlık Bakanlığı sosyal tesisi olan Hekimevi’ne geldi. Bunun için çok sıkı tedbir alındı hatta Hekimevi’nin arka kapısından girildi. Gül ve Akdağ aileleri baş başa yemek yediler!..

Acaba Erdoğan bu buluşmayı mı haber aldı? Onun için mi Libya’ya gitmeden önce Akdağ’la görüştü?

Akdağ, Erdoğan’dan çok, Gül’e yakın. Öyle ki, iki kabine revizyonunda da Erdoğan’ın, Akdağ’ı görevden aldığı, ancak Gül’den döndüğü konuşuldu.

Söylenen bir şey daha var; Çankaya Savaşlarının alabildiğine hızlandığı, bunun bakanlar üzerinden yürütüldüğü, Erdoğan’ın sadece Akdağ değil, Gül’e yakın diğer bakanları da bir şekilde tasfiye etmek istediği…

Kaynak: Açık İstihbarat

22 Kasım 2009 Pazar

“SÜREÇ-KOŞUL-ESAS” düzleminde seyreden “PSİKOLOJİK HARP” / Cem Edis



TANIMLANAN NOKTALARA VARABİLMEK İÇİN YAPILAN TÜM HESAPLAMALARIN TEORİK VE PRATİK UYGULAMASININ TAMAMINI OLUŞTURAN MANTIKSAL ODAKLANMA OLARAK TARİF EDEBİLİRİZ; “STRATEJİ’Yİ”

TANIMLANAN NOKTAYA;

İLERLERKEN “SİMETRİK” VE “ASİMETRİK” FONKSİYONLAR İÇERİSİNDE OLUŞABİLECEK KARMAŞIKLIKLAR VE KONTROLSÜZLÜKLERİ AÇIKLIĞA KAVUŞTURMANIN, ANA HATLARIYLA RİSKLERİ MİNİMİZE ETMENİN TÜMÜNÜ; “STRATEJİNİN PRATİGİ” OLARAK TANIMLAYABİLİRİZ.

ÇEVREYİ DEĞERLENDİRME Yİ, GELECEĞİ ÖNGÖRMEYİ,BİR BÜTÜN OLARAK AMACA YÖNELMEYİ, KARARLARIN VE PROJELERİN NİTELİĞİNİ YÜKSELTMEYİDE; “STRATEJİNİN TEORİĞİ” OLARAK NİTELEYEBİLİRİZ.

STRATEJİLERİ ÜÇ BOYUTLU BİR OMURGAYA OTURTURSAK SÜREÇLER’İ, KOŞULLAR’I VE ESASLAR’I PARAMETRELER OLARAK DEGERLENDİREBİLİRİZ.

TOPLUMSAL ALGILAMALARIMIZDAKİ GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE DEVAM EDEN EZBERİMİZİN BOZULDUĞU NOKTA; “PSİKOLOJİK HARP”

Fikri dengelerdeki doğal “izolasyon-un” kontra hamlelerle bozulup, yerine “menfi sistematik” içerisinde kurulan karşı izolasyon neticesi, ortaya çıkan durumu değerlendirebilmek için,

“Süreçleri”, “Koşulları” ve “Esasları” doğru tanımlamak gereklidir.

O halde; tanımlamaları ve algılamaları;

“SÜREÇ-KOŞUL-ESAS” düzleminde seyreden “PSİKOLOJİK HARP”

Olarak tamamlayalım ve sonrasında da “ALGILAMANIN KURALLARINI” tanımlamaya çalışalım.

Ara Not: Sanal paradigmalarla, reel oluşumları çözümleme ve algılama mükellefiyetinin sosyal yapıya dayandığı yerde, ‘suni krizler’ ve sıkılıkla değiştirilen ‘gündemler’ devreye girer.

Ara notun Notu: Devreye sokulan tüm eylemler tek merkezden ve profesyonel kadrolar tarafından yürütülür.

Süreç; Planlama + Uygulama = Değerlendirme

Koşul: Hedef Kitle + Süreç + Stabil Zemin = Mevcut Değerler Erozyonu

Esas: Sosyal Travma + Fikri Savrulma = Çözümsüzlük

Şeklinde formüle edebiliriz.

Ülkemizde alternatif düşünce sistematiklerini ‘komplo teorisi’ gibi algılatma yöntemi, uygulanan “Psikolojik Harbi” sürdürenlerin en önemli payandasıdır ve bunu ‘final’ sahnesine kadar kullanacakları gerçeği ortadadır.

Türkiye deki “Psikolojik Harp” in uygulandığı sahneyi;

Arkasındaki kulisi ve operasyonun mutfağını merceklersek karşımıza, profesyonel istihbarati kadroların öncelikle milli değerleri ‘karantina’ altına aldığını;

Ve

Toplumda aksi bir reaksiyonun oluşmaması;

Şayet böyle kontrolsüz bir durum oluşur ise, kendilerine ‘manevra alanı’ sağlaya bilmek adına, karantina altına alınmış mili değerlerin dış çeperinde sahte millilik ideoloji si yaratma gibi ustaca bir kıvraklığı kullandıklarını görürüz.

Ara Not: “Tek Bayrak, Tek Dil, Tek Vatan” söylemi yukarıdaki tezimizi test eder niteliktedir.

Alternatif düşünce sistematiğini komplo teorisi olarak sunabilmenin yegâne yolu, yerel unsurlar içinden seçilen, kime hizmet ettiklerini bilmeden kullanılan, etki ajanlarından faydalanmaktır. Neticede kime hizmet ettiğinin farkında olmayan ‘etki ajanı’;Ülkesinin demokratikleşmesi, global ekonominin paradigmaları, küreselleşmenin kaçınılmaz sonuçları konusunda inandırılmıştır.

Özellikle siyaset kulislerinde sıkça dillendirilen "toplumun psikolojik olarak hazırlanması" istihbarati jargonda da “hedef kitlenin çeşitlendirilmesi” ile dillendirilebilir.

Hedef kitleler farkında olmadan yılgınlığa ve umutsuzluğa sürüklenmişse “psikolojik harp” neticesini veriyor ve ne oluyorsa örtülü oluyor, alt bellek ‘bilinçaltı’ etkileniyor demektir.

ALGILAMANIN KURALLARINI; İki ana temel üzerine oturtabilirsek çok daha net görme şansımızı arttırmış oluruz, bizlere anlatılanlarda ki “Söylem ve Eylem Birliği – Söylenenlerin Dışında Nelerin Söylenmediği” gibi.

Ara Not: Algılama kurallarına uyulsaydı tüm siyasi hayatı 8 ay olan bir parti % 40 lı oranlarla iktidara taşınabilirimiydi?

Son kerteye yaklaşıldığında “Ortak Akıl” “Kolektif Zihniyet” gibi terimler dayatılmaya başlanır ki buda siyasilerimizin dillendirme ye başladıkları Latince kökenli “De Facto” bir durumdur.

Böylesi “De Facto” durumlarda ülkede “Akil Adam” arayışları başlar, arayışların sonuçları nereye varır bilinmez.

Ama bu “De Facto” duruma “Akil Vatandaş” olarak bizim verecek cevabımızda;

“De Jure” dır

Dip Not: Yukarıda ki tezimiz “psikolojik harbe” maruz kalanlara değil, harbi uygulayanlara ithaf olunur.

Yazan:Cem Edis.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Başını Açmaya Razı Olan Eş Kim? (Ey Küreselleşme Sen Nelere Kâdirsin!)- Fatma Sibel Yüksek


“Q ve R arasında Okyanusya’ya davet edilme konusunda rekabet başlamıştır. Davetiye R’ye gelir. O günlerde Q ve R, eşleri ve bir uçak dolusu insanla, dünya siyaseti ve ekonomisi açısından çok önemli bir dağa giderler. Bay R, orada “renkli ve zengin bir devrimci” ile herkesten gizli iki kez buluşur. Bu buluşma Q’nun kulağına gider , canı çok ama çok sıkılır. Galiba ufukta görev değişikliği vardır!.. Orada R’nin yakın adamlarından birisi, dünyanın en seçkin isimleri için “şaraplı, şerbetli bir Patakya gecesi düzenler. Konukların laleler ve karanfillerle karşılandığı defileler, müzik gösterileri ve 50 çeşit enfes yemeğin sunulduğu gecenin ev sahipleri Bay Q ve Bay R’nin eşleridir. Her şey “Patakya’nın imajı” içindir. Amma daha büyük bir sürpriz vardır. Gecenin organizatörü, R’nin danışmanı Bay Z, geceye bayanların başlarını açıp, en azından baş bağlama modellerini değiştirip gelmelerini arzulamaktadır. Planı hem beyler, hem de Bay Q’nun eşi kabul eder. Ne var ki R’nin eşi “asla” diye direnir ve gecenin en büyük sürprizi de suya düşer”

Yukarıdaki paragrafı, gazeteci Müyesser Yıldız’ın Ekim ayında piyasaya çıkan “100 Yılın Hesabı-Türk’ü Tasfiye Planı” adlı kitabından alıntıladım. Yıldız, son yılların en orijinal çalışmalarından birini yapmış ve Türk kimliğinin Anadolu’dan tasfiyesini hedefleyen 100 yıllık emperyalist planı, güncel uzantıları ve işbirlikçileri ile bir güzel deşifre etmiş. “Batılıların Türkiye hakkında ne ‘Kürt sorunu’, ne ‘Ermeni sorunu’, ne de ‘insan hakları’ sorunu var. Onların bizatihi ‘Türk sorunu’ var. 100 yıl önce de böyleydi, bugün de böyle. Ne var ki, biz her şeyi unuttuk, onlar hiçbir şeyi unutmadı. Sultan Abdülhamit’in söylediği gibi tekerrür eden tarih değil, sadece hatalar” diyen gazeteci Yıldız, bugün Dersim isyanının hesabını sorma noktasına gelen “Türklüğü diğer etnik kimliklerden biri sayıp yanına yeni etnik kimlikler ekleme” modasının perde arkasını çok çarpıcı tarihi ve güncel örneklerle anlatıyor.

Kitabın en eğlenceli bölümü, yazarın 472 sayfalık çalışmasını tamamladıktan sonra yorgunluk uykusuna yattığı bölüm. Yıldız, bu derin uykuda ilginç rüyalar görüyor. Patakya adlı bir ülkededir. İktidara gelen yeni ekip, ilk önemli sorunla karşılaşır. Komşu ülke işgal edilecektir ve iktidarın yeni sahiplerinden “diyet” istenmektedir. Patakya halkı ve Meclis’i ikiye bölünmüştür. Çoğunluk iyi niyetle komşu bir ülkenin işgaline destek verilmesine karşıdır ama hem ülke içinde, hem de ülke dışında oyun üstüne oyun oynayanlar vardır. Fiili patron R, savaş kararının alınmasını ister ve bunun için çalişır. Resmi patron Q ise dışarıdakilere “tamam” derken Patakyalılara başka şeyler söyler. Nihai karar için bakanlarını toplar. Çok sayıda kabine üyesi adeta isyan bayrağı açarlar. Q’nun son sözü, “Duygusal olmayın, bu devlet işi, biz süreci başlatmalıyız” olur. Tüm bakanlar kararı imzalar. Bay Q, karara son şeklini vermek için GB ülkesinin liderini telefonla arar. GB’nin lideri Q’dan “savaş kararının kesinlikle çıkartılmamasını” ister. Q, bu görüşmeden sonra hiç renk vermez ama birden bire bakanların savaş kararının aleyhine konuşmalarını teşvik etmeye başlar. Karlı dağdaki gizli görüşmeyi de unutmamıştır. Belli ki, kararın çıkması için uğraşan Bay R, ayağını kaydırmak, kendi yerine oturmak istemektedir.

O gün bu gündür, birbirini “kollayarak”, tabiri caizse duvara dayana dayana yürüyenler var. Bakmayın birbirlerine “kardeşim” diye hitap etmelerine…

Gazeteci Yıldız, George Orwell’in 1984 ve Domuz Çiftliği tadında bir kitap yazmış. Şifreleri büyük bir keyifle çözüyorsunuz. Örneğin, lider eşlerine “baş açtırma sürprizinin” yapılmak istendiği o sosyete partisinin yapıldığı yeri bir yere benzettim ben.

Orası Davos olmasın?

Başını açmaya razı olan hırslı, kaşları rastıklı hanımefendi de tanıdık geldi sanki. Ey küreselleşme, sen nelere kâdirsin!

Kitaptaki diğer şifreler, çözmek de okuyucunun uyanıklığına kalmış…


Kaynak: açık istihbarat

19 Kasım 2009 Perşembe

Aşı’da Tarikat Kavgası - Meyyal UYGUR


Dedikoduların bini bin para…Erdoğan için aşıda “domuz” mamulü olduğu için karşı çıkıyor diyen de var, kendisinden habersiz “ithal”ine kızdığını söyleyen de…Başbakanın “hastalığı” sebebiyle bu aşıyı yaptırmaktan kaçındığı bile gündemde.

Polis Teşkilâtı’ndaki gelişmeler malum. Milli Görüş başta, diğer tarikatların rahatsızlığının artması sonucu FG kontenjanından bazı isimlerin harcanıp, denge sağlanmaya çalışıldığı konuşulmuştu. İşte her yerde güç, kontrol ve otoritesini kaybetmeye başladığını gören Başbakan Erdoğan’ın, Menzil Tarikatı kontenjanında da bir ayarlamaya gideceği, aşı krizi vesilesiyle Akdağ’ın kendiliğinden istifasını sağlayıp, Menzil koltuk sayısını yeniden bire düşüreceği söyleniyor.


Domuz gribi aşısında Başbakan Erdoğan ile Sağlık Bakanı Recep Akdağ arasında giderek alevlenen kavganın mahiyeti hakkındaki dedikoduların bini bin para….

Aşıda “domuz” mamulü olduğu için karşı çıkıyor diyen de var, kendisinden habersiz “ithal”ine kızdığını söyleyen de…Başbakanın “hastalığı” sebebiyle bu aşıyı yaptırmaktan kaçındığı bile gündemde.

Madem bu kadar spekülasyon var, ben de en başından beri hem Sağlık Bakanlığı koridorlarında, hem siyaset kulislerinde kulaktan kulağa yayılan bir iddiayı aktararak, katkıda bulunayım.

Ankara’da herkes Sağlık Bakanı Akdağ’ın hükümette neyi temsil ettiğini, yani hangi tarikata mensup olduğunu bilir. Sözü edilen Menzil Tarikatı…

Mahalli seçimlerden önce adı geçen tarikatın, FG kanadının etkinliği, böylesine siyasallaşması ve büyük ekonomik güç haline gelmesinden rahatsızlık duyduğu, bu yüzden AKP’den desteğini çekeceği söyleniyordu. Haliyle Recep Akdağ’ın gidici olduğuna da kesin gözüyle bakılıyordu…Ancak yine iddialara göre son anda mutabakat sağlanıp, “beraber yürüdük bu yollarda” dendi ve Akdağ, Mayıs’taki kabine revizyonunda yerini korudu.

Söz konusu tarikatın AKP içinde başka temsilcileri olsa da, Akdağ dışında ön plana çıkan biri daha var. Milletvekiliyken, Sağlık Bakanlığı’nda bir oda tahsis edildiğini, gerçekte bakanlığı onun idare ettiğini bilmeyen yoktu. İşte bu isim son revizyonda, özellikle “küresel güçler” açısından en hayati bakanlığa getirildi. Böylece tarikatın temsilci sayısı, - her ikisi de etkili, yetkili, icracı olan- birden ikiye çıktı.

Bu ön bilgilerden sonra “aşı krizi”nin önü ve arkası hakkında kulislere yansıyanlara bakalım:

- Sağlık Bakanlığı’nda, ama daha önemlisi Başbakanlık’ta aşıların ithalini Bakan ve çok yakın çevresi dışında bilen kimse yok deniyor.

- Aşının miktarı ve ödenen miktar, bu işten birilerinin çok ama çok kazançlı çıktığı şüphelerini kuvvetlendiriyor. Bu noktada da, bunca yıldır iktidara destek veren, ancak artık “Ellere var da, bize yok mu?” demeye başlayan birilerinin kollandığı, ne var ki “kollama”dan Başbakanlığın haberdar edilmemesinin bardağı taşırdığı öne sürülüyor.

-Polis Teşkilâtı’ndaki gelişmeler malum. Milli Görüş başta, diğer tarikatların rahatsızlığının artması sonucu FG kontenjanından bazı isimlerin harcanıp, denge sağlanmaya çalışıldığı konuşulmuştu. İşte her yerde güç, kontrol ve otoritesini kaybetmeye başladığını gören Başbakan Erdoğan’ın, Menzil Tarikatı kontenjanında da bir ayarlamaya gideceği, aşı krizi vesilesiyle Akdağ’ın kendiliğinden istifasını sağlayıp, Menzil koltuk sayısını yeniden bire düşüreceği söyleniyor.

AKP koalisyonu çatırdıyor mu, ne?

GDO’da Mahdum Gölgesi

Sağlık konusuna girmişken, apar topar çıkarılan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Yönetmeliği’ne de kısaca temas edeyim.

Bir yönetmelik çıkması için önce kanun ve tüzüğünün olması gerekir, değil mi? Ama AKP bir ilki daha başardı ve kanun olmadan yönetmelik çıkardı. Yani arabayı atın önüne bağladı. Acaba bu neyin telaşı?

Bu yönetmelikten önce Ulusal Biyogüvenlik Yasası’na ihtiyaç vardı. Nitekim eski Tarım Bakanı Sami Güçlü döneminde, Uluslararası Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’ne uygun bir kanun tasarısı hazırlanmış, tartışmaya açılmıştı. Tasarıda, genetiği değiştirilmiş organizmaların kimler tarafından, nasıl denetleneceği de, kanuna aykırı ithal ve üretimlerde verilecek cezalar da belirlenmişti. Mesela 6 yıla kadar hapis, milyarlarca lira para cezası vardı. TBMM Genel Kurulu’nda görev başındayken, Bakanlıktan alındığı haberi gelen Güçlü’den sonra Biyogüvenlik Yasa tasarısı unutuldu gitti.

Ve geçenlerde bir sabah, “kanunsuz” o yönetmelikle uyandık. Nedense yönetmelik yürürlüğe girdikten sonra yapılan abesliğin farkına varıldı ve Tarım Bakanı Mehdi Eker günler sonra, Biyogüvenlik Yasa Tasarısı’nın Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldığını duyurma ihtiyacı duydu. Dikkatinizi çekerim, hala ortada kanun yok, sadece imzaya açılmış bir tasarı var ama “kanunsuz” yönetmelik devrede.

Milletin ağzı torba değil ki büzesin…Yıllardır bardakta mısır başta olmak üzere GDO’lu ithalat yapan birilerinin çıkacak kanunda öngörülecek hapis ve para cezalarından kurtarılması için alelacele o yönetmeliğin çıkarıldığı iddiasının o kadar müşterisi var ki!..İster istemez tüm gözler kabinenin mahdumlarına çevriliyor!..

Spekülasyonların hepsi bir yana. Aşı ve GDO’daki şu tartışmalar bile, “Satacak bir şey kalmadı, sıra galiba sağlığımızın pazarlanmasına geldi” duygusu yaratmıyor mu?

Kaynak: Açık İstihbarat

FBI/CIA İkiz Ziyaretlerinin Perde Arkası - Açık İstihbarat Özel


Bir önceki ikiz ziyaret ziyaret Ankara polisinin çok büyük bir sahte para basım şebekesini ortaya çıkarmasından hemen sonra gerçekleşmişti.


9 Aralık 2005'te ; Ankara polisi Türkiye'nin en büyük sahte para basım şebekesini ortaya çıkardı.


Şebeke; mor ışıkta dahi ortaya çıkarılamayacak kalitede dolar banknotları basabilecek teknolojiye sahipti. Tesadüfe bakın ki, bu büyük operasyondan


5 gün sonra önce FBI, sonra CIA başkanları ardarda Türkiye'yi ziyaret etti. MİT; CIA Başkanı'nın güzergahını FBI ile içli dışlı olan Emniyet'ten bile sakladı. CIA; FBI'ı Türkiye'de yakın markaja almaya çalışıyordu.


Ve bu ziyaretin; "El-kaide, PKK, İran operasyonu" ile ilgili olduğu balonu basına salındı.


CIA'in operasyonlarını finanse etmek için uyuşturucu ticaretinden sonra en büyük kaynağının sahte dolar basımı olduğunu Açık İstihbarat o tarihte bu haberle bağlantılı olarak okuyucularına duyurmuştu. Bk: sitemiz yazarlarından Behiç Gürcihan'ın "Mortgage/Sahte Para/Uyuşturucu Üçgeninde CIA ve Türkiye"başlıklı yazısı.


11 Eylül sonrası devreye soktuğu üniterleşme planı çerçevesinde devletini konsolide etmeye çalışan ABD'nin iki düşman kardeşi FBI ve CIA bu sefer 4 sene sonra yine Türkiye'ye süpriz bir ziyarette bulundular. Bu sefer CIA kendisi değil, taşeronu olan Suudi Arabistan İstihbarat Başkanı'nı yolladı. (Sitemiz yazarı Meyyal Uygur'un bu konu ile ilgili yazısını ayrıntıları ile okuyabilirsiniz). Bu ziyaretin üzerinden bir iki gün geçmişti ki aynen dört sene önce olduğu gibi FBI Başkanı Türkiye'de ani bir ziyarette bulundu.


Ve tabi bizim basına yemlenmesi için sahte gerekçe "Demokratik Açılım" olarak beslendi bu sefer. Dünyadan haberi olmayan , haberi olsa bile prangalarından dolayı yazamayacak durumda olan basınımız bu sakızı çiğnedide durdu ta ki ABD Büyükelçiliği bile basındaki bu boş gevezeliğe dayanamayıp, yaptığı kısa açıklama ile, ziyaretin "Demokratik Açılım" ile bağlantısı olmadığını duyurana kadar.


Aslında ABD Büyükelçiliği ; bu görüşmelerde "Demokratik Açılım" konusu görüşülmedi diyerek; ABD Devleti'nin bir diğer güçlü odağının rahatsızlığını dile getiriyordu. Anlayana verilen mesaj şuydu :


"Türkiye'nin içişlerine müdahalenin siyasi sorumluluğu ABD Dışişleri'ndedir. Bu konularda CIA ve FBI ciddiye alınmamalıdır."


CIA, FBI ve ABD Dışişleri Bakanlığı arasında ABD Devleti içindeki yetki ve etki çekişmesi yılların meselesidir. Küresel güçlerin Türkiye'yi federalleştirirken , ABD'yi üniterleştirecek olan planlarının gereği ABD Devleti'nin dönüşümü ile Türk Devleti'nin dönüşümü aynı süreçte olgunlaşmaktadır.


Türkiye'ye yapılan her "ikiz ziyaret" bu bağlamda ele alınırsa daha anlamlı analizler ortaya çıkacağına eminiz; CIA taşeronu Suudi İstihbaratı ve hemen ardından gerçekleşen FBI ziyaretlerinde konuşulan konuların "Demokratik Açılım, v.s." ile ilgili olmadığına emin olduğumuz kadar.


Bu ikiz ziyaretlerde ele alınabilecek olası konulara ışık tutması açısından aşağıdaki yazıyı da dikkatinize sunuyoruz.


Açık İstihbarat


-------------- 2006.02.08 tarihli Milli Gazete'de Yayınlanan Kulis Yazısı -------------


Kuş gribi çok konuşuldu çok yazıldı. Görünen, bilinen yönleri malum.. Görünmeyen, perde arkasındaki bazı gelişmeleri de biz Kulis Ankara sütunlarından aralamaya çalıştık. Artık kuş gribine ilişkin yazılacak çizilecek pek bir şey kalmadı derken, yine ilginç iddialar ortaya çıktı. Dahası bu iddialar ilginçliğin ötesinde ses getirecek `şok iddialar`…

Her şey bir dostumuzun ziyaretiyle başlıyor. Ve `kuş gribiyle ilgili bazı perde arkası gelişmeleri siz yazdınız; bakın çok daha ilginç yönleri var bu işin` demesiyle pür dikkat kesildik. Dinliyoruz kendisini:


İki Amerikan vatandaşı güney illerimizden birinden Türkiye`ye giriş yapar. Ve bir Türk`ün rehberliğinde ellerinde kuş gribi virüs serumuyla birlikte bir çok vilayetimizi ziyaret eder. Ve bu Amerikan vatandaşları doğu illerimizden başladıkları Türkiye gezisini batı bölgelerinde sonlandırır. İki Amerikalının geçtiği illerimizde kuş gribi vakıaları da peşi sıra kendisini göstermeye başlar. Dinlemeye devam ediyoruz…

Ancak bu iki Amerikan vatandaşı yakayı ele verir ve hatta sorgulanır.


Daha sonra yukardan gelen bir talimatla sınır dışı edilirler. Ve dahası bu gelişmelerin çoğu da CIA ve FBI başkanlarının arka arkaya Türkiye`ye yaptıkları ziyaretler esnasında olur. Ve bu kuş gribi denen illet Türkiye`nin İran konusunda CIA ve FBI başkanlarının çantasındaki en önemli kozdur.


Evet bunlar önemli iddialar ama daha önemlisi ve çarpıcı olanı şimdi geliyor. Biz biraz daha materyal ve bilgi istiyor, biraz daha delillendirelim bu iddiaları diyoruz. Bunları yazmak kolay ama önemli olan mesnetli yazmak diyoruz. Bu ısrarımız üzerine dostumuz bir fatura koyuyor masaya.


Fatura İstanbul`da bir eczaneye ait. Olay fatura, Amerika`nın en önemli müttefiki olan bir ülkenin İstanbul Başkonsolosluğuna irsaliyeli olarak kesilmiş. 13.10.2005 tarihli bu faturada Başkonsolosluğa 20 paket kuş gribi ilacı satıldığını görüyoruz. Ne var bunda demeyin… Devam edelim…


Bu Başkonsolosluk önce bütün ecza depolarından kuş gribi ilacını toplamış. Sonra da sıra ecza depolarından sevk yapılan eczanelere gelmiş. Kuş gribi ilacı eczanelerden de bir bir Başkonsoloslukça alınmış. Böylece yurt çapında onbinlerce kuş gribi ilacı bir anda ortadan kalkıvermiş.

Lakin bu anlatılanları biraz daha somutlaştıralım diyoruz. Ve hemen faturanın üzerindeki telefon numarasını arıyoruz. Aradığımız eczanenin yetkilisini istiyor ve kendimizi tanıtıyoruz… Sonra:

- Beyefendi, elimizde eczanenize ait bir fatura var. Şu Başkonsolosluk`a kesmişsiniz. Bu faturayla ilgili bilgi almak istiyoruz. -Nedir öğrenmek istediğiniz?

-Faturada ilaç tam okunmuyor. -Hemen söyleyelim… Kodluyorum: Trabzon, Ankara, Manisa, İstanbul, Fatsa, Urfa… Tamiflu…

-Bu ilaç kuş gribi ilacı değil mi…

-Evet…

-Ama beyefendi, biz size daha faturanın numarasını vermeden siz hemen ilacın ismini verdiniz. Üstelik Fatura 13. 10. 2005 tarihli. Üzerinden aylar geçmiş. Nasıl olur da bu kadar emin olursunuz?


-Biz o Başkonsolosluk`a sadece bu ilacı verdik. Ve biliyoruz ki bütün eczanelerden bu ilacı aldılar. Sektörün bildiği bir şey.

Eczacıyla yaptığımız bu konuşmamız artık doğru iz üzerinde olduğumuzu ortaya koymuş oldu. Evet belli ki tuhaf bir şeyler yaşanmış ve yaşanıyor. Şimdi olayı sorularımızla toparlayalım. Bakalım cevap verebilecek kimse çıkacak mı?

-Türkiye`de kuş gribi virüsü iki Amerikalı tarafından mı yurdun belli bölgelerine bırakıldı?

-Bu kişiler yakalandı ve sorgulandıktan sonra sınırdışı edildi mi?

-CIA ve FBI başkanları, Türkiye`deki yetkililerin masasına bu hadiseyi de bir koz olarak koydu mu?

-İsmi bizde mahfuz olan bu Başkonsolosluk neden kuş gribi ilacı Tamiflu`yu toplattı.


-Türkiye`de korku günleri yaşatan ve paniğe neden olan kuş gribi uluslararası bir organizasyon mu?


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

18 Kasım 2009 Çarşamba

İHBAR DEĞİL,OPERASYON VAR…/ Ali İhsan GÜRCİHAN


Sözde bir Subay’ın gönderdiği iddia edilen ÜÇÜNCÜ MEKTUP ’tan sonra artık “İhbarcı Subay” yalanına inanmak çok zor hale geldi.

Ülke’nin en değerli kurumu Silahlı Kuvvetler’in uzun süredir sokulmak istendiği duruma baktığımızda bu kirli oyunun, öyle bir iki ihbarcı subay tarafından değil, tam anlamı ile çok özel bir güç tarafından oynandığı izlenimi ağırlık kazanmaktadır.Hem de ya çekirdekten yetişmiş istihbaratçılar ya da istihbaratçılara bile taş çıkartacak illegal özel bir grup tarafından.

Cumhuriyet ve TSK ile hesaplaşmak için yemin etmişler adına ne güzel bir ortam ve de ne kadar ucuz, ne kadar da kolay yöntemler değil mi !!…..

Ele geçen bu fırsat sayesinde,bilinen çevreler;
TSK’nin, demokrasi düşmanlığını,Yeniçeri Ocağı gibi dağıtılması gerektiğini,Genelkurmay Başkanı’nın görevden alınmasının şart olduğunu,Subay’ların kendi içerisinde kutuplaştığını bir güzel saydılar ve de sövdüler.Eski Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın deyişi ile bir nevi bağırsaklarını ve de beyinlerini boşalttılar ….
Daha doğrusu bir ifade ile,bu ikinci Cumhuriyet tayfaları ve Fetullah yanlıları tüm güçleri ile sanki karşılarında bir düşman var gibi saldırıya geçtiler.Anlaşılan o ki,hasımları ses çıkaramayacak ve de kımıldayamayacak hale gelinceye kadar da bu İhbarcılık Oyunu ’na ve saldırılara devam edecekler..

Bunları gördükçe ,İnsan Devlet adına üzülüyor..
Eğer ortada gerçekten bir ihbarcı,hele de subay denen bir ihbarcı varsa, bu adamı tespit etmekten,doğruyu ve yalanı ortaya çıkarabilmekten aciz miyiz ..?

Bir vatandaş olarak böyle aciz,anlamsız ve utandırıcı bir duruma katlanmak ve de olanlara inanmak mümkün olmadığına göre;açıkçası insan çirkin bir oyun oynandığı endişesine kapılıyor ve başka ihtimallerin olabileceğini de düşünüyor.
İşte sadece üç ihtimal.

Birinci ihtimal;
Diyelim ki bir ihbarcı var.Doğruluğu meçhul bilgilerle kendi kinini ve hainliğini kusuyor.Peki bu Ülke’nin İstihbarat ve Güvenlik Güçleri nerede? Herkesi dinleyen takip edenler,bu ihbarcıyı tespit edemiyor mu? O zaman bu güçler gerçekte ya çok yetersiz ve becerisizler,kendini özellikle deşifre etmek isteyen bir adamı bile tespit etmekten acizler.Ya da ortamın bu şekilde bulanık kalması konusunda talimat almışlar ki kimseyi bulmak istemiyorlar. Açıkçası bazı kişisel beklentilerle kendiliğinden ortaya çıkan bu adi ihbarcı,bir kısım güç odakları tarafından güzel bir fırsat olarak kabul ediliyor ve bu durum kirli hesaplaşmaları adına kullanılıyor.Hatta bazı siyasi yetkililer ile basının yaklaşımı sayesinde de ihbarcı kucağındakilerin tamamını dökmesi için dolaylı bir şekilde cesaretlendiriliyor.

İkinci İhtimal;
Doğruluğunu düşünmek istemesek bile, bir an için ihbarda iddia edilen konuların hacmi ve çapını dikkate aldığımızda bu işin,bir Subay ihbarı filan olmaktan öte tam anlamı ile TSK’ne karşı yürütülen bir SIZMA OPERASYONU olduğunu söylemek ihtimal dahilindir.Bu çapta ve detayda bir operasyonun gerçekleştirilmesi de ancak teknik imkanları olan çok özel bir istihbarat ekibi ile mümkündür ki,kimin yapabileceğini ya da yapanlara göz yumacağını düşünmek dahi utandırıcıdır ve ne yazık ki İSTİBDAT DÖNEM’lerini hatırlatan bir yaklaşımdır.Böyle bir uygulama halinde, bilgilerin ve belgelerin nasıl ele geçirildiği söylenemeyeceğine göre de,bu saldırı oyunundaki suçlamaların HAYALİ BİR İHBARCI SUBAY üzerinden yapılması ihtimal dahilindedir.Aynen geçmişte başka oyunlarda kullanılan GİZLİ TANIK uygulaması gibi.
Böyle çirkin bir uygulamanın özellikle Kamuoyu tarafından anlaşılmasını önlemek için , istenen amaca ulaşıldıktan belli bir süre sonra da,korkarım ilgili ilgisiz birisinin bu oyunun bir parçası olarak ihbarcı diye ortaya çıkarılıp harcanmasına ve olayın aklanmaya çalışılmasına da şaşmamak gerekir.

Üçüncü ihtimal;
Üçüncüsü ise daha vahim bir ihtimaldir. Hepimizi birbirine düşüren büyük proje sahibi derin güçler içimize öyle derin sızmış ve öyle ustaca çalışıyor olabilirler ki,hiçbirimiz nasıl kullanıldığımızın ve gerçekte ise nelerin döndüğünün farkında bile olmayabiliriz.Sıranın bir gün bize geleceğini görmeksizin derin güçler adına birbirimizi kırıp döküyor ve kendi elimizle kendi yuvamızı yıkıyor olabiliriz.

Kısacası;
Hangi ihtimal doğru olursa olsun,son zamandaki bu gelişmeler,bir Subay ihbarı üzerinden açıklanabilecek ve gerçeği tam olarak yansıtabilecek bir durum değildir.
Tam aksine gerçekte bu işin,DERİN GÜÇLER tarafından uzun bir süredir ”DEVLET’e ve özellikle TSK’ne KARŞI YÜRÜTÜLEN OPERASYON FAALİYETİ’nin” bir parçası ve de son safhalarından biri olma ihtimali daha kuvvetle muhtemeldir.

17 Kasım 2009

Kaynak: Ali İhsan GÜRCİHAN

17 Kasım 2009 Salı

Suudi İstihbarat Başkanı Çankaya’da Ne Aradı? Meyyal UYGUR


Sorular ortadadır:

- Mugrin, haber mi getirdi, haber mi götürdü?
- Çankaya Köşkü’nün, bu arka kapı temasları neyin nesi?
- Gül, İran hazırlıklarının neresinde?

-Erdoğan, İran ve içeriye, Gül de dışarıya karşı mı
“iyi polis”lik yapıyor?

Koru/Kıvanç bile,
“Oyun giderek büyüyor galiba; hazırlıklı olmak şart…” diyor. Galibası yok, oyun çok çok büyük…


TSK karargâha hapsedildi…70 milyon, ıslak belge, andıçlar, tele-kulakla iştigalde…Türkiye’nin mayın eşeği yapıldığı, giderek yaklaşan “Ortadoğu Ateşi”nin sıcaklığını hisseden yok!..

Erdoğan’ın İran’a arka çıkması, “Türkiye’nin ekseni mi kayıyor?” şeklinde bir kayıkçı kavgası başlattı ya, ardındaki hikmet bu ateşi gizlemek…Yoksa birileri taa AKP’nin 22 Temmuz seçim “zaferi”nden hemen sonra Türkiye’nin “eksen değiştiriyor-muş” gibi yapmasına karar verdi. Sizi bu konuda hazırlanan raporlara boğmayıp, özetini aktaracağım. Resmi-gayrı resmi, etkili-yetkili çok sayıda isim, ABD-AB’nin, başta Suriye ve İran, Orta Doğu’ya ekonomik, siyasi, askeri girişinin ancak Türkiye üzerinden ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla olabileceğini konuştu. En büyük handikabın, Türk Milleti’nin PKK yüzünden Batı’ya duyduğu güvenin dibe vurması olduğu vurgulandı, bunun tamiri ve “İleride bağımsızlığa yönelecek Barzani Kürdistan” için PKK’ya karşı bir şeyler yapılması gerektiği konusunda görüş birliğine varıldı. Türkiye’nin yeniden “stratejik ortak”lıkla şereflendirilmesi için de ABD ve AB’den ziyade, NATO’nun devreye sokulması kararlaştırıldı. Ve şu hüküm verildi:

“ABD’li politika yapıcıların işlerini, daha bağımsız düşünceli ve iddialı Türkiye ile halletmeye alışması gerekecek. Bu özellikle ABD’nin, Türk askerini Orta Doğu’yu düzenleme faaliyetlerinde kullanma yeteneğini etkiler. Türkiye askerinin, ABD tarafından Orta Doğu ve Körfez’i düzenlemede kullanılmasına –Bu operasyonların NATO veya Türk ulusal çıkarlarına hizmet etmesi hariç- karşı oldukça ihtiyatlı görünüyor.

Yani eksen değiştirme falan değil, malum eksenin daha büyük hesaplarına, “bağımsız” irademizle, “politika belirleyici” olarak katılıyoruz imajının verilmesi söz konusu. Zaten Dışişleri Bakanı Davutoğlu, sadece 2 ay önce, “Obama ile yüzde 100 uyum içindeyiz” dememiş miydi? 2 ay içinde bir olumsuzluk yaşanmadığına, aksine Obama’nın listesi harfiyen yerine getirildiğine göre, niye “eksen değişsin” ki?..İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi David Reddaway da, üstelik ülkesi adına yaptığı, “Türkiye’nin tutumu, AB ve ABD için tamamlayıcı nitelikte” şeklindeki açıklamayla, gerçeği söylemiş olmadı mı?

Uranyum Oyunu

Gündemdeki İran uranyumun Türkiye’de depolanması adımına kısaca değineyim. Bunu biz düşünmüş ve istemişiz gibi takdim ediliyor. Oysa önce Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Baradey teklif etti. Ardından, son 6 ay içinde, kritik “açılımlar” üzeri Türkiye’ye resmi-gayrı resmi ziyaretlerde bulunan ABD Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Philip Gordon, bir gün sonra da Davutoğlu’ndan duyduk…

Erdoğan’ın İran’a gidişi falan; şu süreç neye benziyor biliyor musunuz? Birincisi, yine Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun devrede olduğu, Irak’ın sahte belgelerle işgaline…En önemlisi ise Gül’ün de geçenlerde itiraf ettiği gibi, sahte belgeler bilindiği halde Türkiye’nin, Saddam’ı, ABD’nin isteklerini kabul etmek için son ana kadar “uğraşması, arabuluculuk yapması”, sonra da o sahte belgelere rağmen, 1 Mart tezkeresini TBMM’ye sunmasına!..

Görünen o ki İran, Türkiye üzerinden atılan bu son adımı da kabul etmezse, tepesine çökecekler. Obama’nın, “İran için zaman daralıyor” uyarısı bundan!..

ABD: Gül Çok Profesyonel

Tablonun iyice netleşmesi için yine 2006-2007’ye dönmem gerekiyor. Temmuz 2006’da, şimdi Philip Gordon’un oturduğu koltukta oturan Matt Bryza, şöyle diyordu:

“Dışişleri Bakanı Gül ile ilgili hiçbir kaygımız yok. Çok profesyonel…İran konusunda, Türkiye ile stratejik ittifakımızın sağlam olduğunu düşünüyoruz.”

AKP’nin 22 Temmuz seçimleri zaferi ve Gül’ün Cumhurbaşkanı yapılmasının ardından ABD’nin bir diğer Müsteşar Yardımcısı Nicholas Burns de, (Bu konuşmadan hemen sonra Türkiye’ye gelip, Gül, Erdoğan ve Bartholomeos’la görüştü) Atlantik Konseyi’nde şunları söylüyordu:

“Türkiye ‘tarihi’ seçimleri tamamladı. Türkiye, şimdi içeride yenilenme ve büyüme, dış politikada daha büyük sorumluluklar üstleneceği bir döneme giriyor…Gül ve Erdoğan güvenilir isimler. Bize verdikleri sözleri tuttular. Daima ABD’nin iyi müttefikleri oldular. Bu ilişkileri geliştirmek için çok çalıştık…ABD, Gül ve Erdoğan ile mükemmel ilişkilerin devam etmesini bekliyor…Türkiye’nin, Ortadoğu’da çok uzun bir tarihi var. Tanzimat dönemiyle başlayan bir reform sürecinden geçti ve Müslüman bir toplum içindeki en başarılı laik demokrasidir. Bunun, Geniş Orta Doğu için de olumlu yankıları var. Türkiye, bölgesel liderlik rolünü üstlenebilir…Irak, İran ve Suriye’ye komşu olan Türkiye’nin, 2008 yılında ABD ile bağlantısı çok daha önemli hale gelecek. Türkiye, bizim Geniş Orta Doğu’daki çıkarlarımız için kritik önemde. Türk yetkililerinin, dünyanın bu bölgesindeki stratejik zorluklara cevap verilmesinde katılımcı olmasına ihtiyacımız var…Orta Doğu’da barış ve güvenliğin geleceği, başta Türkiye ve ABD olmak üzere diğer ülkelerin vereceği doğru kararlara dayanıyor…

Suudi İstihbarat Başkanı Çankaya’da

Şimdi size satır arasında kalan iki haberi aktarmak istiyorum.

Suudi Arabistan İstihbarat Servisi Başkanı Prens Mugrin Bin Abdulaziz Al Saud, 28 Ekim günü Çankaya Köşkü’ne çıkıp, Gül’le görüştü. Bu görüşme günlük programda duyuruldu, ama basına kapalıydı. İddialara göre, Mugrin, başka hiç kimseyle görüşmemişti!..

İkinci istihbarat, Gül’ün kankası Fehmi Koru’nun 16 Kasım’da Taha Kıvanç imzasıyla yazdıkları arasından çıktı. Obama-Netanyahu arasında neler olup, bittiğini merak eden Koru/Kıvanç, İsrail İstihbaratına yakın Debkafile isimli internet sitesinde ufak bir araştırma yapmış ve şu “bomba gibi haberi” görmüş:

“Ürdün istihbaratının başı General Muhammed Baqed bu ayın ilk haftasında Amman’da bir toplantı düzenlemiş. Toplantıya Mısır İstihbarat Örgütü Başkanı Gen. Omar Sulaiman davetliymiş...CIA ve ABD askeri istihbaratın ileri gelenleri de katılmış...En büyük sürpriz; İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın başı Meir Dagan ile askeri istihbarat şefi Gen. Amos Yadlin de toplantıda bulunmuşlar...”

Bizim için asıl önemlisi bundan sonrası!.. “Mısır İstihbarat Örgütü Başkanı Gen. Omar Suleiman toplantı sonrasında uçağa atlayıp, Riyad’a gitmiş ve Suudi Arabistan İstihbarat Örgütünün Başkanı Prens Moqrin bin Abdulaziz’i bilgilendir”miş!..

Debkafile, Ürdün’deki o devlerin istihbaratı toplantısının tarihini “saptırmış” olabilir mi, bilemeyiz…Ancak şu kesin, Suudi Mugrin, o toplantıdan hemen önce veya sonra Türkiye’ye geldi ve sadece Gül’le görüşüp, gitti.

ABD Derin Devleti’nin “Beyni” de Çankaya’da

Gül’ün, yine basına kapalı ikinci dikkat çekici kabulü, 17 Kasım (bugün) saat 15.00’te, Türk-Amerikan Konseyi Başkanı Brent Scowcroft ve heyetiyle görüşmesidir. ABD derin devletinin “beyni” diye bilinen Scowcroft, hep en kritik zamanların, en önemlisi ziyaretçisi oldu. (Aktütün saldırısından hemen sonra gibi)

Çok sayıda ABD Başkanına ulusal güvenlik danışmanlığı yaptı, halen Obama’nın güvenlik ekibinde…Kara harekatı sırasında Türkiye’ye, “Derhal Kürdistan’dan çıkın” talimatı veren Bush ve Obama’nın Savunma Bakanı Gates’in, “Gerçek Dışişleri Bakanımız…Çocukluğumdan beri onun yanında çalışıyorum” sözleriyle anlattığı…”Türkiye’deki aşırı milliyetçilikten rahatsız”lık duyan…“Türkiye bizim için kendi haline bırakılamayacak kadar önemli ve değerli bir ülke” diyen…“Kürt ve Kürdistan açılımlarının” mimarı bir isim..Nisan ayında yaptığı, “Geçmişte PKK’yı İran’a karşı kullandığımız doğru. Washington’ın artık örgüte ihtiyacı kalmadı. İran’la diyalog istiyor. Bu nedenle PKK’nın tasfiyesini destekliyor” açıklaması da unutulacak gibi değil!..

Dün Suudi Mugrin, şimdi Scowcroft…Sorular ortadadır:

- Mugrin, haber mi getirdi, haber mi götürdü?
- Çankaya Köşkü’nün, bu arka kapı temasları neyin nesi?
- Gül, İran hazırlıklarının neresinde?
-Erdoğan, İran ve içeriye, Gül de dışarıya karşı mı
“iyi polis”lik yapıyor?

Koru/Kıvanç bile, “Oyun giderek büyüyor galiba; hazırlıklı olmak şart…” diyor. Galibası yok, oyun çok çok büyük…

Kaynak: Açık İstihbarat

‘Dersim’in Altı Kelek!..- Meyyal UYGUR


“Dersim Dört Dağ İçinde” türküsünün bir mısraı, “Dersim’in altı kelek”tir. Burada kast edilen “olgunlaşmamış kavun, karpuz” olmalı. Ama ben bu anlamda değil, amiyane tabiriyle “Dersim” üzerinden Türkiye’ye yapılan, yapılacak “kelek”leri anlatmak istiyorum.

Birilerinin bir süredir sistematik bir biçimde yürüttüğü, bugünün değerleriyle, dünü yargılama, eski acıları kaşıyıp, kanatma yanlışlığına düşmeden sade bir şekilde soralım. Atatürk zamanında Dersim’de “isyanlar” yaşandı mı? Yaşandı…Bu isyanlar bastırıldı mı, hatta operasyonlara Ata’nın manevi kızı Sabiha Gökçen de uçakla katıldı mı? Evet. Neticede, “Dersim”in adı, bizzat Atatürk tarafından “Tunceli” yapıldı mı? Yapıldı. Ve isyanın elebaşı Seyid Rıza ile arkadaşları asıldı mı? Asıldı!..

Bir süredir içeriden, dışarıdan, “geçmişimizle yüzleşmemiz, suçlarımızı kabul etmemiz” isteniyor. Bunların başta geleni, malum “Ermeni soykırım” iftirası. Ne kadar mesafe alındığını görüyoruz!..

Sıra “Dersim”deydi. Ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in, “Kürt açılımı” görüşmelerinde, olayların mahiyetine ilişkin herhangi bir yorum yapmadan “Dersim” örneğini vermesi, bu hazırlıkları yapanların işini sadece kolaylaştırdı. Yani Öymen, söz etmeseydi bile konu bir şekilde Türkiye gündemine taşınacaktı.

AB ve ABD’nin uzunca bir süredir Alevileri “Dinsel azınlık” saydığını, Türkiye’nin de bunu kabul etmesini istediğini aklımızdan çıkarmadan, şu olaylar silsilesine bakalım:

13 Kasım 2008’de Avrupa Parlamentosu’nda, “Dersim Soykırım” toplantısı düzenlendi. Toplantıyı düzenleyenler, PKK-DTP’liler, Ermeniler ve AB’den maddi ve manevi yardım alan kökü dışarıda bir takım Alevi dernekleriydi. Toplantı davetiyeleriyle Tunceli’nin adı yeniden “Dersim” yapıldığı gibi, 1937 ve 1938 yıllarında yaşananların “soykırım” olduğu öne sürüldü. Bu “soykırım”ın, “Avrupa ve dünyanın bilincinden hiç silinmediği” belirtilerek, şu iddialarda bulunuldu:

“1937 ilkbaharında Türk ordusu, Alevi Kürtlerin yaşadığı Dersim bölgesinde köyleri yaktı, on binlerce sivili, erkek, kadın, çocuk demeden öldürdü. Kurtulanlar sürgüne tabi tutuldu, Dersim nüfusu azaltıldı. Bu merhametsiz faaliyetlerin sebebi Kürt, Alevi ve Kızılbaş olmalarıydı. Üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen, Türkiye, diğer Kürt soykırımları gibi, bu soykırımı tanımada da isteksiz. Binlerce insanın ölümünün sorumluluğu asla kabullenilmedi ve bunlar ortaya çıkarılmadı. Yaralı aileler asla geçmişlerini bulamadı. Halen binlerce insan, aile ve yakın arkadaşlarının akibetini bilmiyor. Türk Devleti tarafından alınan çocukların nerede olduğu bilinmiyor. Benzer olayları yaşayan ve soykırım yapan bir çok ülke, adaletsizliği kabul edip, özür diledi. Buna rağmen Türkiye, Ermeni soykırımında olduğu gibi, karşı çıkmaya ve ‘olmadı’ stratejisi izlemeye devam ediyor.”

Avrupa’nın artık alıştığımız hezeyan ve toplantılarından biri diye düşünmeden önce devam edelim.
PKK’dan Gül’e “Dersim” Mektubu

“Kürt açılımı”nın başlaması ve Bitlis’in Güroymak’ını “Norşin” yapmasının ardından yurtdışındaki PKK Derneği “Kürdistan Dernekleri Birliği-KOMKAR”, 26 Ağustos’ta, Gül’e bir mektup gönderdi. Mektupta, Gül’ün “Norşin hitabının takdire şayan olduğu” ifade edilip, özetle şu taleplerde bulunuldu:

- Sorunun çözümü için, Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesinin bir biçimi olan federal sistem Türkiye koşullarında en gerçekçi çözüm olacaktır…Değiştirilen coğrafi isimlerin iadesi bu alanda atılacak önemli adımlardan biridir…

- Şeyh Said, Seyid Rıza ve Said-i Kürdi (Said-i Nursi) gibi saygın Kürt ulusal ve dini önderlerinin mezarlarını ziyaret edip dua okumak veya saygı duruşunda bulunmak hakkına bile sahip değiliz…Biz, aşağıda imzası olan kişiler olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne dedelerimizin naaşlarının nerede olduğuna dair gerçekçi bir açıklama yapma çağrısında bulunuyor, dedelerimizin mezarlarının yerini bilmek istiyoruz…

KOMKAR’ın, “Dedelerimizin Mezarlarının Nerede Olduğunu Bilmek İstiyoruz” başlık imza kampanyasına, şimdilerde Erdoğan’ın, Türkiye’ye gelmesi için ayağına iki bakanını göndereceği Şivan Perver’in yanı sıra, Yaşar Kaya, Kemal Burkay’ın da destek verdiğini vurgulayıp, devam edelim.

Ve Abdullah Gül, Kasım ayı başında Tunceli’ye gitti…Atatürk’ten sonra burayı ziyaret eden ikinci Cumhurbaşkanı olduğuna dikkat çekildi. Adını Atatürk’ün verdiği Tunceli’de, “Dersim’e hoş geldin” pankartıyla karşılandı. DTP’li Belediye Başkanı ve DTP milletvekillerinin, Tunceli’nin adının yeniden “Dersim” yapılması talebine, “Referandum yapılsa, halk ne der?” sözleriyle yeşil ışık yaktı. “Cemevi”ne ayakkabılarını çıkararak girdi ve “Alevi açılımı”na damgasını vurdu!..

Tunceli’de bir şey daha oldu. Başbakanlığın “fişlediği” Akşam’ın acar Gazetecisi Ali Ekber Ertürk’ün tespitine göre, burada Gül’e, sivil toplum örgütleriyle yaptığı özel görüşme sırasında elden bir mektup daha iletildi. Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu Başkanı Yaşar Kaya imzalı mektupta, şöyle deniliyordu:

“Dersim olaylarında çoğunluğunu çocuk ve kadınların oluşturduğu 40 ila 70 bin kişi öldü. Dersim insanı küskündür, kırgındır, buruktur. Halkımız 71 yıldır devletten özür bekliyor. Bu özür, barış güllerinin açılmasına hizmet edecektir…Tarihle yüzleşme, devletleri ve toplumları küçük düşürmez, aksine saygınlık kazandırır. Türkiye ancak kendi tarihi ile yüzleşerek medeni ülkeler arasındaki yerini alabilir…1938 tarihinde evlatlık verilen, çocuk esirgeme yurtlarına bırakılan ya da dönemin yetkililerince kendi üzerlerine kaydedilen Dersimli yetim çocukların tam listesi açıklanmalıdır. Batı illerine sürülen Dersimli’lerin tam listesi açıklanmalıdır…15 Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim’in önderlerinden Seyid Rıza ve arkadaşlarının mezar yerleri aradan 72 yıl geçmesine rağmen hala açıklanmadı. Mezar yerleri açıklanmalı ve naaşların aile mezarlığına defnedilmesine izin verilmelidir. Bu insani bir görevdir.”

İşte bu mektubu alan Gül, “ilgileneceğim” dedi.

Ve Yaşar Kaya ile arkadaşları, Seyid Rıza’nın idam edilmesinin yıldönümünde Avrupa’da toplanıp, “Biz seyitlerimizin mezarlarını Dersim’in kutsal topraklarına getirmek, kendilerine anıt mezar yapmak istiyoruz” çağrısında bulundu.

Ve dahi Avrupa Parlamentosu Sol Grubu, 19 Kasım’da, “Dersim 1937-1938 Aleviler ve Devletin Rolü” başlıklı bir konferans düzenleyeceğini açıkladı. Toplantıda, AP milletvekillerinin yanı sıra, Erdoğan Aydın, Faik Bulut, Oral Çalışlar ve Sema Kaygusuz konuşacakmış.

Tüm bunlardan sonra düşünüp, soralım;

- “Dersim” operasyonunda, “soykırım” iftiralarının hedefinin artık doğrudan Atatürk olduğu görülmüyor mu?

- Tunceli’ye “Dersim” adının verilmesine açık, isyancılara iade-i itibar taleplerine sessiz destek, Atatürk’ün karar ve tasarruflarının tartışmaya açılması değil mi?

- Uzunca bir süredir bölücü terör örgütünün eylemlerini bilmem kaçıncı “Kürt isyanı”, teröristleri, “isyancı, gerilla” yapanlar peydâh oldu. Dersim için de “isyan” deniyor. Şimdi Dersim olaylarının böyle masaya yatırılması, işin “soykırım” iftirası boyutuna getirilmesi, dahası bu yaklaşımların devlet katında kabûl görmesi PKK terörüne karşı yürütülen mücadelenin de –ki artık özellikle dış mahfillerde açık açık söyleyenler var- rahatlıkla “soykırım” zeminine çekilmesini sağlamayacak mı?

- Bir taraftan Onur Öymen, öbür taraftan Canan Arıtman üzerinden “Sarı Öküzler” vermeye zorlanan CHP’ye savaş ilan edildiği, Aleviler’in sadece CHP değil, Atatürk’le arasının açılmasına çalışıldığı anlaşılmıyor mu?

Bakın, “Dersim”in altından da ne “kelek”ler çıktı!..

Kaynak: Açık İstihbarat

16 Kasım 2009 Pazartesi

Açık İstihbarat Pamukoğlu'nu İki Sene Önce Uyarmıştı...


Açık İstihbarat ; tam iki yıl önce, "1 Milyon İhaleleri ve Pamukoğlu Paşa" yazısı ile uyarmıştı Pamukoğlu'nu aşağıdaki sözlerle :


"Aman Paşam; dikkatli olun.


Taktik/stratejik dehanınıza çok güvendiğinizi biliyoruz ama asker naifliğiniz en zayıf halkanızı oluşturuyor ve sizi adım adım siyasete ısındıranları, adım adım egonuzu işleyenleri lütfen çok iyi tartın.


Türk siyasi tarihi; "yeni parti" , "yeni lider" ; "asker lider" mezarlığıdır ve sizi "yeni parti" yoluna sokanlar bunun fazlası ile farkındalar.


"O zamanlar bu yazıyı Pamukoğlu'na telefonda ispiyonlara Osman Pamukoğlu; "ne yapmaya çalışıyor bunlar" şeklinde tepki vermişti.


Ne yapmaya çalıştığımızı bugün Nevşehir'deki "mitinginizde" gördünüz....


Mitinginize topu topu 50 kişi katıldı. Sayı ile 50 kişi.


Televizyon ekranlarında Internet üzerinde aldığınız onbinlerce destek mesajını böbürlenerek anlattığınızı gördüğümüzde içimize kurt düşmüştü. Çevrenizdeki insanlarla konuşmuş ve sizi Akmerkez merkezli profesyonel bir ekibin bir siyasi proje çerçevesinde işlemeye başladığını tespit etmiştik.


Hakkari'nin bir bölgesinde iki sene kalıp da; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bütün terörle mücadele tecrübesini şahsileştiren veya sizin nezdinizde şahsileştirenlere ses çıkarmayan tavrınızı görünce de, çevrenizi saran ekibin sizin yumuşak karnınızı çok net tespit ettiğini farketmiştik .


O sizin; "ne yapmaya çalışıyor bunlar" diye tepki verdiğiniz yazı sizi uyarmak için yazılmıştı.


O çevrenizdeki "destek" halesine ve Internet'ten yağan destek mesajlarına güvenmeyip; Türkiye'de siyasetin ne büyük bir puşt zulası olduğunu ve Türk siyasi tarihinin tam bir asker mezarlığı olduğunu hatırlatmak için...


Internet üzerinde 1 milyon kişiyi hedefleyen Tuncay Özkan, Beşiktaş Adliyesi'nde tutuklanıp götürülürken, kaldırımda "Biz Kaç Kişiyiz" hareketinden topu topu 50 kişi vardı...


Boğazlıyan Kaymakamını Beyazıt Meydanı'nda asan bir avuç askerdi. Ağlayarak meydanda izleyen ise binler. Tek bir tanesi Kemal Bey'i ipten almak için adım atmadı ama cenazesini elleri üzerinde mezarlığa kadar taşıdı.


Bu dramatik hikayenin daha modern versiyonunu Adnan Menderes tecrübe etti...


O yüzden Açık İstihbarat olarak bir kez daha uyaralım Paşam...


Bu ülkede cenazenize, düğününüze gelen binler; e-posta kutunuza düşen onbinlere güvenerek siyasete girerseniz sonuç hüsran olur.


Lütfen bir an için çevrenizden ve o çevrenin size tuttuğu ve anladığımız kadarı ile çok hoşlandığınız dev aynalarından kurtulun.


Siyaset yaptığınız zeminin kayganlığını ve siyaset yaptığınız kitlelerin doğasını doğru teşhis etmeniz dileği ile.


Kaynak: Açık İstihbarat

15 Kasım 2009 Pazar

Erdoğan'ın konuşmasındaki gizli mesaj: ''Kurucu Meclis'' / Fatma Sibel YÜKSEK


“Herhangi bir grup konuşmasından farkı yoktu” diyen de var, her zamanki hamaset ve belagât yüklü konuşmalardan biri sayan da.

İçişleri Bakanı Atalay’ın konuşmasını, “Asıl tafsilatlı açıklamayı Başbakan yapacak” diyerek bitirmesi, açılımın somut unsurlarının en sonunda ve nihayet Başbakan tarafından duyurulacağı umudunu doğurmuştu ki bu da olmadı.

Başbakan, beklentilerin aksine muhalefete ağır sözlerle çatan ve ağırlıklı olarak hükümet icraatından bahseden bir konuşma yaptı. Konuşma içerisinde birbirinden o kadar farklı konular vardı ki o sırada telefonda görüşmekte olduğumuz Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Kundakçı’ya “Sözün nasıl olup da hızlı trene geldiğini anlayamadım ben” demek zorunda kaldım.

Başbakan’ın konuşması bittiğinde, “açılım” konusunda “Tafsilatlı açıklamayı Başbakan yapacak” diyen Beşir Atalay’ın aslında daha fazla “tafsilat” verdiğini anladık. İnsan Hakları Komisyonu’nun bağımsız bir yapıya büründürülmesi, cezaevlerinde herkesin ana dilinde konuşabilmesi gibi… Hoş, bunları da ne kadar “açılım” olduğu tartışılır. PKK bu “açılımları” duyunca silah bırakma hazırlıklarına başlamıştır herhalde(!)

Şimdi asıl konuya gelecek olursak…

Gözlerden kaçan bir şey var ki o da şu: Erdoğan’ın konuşması aslında “açılım” konusunda bugüne kadar verilmiş mesajların en önemlisini veren bir konuşmaydı; çünkü Başbakan bu Meclis ile 1. Meclis arasında ilk kez bağlantı kurdu.

Önce o sözlere bakalım:

“Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923'te ne kadar büyük düşündüyse bu gün de büyük düşünmek durumundadır. Küçük meselelere takılıp kalamayız.

Atatürk'ün en büyük başarısı bütün problemleri TBMM çatısı altında paylaşmak olmuştur. Bu Meclis, Gazi bir Meclis'tir. Açıldığı 1920'den beri bu Meclis, ülkenin top yekün sesi olmuş, bu ülkenin bütün sesini nefesini çatısı altında birleştirmiş bir meclistir. Meclis 89 yıl öncesine geri dönemez. Varlık, yokluk mücadelesi veren bir millete ayağa kaldıran bu Meclis her sorunun konuşulacağı yer olacaktır.”

Birinci Meclis’in özelliği, Başbakan Erdoğan’ın söylediği gibi “ülkenin bütün renklerini” bünyesinde birleştirmiş bir Meclis olmasıydı. Cumhuriyet’in temel mutabakatı orada oluştu ve Cumhuriyet o Meclis’in iradesiyle kuruldu. Erdoğan’ın üslubuyla söyleyecek olursak, “Kürdü, Lazı, Boşnağı, Çerkesi o Meclis’te temsil edilmekteydi. (Şimdi nasıl olduysa “Romenler” de eklendi!) Mustafa Kemal bu tarihi fırsatı değerlendirdi ve Türk Milleti’nin “toplumsal sözleşmesini” orada yakaladı.

Peki Erdoğan, bu hatırlatmayı yaparken ne demek istedi?

Tahminimizce şu mesajı verdi:

“Bu Meclis’te de Kürtler (DTP) temsil edildiğine göre yeni bir “kuruculuk işlevi” gündeme gelmiştir; dolayısıyla bu Meclis, tıpkı 1920’deki gibi bir ‘kurucu Meclis’ olabilir.”

Başbakan’ın bu benzetmesi, gördüğümüz kadarıyla açılım yanlısı medyanın da, açılım yanlısı olamayan medyanın da dikkatinden kaçmış. Konuşmanın bu bölümünü başlığa çıkaran kimse yok. Başbakan açıkça devletin temellerinin yeniden ve bu Meclis’çe kurulabileceğini savunuyor ki, “açılım” dediğimiz ve aylardır filin hortumu gibi hepimizin ayrı bir tarif yapmaya çalıştığı konunun şah damarı da burasıdır.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “tarihi fırsat” derken neyi kastetmiş olduğu da böylece berraklaşmış oluyor. Bu Meclis’e “kurucu Meclis” misyonu yükleyip devletin temel ilkelerini burada yeniden yazmak istiyorlar.

Peki öyle midir? Yani bu Meclis, gerçekten 1. Meclis’in misyonunu yüklenebilir mi?

Açılım oturumunda ortaya çıkan manzaraya bakılırsa, bu Meclis değil yeni bir “toplumsal mutabakat” tesis etmek, kooperatif bile kuramaz…


14 Kasım 2009 Cumartesi

ZORBA DEMOKRATLIK…/ Ali İhsan GÜRCİHAN



Demokrasi çığlığı atarak boy gösterisi yapanların,
hak ve hukuk ile uzaktan yakından ilgilerinin olmadığını,
işlerine gelen noktada hepimizi hiçe sayarak insan hak ve özgürlüklerini nasıl çiğnediklerini görüyor ve duyuyorduk da ….!
Açıkçası bu kadarını da beklemiyorduk.

Şimdi de öğrendik ki;
Şu andaki Meclis Başkanı’nın, Adalet Bakanı olduğu dönemde, hem genel dinleme kararı hem de birçok hâkim ve savcı ile ilgili özel dinleme kararları alınmış.

Hukuki detayda bir şey iddia edecek otorite değilim ama, en azından bir vatandaş olarak şunu söyleyebilirim ki :
Eğer en üst düzeyde görev yapan yargı mensupları hakkında dinleme kararı alınacak kadar şüphe ediyorsanız, ortada çok ciddi iddialar var ve sizlerin de bu iddialar doğrultusunda olumsuz bir kanaatiniz oluşmuş demektir.

Her ne ise yetki elbette bunu yapanlarda. Ancak ;
Sözde gizli kalması gereken işler, yasalar hiçe sayılıp basına sızdığına ve ele yüze bulaştırılıp kişilerin değil de özellikle Devlet’in yıpranmasına neden olunduğuna göre; ben de şimdi bir vatandaş olarak açıkça soruyorum ve gerçeği öğrenmek istiyorum.

Bu üst düzey Yargı Mensupları ile ilgili kim tarafından ne gibi iddialar ileri sürüldü de, haklarında dinleme kararı alındı ve sonuçta ortaya ne çıktı?

Eğer Yargı’ya ve Devlet’e olan güvenin tamamen yitirilmesini istemiyorsanız, bu olanların cevabını vermek zorundasınız.

Ya ortaya çıkın;
Dinleme kararınıza esas iddialar ve sonuçları ile ilgili gerçeği kamuoyuna açıklayın. Biz de ak ve kara nedir bilelim…

Ya da ;
Gerçeklerle hiç ilgisi olmayan sözde demokrasi söylemlerinizi artık terk edin ve demokrasiye yakışmayan davranışları da lütfen bir kenara bırakın…

Çünkü;
Zorba yaklaşımların, meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir ortamda, siz ne derseniz deyin, demokrasiye inanmak ve ona güvenmek artık gerçekten çok zor oluyor ve ne yazık ki bize baskıcı rejimleri hatırlatıyor.

14 Kasım 2009


Kaynak: Ali İhsan GÜRCİHAN

13 Kasım 2009 Cuma

Erdoğan’ın Telefonlarını Kim Dinledi, Kim Sızdırdı?- Meyyal UYGUR


Yargıtay’ın dinlendiğinin de ortaya çıkmasından sonra bütün gözler ve eller “1 Numara” olarak Başbakan Erdoğan’ı göstermeye başladı. Hem acele edin, hem etmeyin!..Çünkü 1’den fazla “1 numara” var, ama neticede hepsi tek bir “patrona” hizmet ediyor!..

- Onlarca insan sadece telefon konuşmalarından dolayı Silivri’ye tıkılıp, hayatında cep telefonu kullanmamış İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu da, “Cep telefonu kullanmadıklarına göre, gizlenmeye çalışıyorlar” iddiasıyla “Örgüt lideri” ilan edilirken,

- AKP hakkında kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçın, değil odasında böcek aratacak, selam verecek kimseyi bulamazken,

- Kara Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Reha Taşkesen, sadece telefonları değil, 24 saati izlenip, istifa ettirilirken,

- Ergenekon davasının eninde sonunda önüne geleceği Yargıtay’daki ilgili daire başkanları 1 yıl önceden dinleme ve izlemeye alınırken,

- PKK baskınlarından naklen yayın yapılırken,

- TSK Karargâhı BBG evine çevrilirken,

Başlarını yorganın altına sokanlar, “neredeydiniz” diye sormayacağım!..

* * *

Her şey 2002’yi, 2003’e bağlayan o kış günlerinde, emperyalizm dayatması Annan Planı’nın, efsanevi Lider Rauf Denktaş’a kabul ettirilmesi çabalarıyla başladı. AKP iktidarı, Denktaş’ı kabule zorluyor, TSK ise karşı çıkıyordu. Neticede Denktaş’a New York’ta hasta yatağında o plan kabul ettiriliyor, bu arada sağlığından daha doğrusu can güvenliğinden endişe duyulan Denktaş apar topar Türkiye’ye getirilip, GATA’ya yatırılıp, sağlığına kavuşturuluyordu.

Şimdi “Ergenekon- 2” iddianamesiyle önümüze ne konuyor? Denktaş’a planı reddetmesini söyleyen dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’muş!..

Filmi yeniden geriye saralım. Tarih 3 Aralık 2005. Dışişleri Bakanı Gül, Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut ve Ankara Temsilcisi İsmail Küçükkaya’nın sorularını cevaplandırmaktadır. Şöyle bir şey söyler:

“Denktaş’a ‘Sen evet de, Rumlar hayır desin’ demiştim. Kabul etmişti. Odamdan çıktı, havaalanına gidene kadar birileri telefon edip, görüşünü değiştirtti.

Gül, Serdar Turgut’un “Kim telefon açmış?” sorusunu da “Onu tarih yazacaktır. Bunların kimler olduğunu biliyoruzdiye cevaplandırır.

Bu röportajdan, Gül’ün, Türkiye, Kürtlere ağabeylik yapacak. K. Irak bizim ilgi alanımız, hinterlandımızdır…(Şemdinli olayıyla ilgili olarak) Hukuk hepimizi bağlıyor. Kurumsal olarak da, bireysel olarak da. Hepimiz hizaya geleceğiz. Türkiye çok değişti. Türkiye’nin kuralları değişti. Yeni kurallara göre yaşamaya alışacağız şeklindeki sözlerinin altını çizdikten sonra, ana konumuzla ilgili ilk sorularımızı soralım:

1- KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı veya iddianameye göre Şener Eruygur’u dinleyen kimlerdi? “Ergenekoncular” kendi kendilerini mi dinletmişti, aynı “cephede” olduklarına göre, bundan ne çıkarları vardı?

2- Peki Gül’ün bu telefondan, üstelik Denktaş’ı arayanın kimliğine kadar nasıl haberi olmuştu? “Ergenekoncular”, Gül’e mi servis yapmıştı?

Devam edelim. Gül’ün bu açıklaması üzerine Denktaş o günlerde haklı olarak, aynen bugün bizim sorduğumuz gibi, “Nereden biliyorlar bana telefon geldiğini?” sorusunu sorar ve “Telefonu biliyorlarsa, kimin aradığı da açıklansın” çağrısında bulunur. Ama Gül, “Telefonu kimin ettiğini açıklamanın zamanı değil, ileriki bir tarihte açıklarım” demekle yetinir.

Demek ki “ileriki tarih”, tam 7 yıl sonra “Ergenekon İddianameleri ” imiş!..

Bitmedi…Gül’ün bu itirafından bir gün sonra Serdar Turgut’a ABD’den ilginç bir telefon gelir. Turgut’un ifadesiyle, “Hem ABD yönetimine yakın olan,
hem de Kıbrıs’la ilgili gelişmeleri yakından takip eden bu kaynak”
şunu söyler:

“Telefonu açanın Aytaç Paşa olduğunu biliyor musun?”!..

Ara verip, yeni sorular soralım:

1- ABD, neden bu konuyla yakından ilgileniyordu?
2- Denktaş’ın arandığını onlar nereden biliyordu?
3- Aytaç Yalman ismi hedef şaşırtmak için mi veriliyordu?

Devamında Serdar Turgut, Aytaç Yalman’a telefon edip, “telefon eden kişi siz miydiniz?” diye sorar. Aytaç Paşa, “telefon edenin kendisi olmadığını” söyler falan.

Turgut, “Sayın Denktaş’ın da, Sayın Gül’ün de yalan söylemeyeceğini bildiğimden ve kendilerine tamamen güvendiğimden nihai gerçeğin ortaya çıkmasını merakla bekliyorum ve emin olunuz ki, gerçek ortaya çıktığında bu sayfalarda haber hak ettiği yeri bulacaktır” dese de, konu kapanır gider. Taa Ergenekon iddianamesine kadar!..Yine de Mehmet Altan ve Cengiz Çandar dışında hiç kimse bunun üzerine gitmez. Onların gidişi de, “Denktaş’ın nasıl yargılanacağı, meğerse ne badireler atlatmışız” üzerinedir. Oysa yukarıda yönelttiğimiz sorular orta yerde duruyor, niye kimse bunları sormadı, sormuyor?

Sorulsa, “Tele-kulak skandalı” bu boyutlara varır, “numaracıklarla”, gerçek “1 Numara” erken teşhis edilmez miydi?

Erdoğan’ın Telefonlarını Kim Dinledi, Kim Sızdırdı?

Malum, Erdoğan’ın, Başbakan olmadan öncekiler de dahil, yaptığı bazı telefon görüşmelerinin kayıtları yayınlandı, bunun neticesinde Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım ile Ulusal Kanal İstihbarat Şefi Ufuk Akaya, tutuklanarak, cezaevine konuldu.

O kayıtlarda Erdoğan’ın, Denktaş’ın devre dışı bırakılması için Talat’la yaptığı konuşmalar da, işadamı Remzi Gür’den çocuklarına para gönderilmesini istemesi de var. İşin ilginç yanı Erdoğan’ın şu ana kadar bunların hiçbirini yalanlamaması.

Ancak başka ilginçlikler de var.

Mesela yandaş medya kafadan, Erdoğan’ın telefonlarını, “Ergenekoncuların” dinleyip, servis ettiğini öne sürdü.

Aydınlıkçıların ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda ele geçirilen CD ve belgelerden, Erdoğan’ın 1999’dan 2004’e kadar dinlendiğinin ortaya çıktığı duyuruldu.

Yine yandaş medyanın iddiasına göre Savcı Zekeriye Öz, Aydınlıkçılara, “Dinleme kayıtlarını Levent Ersöz’den mi aldınız?” diye sordu. Savcıya gönderilen bir ihbar e-mailine göre de dinlemeleri, Levent Ersöz’ün bilgisi dahilinde, bir diğer tutuklu sanık emekli Albay Atilla Uğur yaptı.

Keza iddialara göre, Erdoğan dışında şu isimler dinlendi: Cemil Çiçek, Ali Babacan, Hilmi Güler, Egemen Bağış, Mehmet Ali Talat, Kadir Topbaş, Melih Gökçek, Remzi Gür, Münci İnci, Cüneyd Zapsu, Alvaro De Soto, John Hanford, Bülent Alirıza, Yalçın Balcı, Murat Yetkin, Serdar Denktaş ve Hakan Aygün.

Gelelim sorularımıza;

1- Gül-Denktaş hikâyesinde görüldüğü üzere, Erdoğan’ın telefon konuşmalarının merkezinde de Kıbrıs’ın bulunması tesadüf mü?

2- Tüm yollar “Jandarma”ya çıkartıldığına göre, o yıllarda Jandarma’nın bu kadar insanı, an ben an dinleme imkân ve kapasitesi var mıydı? Başka bir yerli veya yabancı istihbarat birimi neden akla gelmez, getirilmez?

3- Bu “Ergenekoncular” ne menem insanlar ki, davanın gidişatı ortadayken, bu saatte, kendilerini ömür boyu mahkûmiyete götürecek kayıtları sızdırır?

4- Bu “Ergenekoncular” kime hizmet eder ki, daha Başbakan olmayan Erdoğan’dan, Hakan Aygün’e herkesi, hatta “suç ortakları” Rauf Denktaş’ı bile dinler de, Başbakanlığının ilk gününden itibaren “Kıbrıs, Ermeni, Kürt açılımlarının” mimarlığını yapan Gül’ü dinlemeyi hiç düşünmez?

5- Aydınlık’ta bulunan CD’lerle, Gül’ün önüne giden Denktaş kayıtları aynı adresten çıkmış olamaz mı?

6- Peki neden Aydınlık ve neden sadece Erdoğan’ın konuşmaları? O karanlık, tele-kulak günlerini de “Ergenekonculara” yıkmak, ama daha önemlisi hem Başbakan Erdoğan’ı iyice köşeye sıkıştırıp, daha fazla tavize zorlamak ve dahi giderek tıkanan bilumum “açılımların” olası faturalarını tümüyle ona yıkmanın hazırlığını yapmak gibi bir taşla, birden fazla kuş vurmak olamaz mı? Yanlış anlaşılmasın, bu değerlendirmeyi yaparken, Erdoğan’ı “masum” göstermiş gibi olmak istemeyiz. O’nun “köşeye sıkışmak” gibi bir problemi yok, aksine rol kapma kavgasına büyük bir hırsla asılıyor, ancak büyük planların başarısızlıkları tarihte mutlaka birilerinin sırtına yıkılmıştır; işte Erdoğan da en azından bu “hırsından” dolayı böyle bir riske açık hale geliyor. Belki de hak ediyor bunu…

Sadede gelirsek; Ankara’da gücü elinde tutan herkesin, “dinleme-izleme” mekanizması kurduğu görülüyor. Bu da demektir ki, birden fazla “1 Numara” ve bir tane de “En 1 Numara” var!..Ve bunlar, başından beri sadece “muhaliflerini” değil, birbirini de “kolluyor”!..

Ama neticede galiba, herkese plansal, lojistik, basım ve dağıtım desteği veren, Türkiye’nin başımıza yıkılıp, “Yeni bir Türkiye kurulmasından” kârlı çıkan patron bir tane!..

O patron, Çankaya-GOP arasındaki rezidansında, bilgisayarı aracılığıyla eserini keyifle izleyen Mr. CIA veya Mr. IM-6 mıdır bilemeyiz, ama gidişat diyor ki;

Erdoğan’ın “Ergenekon’dan Çıkışı” olmayacak, çünkü “yeni Türkiye”de ona da yer verilmeyecek!..


Kaynak: Açık İstihbarat