28 Şubat 2010 Pazar

TSK, cemaatin şifrelerini kırdı –Ahmet Takan


ODA TV’deki bir haberi çok kıskandım (aynı zamanda "nasıl biz bunu atladık" diye de hayıflandım).

“Fethullah Gülen, Balyoz Planı’nı Rüyasında mı Gördü?” başlıklı haberde cemaatin memlekette yürüyüp giden operasyonları internet üzerinden nasıl şifrelediği anlatılıyordu. Rüya yorumlama maskesiyle en son yapılan balyoz operasyonun Gülen’e yakın iki sitede daha operasyon yapılmadan nasıl kodlandığını ayrıntıları ile okuduk.


Bunun üstüne Avazturk de Müyesser Yıldız’da Fethullah Gülen’in cemaate en son talimatı; “Meyhane veya başka haram şeylerin bulunduğu caddelerde dolaşmayın. Görüntü ve konuşmalar, fotoğraf veya kamerayla tespit edilip, farklı şekilde yorumlanabileceği için bir kadınla yalnız görüşmeyin. İnternet sitelerinde başıboş gezinmeyin” diye yazdı.


Gazeteci dediğin bir haber atlarsa bir tane de atlatır. İşin en keyifli yanlarından biri de budur. Olayın üstüne biraz daha gidince yakında kopacak çok büyük bir gümbürtünün ana hatlarına ulaştım.,


"Kılıçla gelen kılıçla gider" derler ya! Fethullah Gülen ve cemaatinin tüm internet operasyonlarının şifreleri kırılmış ve operasyonu çözülmüş. Demek ki Hoca Efendi’nin fetvası da boşa değilmiş.


TSK uzun süredir yürüttüğü titiz bir çalışma ile “F” tipi cemaatin tüm internet örgütlenmesini çözmüş. Başta internete düşen ses kayıtlarının nasıl yapılıp, montajlandığı, nerelerden servis edildiği, hangi internet siteleri ne amaçla kullanıldığı, internet sitelerini yurtiçi ve yurtdışından örgütleyen tepe isimlerin kimler olduğu, bunların yurtdışı ve para trafikleri (banka kayıtlarına kadar) hepsi netleştirilmiş. Yalnızca kamuoyuna açıklanılacak gün bekleniyor.


Şimdi aldığımız bilgiler ışığında sorularımızı yöneltelim:


--ABD’de yaşayan C.A adlı bir şahsın N…. adlı bir siteden yıllardır yaptığı yayınlarda aynı Balyoz da olduğu gibi hangi operasyonların şifreleri verildi?


--Türkiye’de ikamet eden Y.K adlı şahıs F.Gülen’e yakın hangi siteleri organize ediyor?


--Söz konusu bu iki şahıs internete düşen ses kayıtlarını nerelerden servise veriyor ve bu işlemler için üs olarak neresi kullanılıyor?


--S.H ve A.H adlı siteler Gülen operasyonlarında ne rol üsleniyor?


--F. Gülen’in internet operasyonları çerçevesinde e-devlet projesi nasıl kullanılıyor. Bu işlere Türkiye de Nüfus işleri Genel Müdürlüğü ve MİT gibi bazı kurumlarda Gülenci gruplar bulaştı mı?


Bildiğimiz bu soruların yanıtları hazır. Bilemediğimiz ise kamuoyunun önüne konulacağı kesin tarih.


Kaynak: www.avazturk.com

Sayın Başbakan’ımızın da isabet buyurdukları gibi…


Fatma Sibel YÜKSEK


Sayın Başbakan’ın muhataplarına yönelik uyarıcı sözlerine katılmamak mümkün değildi; coşku ve heyecanla dinledik. Öncelikle, ağzından çıkanı kulağı duymayan muhalefete iyi bir ders verdi. Sayın Başbakan’ımız bu ülke için nasıl Allah’ın bir lütfûysa, Devlet Bahçeli ve Deniz Baykal gibi çağın gerisinde kalmış siyasetçiler de Cenab-Allah’ın bizlere bir ikazıdır. Onlar olmasa, kötü siyasetçinin nasıl bir şey olduğunu idrak edemezdik.

Ne güzel söyledi Sayın Başbakanım..Ne demek “Malta sürgünleri”? Bir defa konuşmadan önce iki kere düşüneceksin; düşünme kapasitesine sahip değilsen de konuşmayacaksın, işine bakacaksın! Sayın Başbakan’ıma Tunceli sürgünlerini mi anlattıracaksınız zorla? Mahcup olmaya, altta kalmaya doymadınız mı? Hem darbecilerin avukatlığını yapıp hem de konuşacaksınız. Sayın Başbakanım, işte böyle verir ağzınızın payını!

Suları yokuş yukarıya akıtmaya çalışanları da ne güzel susturdu Sayın Başbakan’ım. Sen-hâşâ- Hazreti Musa mısın? Suları nasıl yokuş yukarı akıtacaksın? Kutsal âsân mı var? Sular yokuş yukarı akıtılacaksa, onu da Başbakan’ım akıtır, sana ne oluyor? Sen akıtsan akıtsan “ileri demokrasinin” ayak sesleri geliyor diye gözyaşı akıtırsın!

Bir kere yürütmenin haklarına saygı duymayı öğreneceksin. Yürütmenin yasamanın da, yargının da, anayasanın da üstünde olduğunu unutmayacaksın. Kuvvetler silsilesinin sana hukuk kitaplarında anlatılan gibi olmadığını idrak edeceksin, seçilmişin eleştirilemeyeceğini anlayacaksın; ezbere konuşmayacaksın…

"Eski alışkanları depreşen, talimatla manşet atan Türkiye'yi bir yangın yeri gibi gösterip ellerinde körüklerle sağa sola koşuşturan medyanın tahriklerine gelmeyeceksin.” Zaman, Taraf, Yeni Şafak, Star, Sabah ve Bugün gazetelerinin dışındakilere inanmayacaksın. Diğerlerinin darbeci, fitneci ve de Ergenekoncu olduklarını bileceksin. Doğru yolda olsalardı hükümetimizden teşvik alıyor olurlardı. Almadıklarına göre doğru şeyler yazmıyorlar, cennet vatanımıza zarar veriyorlar demektir.

Şunu da mı görmüyorsun ey vatandaş? Bu gazeteler fitne yuvası olmasaydı, Sayın Başbakan’ım onların başına saygıdeğer damatlarını getirmez miydi? Getirmediğine göre size bir mesaj veriyor, “okumayın o gazeteleri” diyor; artık anlasanıza!

Düşünün, Cumhurbaşkanımızın başkanlığında üçlü bir zirve yapılıyor, ona bile garip yorumlar getiriyorlar. Öyle çirkin yorumlar getiriyorlar ki akla hayale gelmez şeyler. Ya siz bu ülkeye yardımcı mı olacaksınız, yoksa bu ülkede hala ortamı kızıştırmanın gayreti içinde mi olacaksınız? ( O kadar katılıyorum ki bu paragrafı Sayın Başbakan’ımın konuşmasından aynen aldım. Zaten Sayın Başbakan’ım varken, köşe yazarına da gerek yok! O hepimiz adına milletimize gerçekleri nasılsa anlatıyor. Dinlemek ve ders çıkarmakla iktifâ etmeyi bilelim. Köşe yazılacaksa onu da Başbakan’ım yazar. Allah başımızdan eksik etmesin!)

Sonra, Sayın Başbakan’ımızın “Ben de şimdi o gazetelerin patronlarına sesleniyorum, 'Ne yapayım köşe yazarı, hakim olamıyorum' diyemezsin. 'Sen bunun sorumlususun arkadaş' diyeceksin. Niye, çünkü bu ülkeyi germeye, bu ülkede ekonomiyi germeye kimsenin hakkı yok” demesinde ne var da basın meslek örgütleri hemen bozuk plak gibi açıklama yapıyorlar?

Doğru değil mi? Yemek yediğimiz çanağa mı pisleyelim? Madem ki bizi besleyip doyuruyorlar, üstümüzü başımızı giydiriyorlar tabii ki onların istediği şeyleri yazacağız. Hele Başbakan’ı eleştirmek münafıklıktan başka bir şey değil canım! Sadece münafıklık olsa iyi, “ileri demokrasiyi” kavrayamamışlık aynı zamanda.

Herkes birer Mümtazer Türköne, birer Mustafa Karaalioğlu, Cengiz Çandar, Ekrem Dumanlı olsa bakın memlekette basın sorunu diye bir sorun kalıyor mu? Önce büyüklerine saygıyı öğreneceksin. Kendin sorun olup ondan sonra da “basın sorunu var” demeyeceksin.

Tabii ki Başbakan’ımızı da eleştirebilirsiniz, ona bir şey diyen yok. Örneğin, “Sayın Başbakan’ım dünkü ulusa sesleniş konuşmanız mükemmel ötesiydi; yalnız darbecilere karşı biraz daha sert olmanızı beklerdik” şeklinde yazılar yazabilirsiniz ama Başbakanlık Basın Merkezi’nden açıklama yapılmadığı halde “Üçlü zirvenin perde arkası” diye yazılar yazmak da ne oluyor? Sen kimsin? Başbakan’ım seni arayıp anlattı mı ki perde arkasını bileceksin? Bunlar edebe, adaba hiçbir şeye sığmaz! (yine dayanamayıp Sayın Başbakan’ım’ın konuşmasından alıntı yaptım). Herkes yerini konumunu bilecek! O insanlara da o kalemleri teslim edenler bir gün gelir der ki 'kusura bakma kardeşim bizim dükkanda sana yer yok'. Çünkü herkes vitrinine layık olanını koyar. Çünkü her zamankinden daha çok birliğe, beraberliğe ihtiyacımız var!

NOT: Sevgili okurlar; bundan sonra böyle. Sayın Başbakan’ın konuşmasını dinledim, mesajı aldım, ayarı yedim. Artık neyi yazıp neyi yazmayacağımı biliyorum. Bundan sonra fitneyle, fesatla, müzmin muhaliflikle işim olmaz. Siz de kimi okuyup kimi okumayacağınızı bilin. Bu yazıdan sonra “Yakışmadı sana, ayıp ettin, çark ettin, Yiğit Bulut’laştın” diye mesajlar, telefonlar almak istemiyorum. Bize yakışmayan tek şey varsa, o da büyüklerimizin sözünden çıkmamaktır. (Laf aramızda, bu yazıdan sonra Sabah, Star veya Taraf’tan gelecek tekliflere açığım. Gencim, güzelim, kalemim güçlü. Gülay Göktürk’ten neyim eksik?)

26 Şubat 2010 Cuma

Aslı Aydıntaşbaş : Ankara'da Bir Kolonoskopi Uzmanı


Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat


Bugün darbecilikle suçlanan paşalar, Aydıntaşbaş gibi önemli sınır ötesi ilişkileri olan bir gazeteciye, zayıflama rejimlerinin reçetesini verecek kadar kucaklarını, gönüllerini, makam odalarını açmışlar. Sıkı akreditasyon kuralları, güvenlik soruşturmaları, andıçlar Aslı Hanım’a işlememiş!

Kimin beyaz-peynir simit sevdiğinden, kimin servis arabasında kivi ikramından yana olduğuna kadar bütün kişilik kanallarına sızılmış, bütün
psikolojik labirentler fethedilmiş…
Velhasıl, bütün tersanelere girilmiş Paşam!


Milliyet gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş, eski kuvvet komutanlarının gözaltına alınmasına varan operasyonları değerlendirirken, devletin zirvesindeki ilişkileri konusunda ilginç ifşaatlarda bulundu.

Önce Aslı Aydıntaşbaş’ı tanıyalım:

İsmini ilk kez İsmet Berkan’ın yönetimindeki Yeni Yüzyıl gazetesinde duyurdu. Özellikle Ortadoğu konularında haber yazan parlak bir dış politika muhabiriydi. Gazeteci kimliğiyle Kuzey Irak’a çok sayıda ziyaret yaptı. Bu ziyaretler sırasında Barzani, Talabani ve Hoşyar Zebari gibi Ortadoğu’nun Kürt figürleriyle yakınlık kurdu. Bu yakınlık kendisini daha sonra Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğine kadar taşımıştır.

Nasıl mı?

Şöyle:

Aydıntaşbaş Yeni Yüzyıl kapandıktan sonra Sabah gazetesine geçti ve Washington muhabiri olarak görevlendirildi. 2005 yılına kadar bu görevine devam etti. Bu arada, ABD derin devletinin önemli isimleriyle de ilişkilerini geliştirdi. ABD’de, temas içinde olduğu bir diğer kesim, AKP’nin yeni nesil Amerikancı “boy”ları Cüneyt Zapsu ve Egemen Bağiş’tı. O dönem AKP içinde prestijli bir adam olan, sonradan 1 milyon dolarlık bir komisyon nedeniyle bu itibarını kaybeden Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli de Aydıntaşbaş’ın yakın çevresindeydi. (Aslı Hanım, 2007 yılında işadamı Ekin Alptekin ile evlendi. Allah mesut etsin. Nikah şahidi Şaban Dişli, düğünün onur konuğu da Fener Rum Patriği Bartholomeos’tu)

Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresindeki bu “boy”ların yüksek referansı ve hararetli destekleriyle Aydıntaşbaş, o dönem Turgay Ciner’in elinde olan Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğine getirildi. Başbakan Erdoğan’a “önemli Amerikalılarla irtibatımızı sağlayabilecek birisi” olarak lanse edilen Aslı Hanım, ortadoğuda bir takım petrol-maden işlerine girmek isteyen Ciner’e de “Barzani ve Talabani ile arası çok iyi, işinize yarayabilir” şeklinde pazarlandı.

Ve Aydıntaşbaş’ın Ankara’daki “altın çağı” başladı.


Astronomik bir maaş, özel konut, özel şoför, lüks otomobil, limitsiz kredi kartları vs. karşılığı görevine başladı. İlişkilerine büyük önemler atfedilen bu hanım, bir anda siyasi elitin baştacı oldu. Başbakan’ın gözüne girmek isteyen herkes kendini ona beğendirmeye çalışıyor, etrafında itişip kakışmalar yaşanıyordu.


Papermoon’un en ışıltılı simasıydı.


Bakanlar, bürokratlar, üst düzey danışmanlar etrafında dönüyordu. Kısa sürede, Erdoğan’ın en gözde gazetecileri arasına girdi. Ufak tefek yapısının da etkisiyle siyaset ve bürokrasi aristokrasisinin “şirinlik muskası” haline geldi. Kimileri için aynı zamanda iktidara giden ışıklı bir yol, ulaşılması zor bir tanrıçaydı.


Özellikle Başbakan Erdoğan’a yakın durmaya çalışanlar Aslı Hanım’ın peşinden koşuyorlardı. Bu uğurda Başbakan’ın danışmanları arasında bile ayak oyunları döndü, Aslı’yla samimi olma yarışı başladı.

Aslı Hanım’ın Washington-Ankara-Erbil zincirindeki üst düzey dostlukları bu çevreyi tanıyan herkesin malumuydu ama doğrusu üst düzey askerlerle de aynı samimiyet içinde olduğu pek bilinmiyordu.

İşte Aydıntaşbaş kuvvet komutanlarının operasyonla gözaltına alınmalarından sonra yazdığı yazıyla bu ilişkilerini ifşa etti.


Okuyalım:


“Ergin Saygun’dan gelen son e-mail 3 Şubat tarihli. Ünlü strateji kurumu Stratfor’dan George Friedman’ın “Körfez’de Savunma Yığınağı” başlıklı analizi. Sıkıcı bir yazı.


E-mail kutumu, bu hafta Balyoz’dan gözaltına alınan komutandan gelmiş başka ne var diye tarıyorum. Dolu. Birkaç hafta önce Amerikalıların Türkiye’ye yerleştirmek istediği “füze kalkanı” ile ilgili olarak sorduğum teknik bir soruya detaylı ve teknik bir cevap vermiş. Hemen ardından konuyla ilgili birkaç makale yollamış. Ara ara önemli gördüğü askeri konulardaki İngilizce makaleleri kalabalık e-mail listesine göndermiş.


Gerçek şu ki pazartesi sabahı apar topar evinde gözaltına alınan eski 1. Ordu Komutanı Ergin Saygun, TSK komuta kademesinde dünyaya en açık isimlerden biriydi. Kimse alınmasın, ama benim gözlemim, ordu içinde okuyan, araştıran, İngilizce yayınları takip eden ve en önemlisi iletişim çağında bilginin “saklanarak” değil “paylaşıldığı” ölçüde değerli olduğunu anlamış olan general sayısının çok olmadığı yönünde. Bu yüzden emekli olup “Ah bir apartman yöneticisi olsam da binaya sıkıyönetim,posta kutularına nizam getirsem” hayaliyle yaşamak yerine dünya meselelerine kafa yoran birilerini bulunca hep önemsedim...


Yalnız ben değil Brüksel, NATO karargâhı ve ardından Genelkurmay İkinci Başkanlığı’nda Saygun’u tanıyan gazeteciler onu hoş sohbet, esprili, modern bir general olarak gördü.


Peki tamamen yanılmış olabilir miyiz? Yalnız ben değil, 2007’de Genelkurmay İkinci Başkanı’nı uçağına alarak Oval Ofis’te Amerikalılarla en kritik toplantılara götüren Başbakan Erdoğan da yanılmış olabilir mi?


Saygun, bu çağdaş görüntüsü altında, Balyoz Planı’nda öngörüldüğü gibi camileri bombalama, uçakları düşürme, 1980 Latin Amerika’sına flashback yapıp stadyumlarda insanları toplama hayaliyle yaşayan bir gizli faşist olabilir mi?


Hafızamı zorladım, Ankara’da yaşadığım dönemlerde dört yıldızlı generaller Ergin Saygun, Özden Örnekve İbrahim Fırtına’yla bolca görüşmem olmuştu.


Saygun’un karargâhtaki makamına her gittiğimde beyaz peynir ve simit servisi yapıldığını, ancak komutanın hep kilo vermeye çalıştığını hatırlıyorum. (Hatta bir ara Büyükanıt diyetisyene başvurmuş, bu süreçte hepsi kilo vermişti.) Darüşşafaka mezunu olduğunu, karısının sağlık sorunlarına üzüldüğünü, kızının, artık dönem değiştiği için, kendi konumundan dolayı iş bulmakta zorlandığından dert yandığını hatırlıyorum.


Gariptir, bugün darbeyle suçlanan Saygun, biz gazetecilerle tüm ısrarlara rağmen siyaset konuşmaktan kaçınır, tüm şeytani çabalarıma rağmen hükümet ya da Meclis’le ilgili konuları, “Bizim yetkimiz dışında” ya da “Elimizden bir şey gelmez” diye geçiştirirdi. Yalnız ben değil 2006-2008 döneminde birçok kişinin tecrübesi de bu.


Bir defasında Saygun’a yerel seçimlerde Diyarbakır’da kimin kazanmasını istediğini sormuştum. Yarış AKP ve DTP arasındaydı. “Bir asker olarak DTP’nin kazanmasını istemem mümkün mü?” demişti. Hiç unutmuyorum çünkü ben de cevap olarak, “Bence Diyarbakır DTP’nin hakkı” demiştim, gülmüştü.


İbrahim Fırtına ise farklıydı. Fırtına deyince, aklıma Hava Kuvvetleri’ndeki makamındaki şaşalı ama rahatsız deri koltuklar ve tekerli arabayla taze portakal, greyfurt, havuç ve kivi servisi yapan genç hostesler geliyor. Bu servis aslında bir Genelkurmay klasiği ama Fırtına’nın makamında servis daha iddialıydı.


Herhalde dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün koyduğu yasaktan olacak, Fırtına da havadan sudan konuşur ama gazetecilerle siyasete girmezdi. En azından 2005 sonrası benim yaşadığım tablo buydu. Siyaset sorunca, ağzını eliyle “fermuar” işaretiyle kapatırdı.


Bütün bunlardan dolayı kafam karışık. 2005-2008 yıllarında siyaset konuşmaktan bu kadar çekindiğine tanık olduğum insanlar bir kaç yıl önce darbe planlamış olabilir mi?”


(NOT: Yazının bazı bölümleri tarafımdan bold’lanmıştır)

Aydıntaşbaş’ın yazdıklarından, 2005-2007 döneminde (Balyoz planıyla suçlanan kadronun Genelkurmay’ı yönettiği dönem) İbrahim Fırtına ve Ergin Saygun’la yakın temasta olduğunu anlıyoruz. Detaya girmemiş ama Özden Örnek’le de öyle..

Denilebilir ki; “Ne var bunda? Kadın büyük bir gazetenin Ankara temsilcisi, önemli bir gazeteci; üst düzey komutanlarla irtibatta olması doğaldır, mesleğinin gereğidir.”

Doğru ama iki nokta dikkat çekiyor: Birincisi, Aydıntaşbaş o dönemde komutanlarla kurduğu gazetecilik ilişkisinden yansıyan neredeyse hiçbir şey yazmadı; daha çok hükümet cenahından nabız aktaran bir gazeteciydi.

İkincisi; Ankara’da gazetecilik yapan herkes, Genelkurmay’ın gazeteci seçmekte ne kadar titiz olduğunu bilir. Aydıntaşbaş’ın yazısında anlattığı “beyaz peynir, simit, kivi, havuç suyu” ortamından kaç gazeteci nasibini almıştır dersiniz? Bir, bilemediniz iki…

Örneğin, hiçbir zaman “önemli gazeteci” falan olamadık ama Ankara’da on sene muhabirlik yapmış bir fakir olarak değil kuvvet komutanı, astsubay bile tanımış değiliz.

Geçin bizi; Aydıntaşbaş’ın ilişkilerine “Cuntanın medya ayağı” suçlamasıyla bir yıldan fazladır Silivri’de yatan Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay bile sahip değil..

Birileri Aslı Hanım’a kivi yedirirken, kimine de Silivri’de karavana yedirmeyi münasip görmüş...

Aslı Hanım’ın hatırlatılması gereken bir başka özelliği daha var:

Kendisi, devlet içinde “Ergenekon” adlı gizli bir yapılanma olduğunu ilk kez yazmış olan gazetecidir. Bugün bir çok insanı suçlamakta kullanılan belgenin orijinali ilk kendisinde çıkmıştır.


Böyle bir “örgütün” ismini ilk kez Aslı Aydıntaşbaş’ın kendisini arayarak sorması üzerine duyduğunu belirten Doğu Perinçek, Silivri’deki mahkemeden Aydıntaşbaş’ın tanık olarak dinlenmesini talep etti. Yanlış hatırlamıyorsam mahkeme bu konuda “İlerleyen safhalarda gerekli görülürse düşünülmesine” şeklinde bir karar verdi.

Kafamızı daha fazla karıştırmadan toparlayalım:

Aslı Aydıntaşbaş, Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğine Erdoğan’ın Amerika bağlantılı “boy”ları tarafından 2005 yılında getiriliyor.


“Devlet içinde Ergenekon adlı gizli bir yapılanma var” yazısını 2006 yılında yazıyor.


(İlginçtir, aynı yıl Washington Post’ta çıkan AKP aleyhtarı bir makale yüzünden Aydıntaşbaş ile Erdoğan’ın ekibi bozuşur gibi oldular. Erdoğan’ın adamları, makaleyi yazan gazetecinin Aydıntaşbaş’ın yakın arkadaşı olduğunu ve bilgileri Aydıntaşbaş’tan aldığını iddia ediyorlardı. Yani Aydıntaşbaş’ı AKP’nin kaymak tabakasına sızarak buradan aldığı bilgileri Sabah gazetesinde hükümet lehine yazmakla, diğer yandan edindiği bilgileri “aleyhte kullanılmak üzere” Amerikalı meslektaşlarına ulaştırmakla suçluyorlardı. Aydıntaşbaş-ABD-hükümet arasındaki bu şeytan üçgeni daha sonra Cüneyd Zapsu’nun uzaklaştırılmasında bile etkili olmuştur )

Konumuza dönecek olursak, hükümete karşı “Balyoz” gibi korku filmlerini aratmayacak bir darbe girişimi hazırlamakla suçlanıp bugün karakola çekilenler, 2005 yılında AKP kadroları gibi “aynı kaynaktan” (yani Washington-Brüksel’den) aldıkları referansla Aydıntaşbaş’ı karagâhta devlet kesesinden kurdukları lüks sofralarda ağırlamak için birbirleriyle yarışıyorlarmış!

Yazıdan, Aydıntaşbaş’ın psikolojik olarak kendisini komutanlardan nasıl üstün gördüğünü de anlıyoruz.


Baksanıza, Ergin Saygun’dan gelen mailleri “sıkıcı buluyor” ve çoğunu açmıyormuş bile!


Bana gazeteci olarak Ergin Saygun seviyesinde bir devlet yetkilisinden mail gelse, değil açmaya bile tenezzül etmemek, çerçeveletip duvara asarım.(!)

Velhasıl, bugün darbecilikle suçlanan paşalar, Aydıntaşbaş gibi önemli sınır ötesi ilişkileri olan bir gazeteciye, zayıflama rejimlerinin reçetesini verecek kadar kucaklarını, gönüllerini, makam odalarını açmışlar. Sıkı akreditasyon kuralları, güvenlik soruşturmaları, andıçlar Aslı Hanım’a işlememiş!

Kimin beyaz-peynir simit sevdiğinden, kimin servis arabasında kivi ikramından yana olduğuna kadar bütün kişilik kanallarına sızılmış, bütün psikolojik labirentler fethedilmiş…

Velhasıl, bütün tersanelere girilmiş Paşam!

Aslı Aydıntaşbaş, gözaltındaki generallere kefil olduktan ve gözaltına alınmalarına şaşırdığını belirttikten sonra, ertesi gün (24 Şubat 2010) “Kumanda artık kimsenin elinde değil” başlıklı bir yazı daha yazdı. O yazıda şöyle dedi:

“Bundan sonra ne Genelkurmay Başkanı, ne Başbakan, Cumhurbaşkanı, MİT Müsteşarı, Meclis Başkanı, Deniz Baykal ya da Devlet Bahçeli ne olabileceğini kestirebilir.

Seçim, 2010’da da olabilir; fırtınalı günler hükümetin arzuladığı gibi önümüzdeki haftalarda yatışırsa 2011’de normal seyrinde de olabilir.

Gerçek şu ki, artık Türkiye’de temel siyasi aktörler, “oyun kurucu” olma özelliğini kaybetti. Sürükleniyor, mevzi kaybetmemeye çalışıyorlar. Hükümet de, asker de son ayları büyük ölçüde kendi kontrollerinde olmayan olaylar silsilesini yönetmeye çalışarak geçirdi. Siyasi aktörler artık oyun kurucu olma özelliğini kaybetti. Olayları şekillendirmek yerine akan sel suyunda bir dala tutunmaya çalışıyorlar.


Hükümette, orduda, medyada birçok kişi, ülkede Ergenekon ve bazı davaları yönlendiren, bu davalarla ilgili haberleri servis yapan üçüncü bir güç olduğuna, kontrolün onların elinde olduğuna inanıyor. Ancak artık o efsanevi gücün de varlığını, ne amaca hizmet ettiğini anlamak ya da kontrolü elinde tuttuğuna inanmak mümkün değil”

Yani, harç bitti yapı paydos!

Yani ister asker, ister sivil, ister gazeteci olsunlar…

Hatta isterse “Başbakan” olsunlar!

Eski kuklaları imha etme, sahneye yeni oyuncular sürme zamanı geldi..

Kaynak: Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat

25 Şubat 2010 Perşembe

ABD Merkezli İddia : Yükselen Siber Tehdit Türkiye


Açık İstihbarat Özel


SCADA ; Supervisory Control and Data Acquisition tanımlamasının kısaltılmışıdır.


Endüstriyel sistemlerin kontrolü için kullanılan yönetim platformlarına verilen genel isimdir. Bir fabrikadaki üretim bandının kontrolü olsun; bir elektrik şebekesindeki unsurlardan veri toplayıp yöneten sistemler olsun; bunlar SCADA tabanlı sistemler olarak anılırlar.


Elektrik şebekesi gibi içiçe yaşadığımız bir diğer sistem olan bilgisayar ağları ise jenerik olarak IP sistemleri olarak tanımlanır. Her gün bu sistemler üzerinde, sistemlere sızmaya veya zarar vermeye yönelik ; binlerce "hacker saldırısı" gerçekleşmektedir. Bilişim şebekeleri bu kadar yoğun saldırı altındayken; SCADA tabanlı elektrik şebekesi gibi sistemlerin bu tarz yoğun bir saldırı altında bulunmamasının temel sebebi ; SCADA platformlarının daha az bilinen ve daha zor öğrenilen sistemler olmasıdır.


Elektrik şebekeleri gibi temel altyapı şebekelerini ; "hacker saldırılarından" muaf kılan bu denge değişmek üzere.


Nedeni ise; gelişen yeni teknolojilerle , artık elektrik altyapıları da IP tabanlı altyapılar üzerinden yönetilebilir hale dönüşecek. "Akıllı Şebeke" olarak adlandırılan bu altyapılar, elektrik firmalarının altyapılarını daha kolay ve verimli yönetmelerini kolaylaştırırken; bu şebekelerin yönetimlerinin, Internet gibi IP tabanlı sistemler üzerinden yapılmaya başlanması bu şebekelerin maruz kalacağı korsan saldırı/sızma tehdidini arttıracak.


Bilgisayarınızın veya bilgisayar ağlarının çökmesi vakalarından sonra; bilgisayar korsanlarının bütünüyle elektrik şebekelerine sızdıkları , kontrol altına aldıkları veya çökerttikleri vakalarla karşılaşmaya başlayacağız.


Bu uzun girizgahın sebebi ; ABD'de yayınlanan ilginç bir rapor.


Raporu yayınlayan Washington eyaleti (ABD'nin başkenti Washington değil, kuzey batı ucundaki Washington eyaleti) merkezli , kurucusu Jeffrey Carr olan Grey Logic isimli bir firma. Firma siber-savaş konularında uzman bir kuruluş olmak ve ABD istihbarat camiasının çeşitli kuruluşlarına Rus ve Çin sibersavaş stratejileri ve taktikleri konusunda danışmanlık yapmakla övünüyor.


Bu firmanın yayınladığı ; "Project Grey Goose Report on Critical Infrastructure" başlıklı raporda ise üç ülke ; ABD'nin kritik altyapılarına sızma girişimleri nedeniyle hedef tahtasına oturtulmuş :


Rusya; Türkiye ve Çin.


Raporu hazırlayanlar ; SCADA tabanlı altyapı sistemlerine yapılan ve bazıları 2001 yılına kadar geriye giden 120 saldırı tespit ettiklerini ve Rusya'dan sonra bu alanda en önemli ikinci tehdidin Türkiye olduğunu belirtiyorlar.


Rapor; 2003 yılında Türkiye merkezli çalışan bir grup SCADA hackerinin ; Ulusal Bilim Vakfı'nın (National Science Foundation) , Amundsen-Scott Güney Kutbu'ndaki bilim araştırma merkezine sızdıklarını belirtecek kadar ayrıntılara giriyor.


Bu tarz siber-saldırı/savaş vakalarına sadece teknik boyutu ile değil, daha makro jeopolitik bir boyuttan bakmakla övünen firma; Türkiye merkezli siber saldırı/sızma çabalarının artışını, Türkiye'nin bölgedeki jeopolitik gücünün artışı ile bağlantılandırıyor ve bunun bir sonucu olarak vurguluyor.


Rapor; bu alanda iki gelişmeye dikkat çekiyor.


10 Ekim 2009'da Ahmet Duvudoğlu'nun Ermenistan ile ilgili imzaladığı protokol biri.


Diğeri ise; Dünya Bankası'nın Temmuz 2009'da Türkiye'nin "akıllı şebeke" projelerini finans etme kararı.


Grey Logic firması bu gelişmeler ışığında, Türkiye'yi siber-savaş alanında; Rusya'nın ardından, Çin'in önünde gelişen bir küresel tehdit olarak tanımlıyor.


Sadece bilişim altyapısını değil, elektrik altyapısını da özelleştirmeler aracılığı ile yabancı ortaklı sermayeye sonuna kadar açan veya kendi generallerini dinlemekten başka ülkeleri dinlemeye fırsat bulduğu hayli şüpheli bir ülkenin, bu raporda resmedilen tabloya ne kadar uyduğu tartışılır.


Washington eyaletindeki gri bir firmanın raporunun içeriğinin doğru olup olmamasından çok; Türkiye'nin Rusya ve Çin ile aynı kategoride yükselen siber tehdit olarak kategorilendirilmesi ve bunun bölgesel güç senaryoları ile bağdaştırılması not edilmelidir.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

Dün saat 14.30’a kadar Ankara… / Fatma Sibel YÜKSEK


Her ne kadar bazı basın organları AKP Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz’un Genelkurmay’daki olağanüstü toplantı konusundaki değerlendirmesini, “Or’lar toplantısına AKP’den sert yanıt” diye verdilerse de doğrusu biraz zorlama bir başlıktı bu. Şöyle diyordu Kapusuz:


“Sorgulaması yapılanlar mahkemeye çıkarıldı bir kısmı tutuklandı, bir kısmı da serbest bırakıldı. Ama ben medya başta olmak üzere, siyasetçilerimiz de dahil olmak üzere, herkesin bürokrasi de dahil buna, yargıyı rahatsız etmemesini, kendi haline bırakmasını, görevini rahatlıkla yapabilmesinin ortamını sağlamaya davet ediyorum. Buna hangi toplantı, hangi görüşme, hangi açıklama menfi etki edecekse, bu, tarih önünde sorumluluğu da beraberinde getirecektir.Herkesi Anayasa ve yasalardaki yazılı olan kurallara davet ediyor, buna uygun hareket etmelerini de bekliyorum, diye samimi kanaatimi de ifade etmek istiyorum.”


Oldukça ölçülü görünen bu açılamanın neresi “sert yanıt” anlaşılamadı. Herhalde dün herkes kendisini daha gergin bir güne hazırlamıştı.


Aynı şekilde çeşitli televizyon kanallarına konuşan AKP sözcülerinden Suat Kılıç da benzer değerlendirmeler yaptı. “İnternet üzerinden dezenformasyon yapılıyor. Bağımsız yargı sürecini etkileyecek davranışlardan herkes kaçınmalıdır. Sorguya alınmak suçlu olunduğu anlamına gelmez. Sabırlı ve ölçülü olmalıyız” diyordu.


Bu iki açıklama tonunun birbirine benzerliğinden AKP sözcülerine “gerilimi düşürün” talimatı verildiği yorumunu yapabiliriz. Tabii akşama kadar yeni bir gelişme olmaz ve özellikle AKP’nin “kamikaze kanadını” temsilen Bülent Arınç konuşmazsa…


Başbakan Erdoğan’ın İspanya dönüşü ayağının tozuyla evinde yaptığı dar kapsamlı toplantıdan da herhangi bir nabız yansımadı. Benzer toplantılara ilişkin tecrübelere göre eğer gerilimi tırmandırma eğilimine girilseydi, bir öncekinde olduğu gibi toplantıdan hemen sonra Adalet Bakanı kameraların karşısına geçer ve Genelkurmay’a meydan okuyan açıklamalar yapabilirdi.


Aksine, Subayevleri kanadı (Başbakan’ın oturduğu semt) sessizliğe büründü.


Genelkurmay da öyle… Olağanüstü toplantıdan sonra Cemil Çiçek’i çağırıp söyleyeceklerini söylediler ve onlar da beklemeye geçti. Genelkurmay’ın verdiği mesaj her neyse, Çiçek’in bunları Başbakan Erdoğan’a aktardığı ve hükümet kanadının Genelkurmay açıklamasında ifade edilen “ciddi durum” saptamasını “ciddiye aldığını” tahmin edebiliriz.


(Bu arada Cemil Çiçek’in, bu kadar kritik bir ortamda gizlice Genelkurmay karargâhına gimesi gündeme bomba gibi düştüğü halde, doğrusu ortaya çıkan spekülasyon patlamasını iyi yönettiğini belirtelim. Pek şeffaf ve tatmin edici olmasa da heyecansız, soğukkanlı ve yatıştırıcı açıklamalar yaparak basının ateşini söndürmeyi başardı.)


(Bir parantez de “Çiçek Genelkurmay’da” haberinin kaynağı konusunda açalım. Haber, Ankara’da 6 yıldır yayın yapmakta olan www.turktime.com adlı internet sitesinde yayımlandı. Gündemi belirleyen bu habercilik başarısını kutlamak gerekiyor. Ancak “büyük” gazeteler, “büyüklük” gösteremedi ve kendilerini mesleki bir kıskançlığa kaptırarak, habercilik başarısı gösteren internet sitesinin adını sürekli sansürlediler.)


Konumuza dönecek olursak, dün öğlen saatlerine kadar Ankara’ya bir bekleme havasının egemen olduğunu söyleyebiliriz. Karşılıklı restler çekilmiş ve sonuçlar beklenmeye başlanmış olabilir veya taraflar gidişatın kimseye hayır getirmeyeceğini değerlendirmiş olabilirler. Şöyle veya böyle, kriz kesmen de olsa derin dondurucuya alındı.


(Tekrar edelim, eğer akşama kadar yeni bir gelişme olursa, bu yazıda aktarılan hava çöpe gitmiş demektir. Okumayın gitsin!)


Bu noktada dikkat çekilmesi gereken kriz noktalarından birisi İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Beşiktaş adliyesi. Cemil Çiçek, Genelkurmay’dan “Komutanlar serbest bırakılsın” şeklinde bir telkin almadıklarını, alsalar bile yargı sürecine müdahale edemeyeceklerini söylese de, susma hakkını kullanacaklarını ve Emniyet’in kendilerini sorgulama yetkisinin bulunmadığını bildirmelerine rağmen emekli orgenerallerin neden hâlâ Vatan Caddesi’nde tutuldukları anlaşılamıyor. Üstelik, gözaltı süreleri uzatıldı.


Tamam, yargının bağımsızlığına inanıyoruz ama Dursun Çiçek olayında benzeri yaşandığı için soruyorum:


Ankara’daki pazarlığın sona ermesi mi bekleniyor?

NOT: Balıkesir’de meydana gelen grizu patlamasında 13 insanımız hayatını kaybetti. Ekmek savaşında şehit düştüler. Allah rahmet eylesin, ailelerine ve milletimize sabır versin. İşte ülkenin gerçek gündemi bu ama biz yukarıdaki gibi konularla meşgul ediliyoruz. Allah hepimizi affetsin.

yazan :Fatma Sibel YÜKSEK

24 Şubat 2010 Çarşamba

Yüksek gerilimin siyasi arka planı / Fatma Sibel YÜKSEK


Şunun şurasında daha bir-iki ay önce Başbakan erken seçim tartışmalarına “son noktayı koymuş”, “Temmuz 2011’den önce seçim yok” demişti. Şimdi neyi tartışıyoruz?

Erken seçimi…

Polemiklerden sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’e “Referandumdan evet çıkarsa, bunu AKP’ye verilmiş oy sayar ve seçime gideriz” dedi.

Oysa bir müddet önce Başbakan, referandum meselesine de son noktayı koymuştu. Bu defteri kapattıkları izlenimi vermişti; çünkü 330’u bulamamak gibi, diyelim ki buldunuz referandumda kaybetmek gibi bir ihtimal vardı.

Gerek Bülent Arınç’ın açıklamasından, gerek Başbakan Erdoğan’ın İspanya’da yaptığı açıklamadan anayasa değişikliği için referandumu yeniden gündemlerine aldıklarını anlıyoruz.

Ve tabii erken seçimi de…

Demek ki AKP, iki koşulda erken seçime gitmeyi planlıyor. Birincisi, kapatma davası açılırsa; ikincisi referandumdan evet çıkarsa. “Dava açılırsa seçime gideriz” sözünü önce fısıltıyla söylüyorlardı, şimdi yüksek sesle dillendiriyorlar Demek ki bu konuda parti içinde giderek bir netleşmeye varılıyor.

Kapatma davasının açılması halinde seçime gidilirse halka muhalefeti, Anayasa Mahkemesi’ni ve askerleri şikayet edecekler. “Demokrasiye kurşun sıkıldı” söylemini kullanarak oy toplayacaklar. 27 Nisan sürecinde bu şekilde oy almayı çok sevdiler, aynı koşullar yine oluşsun istiyorlar.

Yalnız, “kapatma davası açılmadan mı seçime gidilsin, yoksa açıldıktan sonra mı” konusunda farklı fikirler var. Bülent Arınç gibi “gözü karalar” dava açılmadan seçime gidilmesini öneriyor. Bu durumun “mağduru oynamaya” katkısı olup olmayacağı tartışılıyor. Başını Bülent Arınç’ın çektiği bu kesimin Başbakan Erdoğan’ı kısmen iknâ ettiği anlaşılıyor. “2011’den önce seçim yok” diyen Başbakan, artık açıkça konuşulmaya başlanan bu öneriye ses çıkarmıyor.

Anayasa değişikliklerini referanduma götürüp halkın onayı alınırsa seçime gitmek de ikinci alternatif. Bu durumda, Bülent Arınç’ın dediği gibi halk AKP’nin politikalarını onaylamış sayılacaktır. Öyle bir ortamda erken seçime giderek güven tazelemek ve yola 5 yıl daha salim kafayla devam etmek hiç de fena olmaz.

Yalnız, referandumdan ret çıkma tehlikesini nasıl göze aldıkları anlaşılamıyor. Eğer referandumdan ret oyu çıkarsa, Bülent Arınç’ın kurduğu mantığa göre bu kez de halk “AKP’ye hayır” demiş olacaktır.

O zaman da istifa edip yine erken seçime gidecekler mi?

Gördüğünüz gibi Arınç’ın referandum planı, ret çıkması olasılığını dışlamaktadır.

Böyle bir sonuç nasıl garanti edilebilir? Yoksa Arınç’ın bildiği başka bir şey mi var?

Yoksa, kamuoyunda giderek güçlenmeye başlayan YSK’da kurulan sistem üzerinden oylarda ayarlama yapıldığı şüphesi doğru mu?

(Sağda solda AKP’nin yaptırdığı, “Değişime destek yüzde 70” anketlerinin yayımlanmaya başlaması ilginç…)

Tam bu noktada, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi tartışmasının da AKP’nin kendi içinde bir sonuca bağlanma eğilimine girdiğine dikkat edelim. Başbakan Erdoğan, bir süre önce yine bu konuda “son noktayı koymuş” ve “Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 5 yıldır” demişti. Fehmi Koru’nun verdiği bilgiye bakacak olursak, 7 yıl konusunda kendi aralarında uzlaşmaya varmışlar.

Bloomberg HT’ye konuşan Koru şöyle dedi:

“Meclis’in seçtiği Cumhurbaşkanı 7 yıllığına ve tek dönem için seçiliyor. Eğer halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı olsaydı 5 + 5 olacaktı. Şu anda anladığım kadarıyla Başbakan, "5 yıl olsun" demişti. AK Parti sözcüleri de hep "5 yıl" demekteydiler. Son zamanlar bakıyorum artık AK Parti çevrelerinde sanki 7 yıl üzerinde bir uzlaşma olmuş gibi. Böylesi daha da iyi, çünkü kendileri açısından baktığınızda 2014 yılında istedikleri türden partilerine ve Cumhurbaşkanı’na bakışlarını yenileyebilirler. Bu fırsat 2014 yılında ellerine geçerse bu daha da uygun olur. Çünkü 2012 işlerin çatallaşabileceği bir dönem. 2014'e kadar geçecek süre içerisinde o çatallaşacak işlerini de yoluna koyabilirler diye düşünüyorum.”

Peki, büyük bir oy desteğiyle tek başına iktidara gelmiş olan, işlerin tıkır tıkır yürüdüğünü savunup hiç bir sorun yaşandığını kabul etmeyen AKP hükümeti, neden bunları tartışmaya başladı.

Ülkenin siyasi gerilimini her gün biraz daha tırmandırmaktan, ortalığı darbe söylentilerine, tutuklamalara, teşvik verdikleri gazeteler vasıtasıyla dezenformasyona boğmaktan ne çıkar umuyorlar?

Cevap: Anketler giderek tehlike çanı çalıyor: AKP’nin oyları giderek düşüyor. 2011’e böyle gidilirse hezimet kaçınılmaz görünüyor.

AKP’nin acil bir “darbeye” ve “mağduriyete” ihtiyacı var. Bundan başka seçim kazanma yolu bilmiyorlar çünkü…

23 Şubat 2010 Salı

Siyasetsizlikten Geriye Kalan Son Hamle: Toplu İstifa

Açık İstihbarat Özel

Genelkurmay sonunda son üç senedir yaşanan süreç hakkında "ciddi durum" tespitinde bulundu.

Aslında ciddi durum generaller değil, operasyondan dönen teğmen helikopterden iner inmez gözaltına alındığında hasıl olmuştu. Kurmay gözü bu ciddi durumu Muavenet'in vurulduğunun ertesi günü, ya da en azından askerinin başına çuval geçirildiğinin sabahı görebilirdi ama anlaşılan yumurta nihayet bugün kapıya dayandı.

İki sene önce kaleme aldığımız;

"Facebook Kriminolojisi; 6 Derece Teorisi ve 2020'lerin General Kadrosu"

başlıklı yazıda "Ergenekon" sürecinin ana hedeflerinden birinin Türkiye'nin 2020'lerdeki general kadrosunu şekillendirmek olduğunu belirtmiştik.

Bu yazıdaki tespitlerden biri şuydu:

Alttan gelen bu küresel planla asenkron kadroyu mümkün olduğu kadar ekarte edip;

Brüksel'in salonlarında ve hatta localarında; "Terörle Mücadelede Mükemmelliyet Merkez"lerinde,
NATO karargahlarında, elit üniversitelerin doktora programlarında, İstanbul'un oligarkları ile oynanan golf oyunlarında ; Afganistan'da ortak operasyonlarda pişmiş,

küresel planla senkron kadroların yükselmesini sağlamak AB-D'nin Türkiye'deki temel önceliklerinden bir tanesidir.

“Ergenekon” süreci bu noktaya hedefindeki kurumun yöneticilerinin karakterini ve zekasını adım adım, test ede ede geldi. En ufak zaaf belirtisinde korkusuzca ve fütursuzca hedefini büyüttü. Karşısındaki kaplanların, kağıttan demeç vermekten başka siyaset üretemediğinin farkına vardığında ise çığrından çıkıp, bugün “ciddi durum” olarak tespit edilen zemine ulaştı.

Durum ciddi ; durumla ilgili tespitiniz geçtir.

Siyaset yapmaya soyunup, siyaset üretememek; gramer gücü ile Türk Devleti’nin en önemli saç ayağını koruyabileceğinizi zannetmek mevcut durumun ciddiyetini daha da arttırmaktadır.

Bu devletin en önemli saç ayaklarından biri olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne önem ve değer veren insanların bir tane daha “sert” ; “asimetrik psikolojik savaş tehdidi altındayız” demeci dinlemeye tahammülü yoktur.

Hele hele; “kızdırmayın açıklarız” tarzı demeçler üzerinizdeki üniformaya değil; yıllardır altınızı oyduğu halde, kokteyllerinize, seminerlerinize davet etmekten çekinmediğiniz ikiyüzlü zihniyete yakışmaktadır.

Darbe ise bir siyaset değil, vahim bir siyasetsizliğin dayatacağı bir çözümsüzlük ve bu ülkeye yapılacak en büyük ihanetlerden biri olduğu için ; bugüne kadar siyaset üretemeyen Genelkurmay’ın elinde tek bir seçenek kalmaktadır:

Toplu İstifa.

Başbuğ’un istifası veya birkaç üst düzey generalin değil; Türk Ordusu’ndaki bütün generallerin toplu istifası.

Bu; “Ergenekon” sürecini kurgulayan üst aklın “öngörülebilirlik” zeminini altüst edecek bir hamle olacaktır. Batı’nın oyun teorisinde , “öngörülebilir” olduğunuz sürece muhalif, hatta azılı düşmanı olmanızın hiçbir zararı yoktur. Batı; öngörülebilir düşmanı, öngörülemez dosta her zaman tercih eder.

Bu topraklarda Batı’nın sizden âlâ dostu olmadığına göre; dostunuza Türk Milleti adına en büyük kazığı atma vakti gelmiştir.

“Ergenekon” sürecini kurgulayan üst akıl; fabrikasyon belgelerden isimsiz ihbar mektuplarına, telekulak kayıtlarına kadar nice neşter hamlesi ile bu üst kadroyu isim isim şekillendirmeye çalışacak kadar alanı boş bulmuştur.

Alanı bu kadar boşaltan ataletin sebeplerinden birinin de meslekdaşları “Ergenekon” ile elenirken önleri açılan bazılarının sessiz sevincinden kaynaklandığını da bilmeyecek kadar TSK cahili değiliz.

Bugüne kadar kırılan kolların içinde bırakılan yenler, kolu çürütmüştür, kangren noktasına getirmiştir.

Bu noktada TSK; gerektiğinde kolunu (tüm general kadrosu) kesip, “Ergenekon” diyetini parça parça değil, toplu olarak ve son bir kez ödemeyi bilmelidir.

BU diyeti ödemek için; kendilerini bu kıskaca sokan AB-D sürecine bağlılık ifade ede ede Türk Devleti’nin akıl ve hareket alanını daraltan; teğmenleri yutmaya başlayan sürecin kendilerine kadar uzanamayacağını düşünen ; gençliklerini 1950-60’lardaki Soğuk Savaş ayazında yaşamış kadrolardan daha iyi bir kadro olamaz.

Onların boşalttığı alanı ; gençliklerini AB-D’nin döşediği mayınlara basa basa terörle mücadele ederek geçirmiş; Soğuk Savaş’ın tek yönlü değil, AB-D’nin maskesini düşüren çoklu küresel kültür döneminde yetişmiş ; AB-D’nin müttefik masalı ile uyutulması daha zor genç kadrolar alacaktır.

TSK’nın budandığı yerden gürlenerek ve aklını yenileyerek çıkacağına emin olabilirsiniz.

Bu hamle; TSK’nın üst düzey kadrolarını, seçici neşter darbeleri ile Hannibal misali yontarak , kendine sorgusuz sualsiz hizmet edecek yap-boz bir Frankstein yaratmak isteyenlerin oyununu bozar.

Muvazzaf bir Genelkurmay Başkanını gözaltına alma hamlesi için ellerini ovuşturanların TSK’yı yıpratmak için yapacakları son hamlenin altını boşaltır.

Bu hamlenin yaratacağı psikolojik şok dalgasının etkilerini saymıyoruz bile.

Başbuğ tarihe ya ; Hilmi Özkök-Yaşar Büyükanıt çizgisinde geçecek, ya da Mustafa Kemal’den sonra üniformasını en doğru zamanda çıkaran general olarak tarihe adını yazdıracaktır.

Birinci çizginin itibarı malumunuz. İkinci çizginin "sadakası bile yeter".

Başbuğ; önce alttan gelen baskıyı idare etme/yatıştırma görevinden , daha sonra da emrindeki bütün generallerle birlikte Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa etmelidir.

TSK’nın üst düzey kadrosunu seçici neşter hamleleri ile dizayn etmeye çalışanların yüzüne karşı masayı devirmeli; satranç ustası oyuncuların köşeye sıkıştırdıkları rakiplerinden asla beklemediği “öngörülemez” hamleyi yapmalıdır.

Tekrar edelim; bu hamle; Başbuğ’un değil; Genelkurmay’ın toplu istifasıdır.

Bu hamle için şu ya da bu sonuç beklenmemeli; şu ya da bu pazarlık yapılmamalıdır.

Hiçbir sonuç; hiçbir pazarlık; “Ergenekon”’u kurgulayan üst aklı nihai hedefinden vazgeçirmeyecek; sadece bir sonraki hamle için zaman ve zemin kazandıracaktır.

Bu tarihi hamle ise AKP’yi darbesiz ; AKP’yi yönetenleri hedefsiz bırakacaktır.

Açık İstihbarat

Kaynak: Açık İstihbarat Özel

22 Şubat 2010 Pazartesi

Kasaptaki Ete Soğan Doğradılar!- Fatma Sibel Yüksek


TRT-2, sabah saatlerinde eski kuvvet komutanlarının evlerinin polis tarafından aranmakta olduğunu duyurmaya başladığında, Fırtına Paşa muhtemelen yataktan yeni kalkmıştı. Eşiyle birlikte “evlerinin arandığı” haberini TRT’den duydular. Eski 1. Ordu komutanı Çetin Doğan’ın ise kahvaltı masasına oturmaya hazırlandığı anlaşılıyordu. O da Fırtına ailesi gibi “başına gelenleri “ TRT-2’den izlemeye başlayıp “Memleket nereye gidiyor yahu!” dedi…

Saat 10.00 ile 12.00 arası Çetin Doğan’ın kendisini arayan gazetecileri “evinin aranmadığına ve gözaltına alınmadığına” iknâ etme çabasıyla geçti. Olayı muhatabına doğrulatamayan diğer televizyon kanalları, TRT’ye inanmayı tercih ettiler ve arama-gözaltı haberine onlar da hız verdiler. TRT’ye inanmayı tercih etmekte haklıydılar; çünkü TRT daha önce de Sabih Kanadoğlu’nun evinin arandığını duyurmuş, 3 saat sonra da polisler gerçekten gelmişti. “Yok öyle bir şey, şu anda evimdeyim, çay içiyorum” diyen Kanadoğlu, mahcup olduğuyla kaldı..

Evinin arandığına yoğun telefonlar sonucu giderek iknâ olmaya başlayan Çetin Doğan da Sabih Bey gibi “yalancı çıkmaktan” korkuyordu ki kapı çaldı ve Terörle Mücadele’den küpeli, yakışıklı polisler ayakkabılarını çıkarıp saygılı bir biçimde içeri girmeye başladılar.. Çetin Doğan, kendisini aramaya devam eden gazetecilere “Nihayet geldiler, evim şu anda aranıyor!” diye sevinçle haber verdi. Neredeyse kendisini tutamayıp küpeli polisleri yanaklarından öpecekti!

Polislerle birlikte iki adet savcı ve Çetin Doğan’ın avukatı Celal Ülger de gelmişti. Avukat Ülger, arama emriyle ilgili mahkeme kararını inceledi.


Müzekkerede, “arama sırasında suç delili bulunursa, gözaltına alınmasına” şeklinde bir ifade bulunmaktaydı. Arama tamamlandı ve “herhangi bir suç unsuruna rastlanmadığına” dair tutanak tanzim edildi. Tutanağın altına imza atan savcılar, “Doğan’ı gözaltına alacaklarını” bildirdiklerinde Ülger, müzekkerede yer alan o hükmü hatırlatıp gözaltı uygulanmasına karşı çıktı. Bu itiraz üzerine ellerindeki müzekkereyi yeniden okuyan savcılar, (belki de ilk kez okuyorlardı!) pek mahcup oldular ve “Haklısınız, öyle yazıyor” dediler. Yine de müzekkerenin rutin bir üslupla yazıldığı, bütün gözaltıların aynı mahkeme kararıyla yapıldığı konusunda Avukat Ülger’i ikna etmeye çalıştılar. Olmayınca, “iyi günler” deyip, ayakkabılarını giydiler ve evden ayrıldılar.

Tabii Celal Ülger, “başarısına” sevinmeye fırsat bulamadı; çünkü az önce “Haklısınız, öyle yazıyor” diye mahcup olan savcılar, yolda adliyeye uğrayıp Çetin Doğan hakkında hemen bir “yakalama müzekkeresi” çıkarttılar. Yani, avukatın “uyarısı” üzerine “eksikleri tamamladılar”. Ve Çetin Doğan, avukatının bu titizliği sayesinde gözaltına alındı!

Ergenekon operasyonlarında öyledir. Siz istediğiniz kadar gözaltı, arama ve tutuklama işlemlerinin CMK’ya aykırı gerçekleştirildiği konusunda kendinizi paralayın; ya duymazdan gelip işlerine devam ederler; ya da Celal Ülger gibi işini iyi yapan bir avukatla karşılaşınca yeni bir mahkeme kararı çıkarttırıp öyle gelirler…

(36 aydır tutuklu yatmakta olan Ergenekon sanıkları buna benzer usulsüzlükler konusunda her duruşmada onlarca olay anlatıyorlar. Hüsamettin Cindoruk’un “2’ye 1 mahkemesi” dediği mahkeme, anlatılanları sakince dinleyip oturum sonunda “tutukluluk hallerinin devamına” karar veriyor).

Zaten, gözaltına almaya gelinceye kadar, ortada başka tuhaflıklar da vardı.


Örneğin, Çetin Doğan’ın daha birkaç ay önce mevcut darbe iddiaları konusunda savcılar tarafından “tanık” sıfatıyla ifadeye çağrılmış ve bilgisine başvurulmuştu. Aynı şekilde, gözaltına alınan muvazzaf albaylar arasında, birkaç gün önce “tanıklık yapmaya” çağrılmış olanlar da vardı. “Tanık” olarak ifade vermeye hazırlanırken “şüpheli” oluverdiler. Muhtemelen tutuklanıp “sanık” da olacaklar. Bu gidişle “hükümlü” olmak da işten değil gibi görünüyor. Taraf gazetesinin yeni bir “plan” yayımlaması ve bu “planlara” adınızın bir şekilde geçirilmesi yetiyor. 400 kiloluk “delilleri” incelemeniz ve aksini ispat etmeniz nasılsa imkansız. İspatlamayı başarsanız bile bu en azından 5 sene tutuklu kalmanız demektir.

Ergenekon davalarının bir özelliği de bu. Yani, iddia sahibi iddialarını kanıtlamakla yükümlü değil. Hakkınızdaki suçlamaların aksini siz kanıtlayacaksınız.


Yaklaşık 2 senedir devam eden Ergenekon davalarında böyle bir imkansızı başaranlar da oldu ama yine de serbest bırakılmadılar. Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, “Size baskı yapıyorlar, yargıç olarak iradenizi gösteremiyorsunuz” diyen sanıklara “Baskı yapanın ağzını karışlarım!” diye pek kızıyor. Geçenlerde Doğu Perinçek, “Hiç de karışlayamazsınız” şeklinde polemiği devam ettirince, Köksal Bey cüppesini alıp salondan çıktı.

Bir keresinde, o zaman tutuklu olan Birol Başaran,


“Neden herkese ayrı muamele yapılıyor? Kimi benim gibi evi basılarak gözaltına alınıyor. Kimisi, evinde arama yapılmadan gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Kimisi, ifade vermeye çağrılıyor ama tutuklanıyor. Apar topar gözaltına alınıp terörist gibi teşhir edildikten sonra mahkemeye bile çıkarılmadan serbest bırakılanlar ve iddianameye bile sokulmayanlar var”


deyince, o gün celseye başkanlık yapan ve duruşma salonuna hakimiyet konusunda sorunları bulunan kıdemli üye Hasan Hüseyin Özese,

“Endişeniz olmasın Birol Bey, yargılamalarımız CMK kapsamında yapılmaktadır” demişti. “Mamullerimizde domuz eti yoktur” şablonunu çağrıştıran bu “teminat” salonda gülüşmelere neden oldu.

Ergenekon davalarında sanık, tanık, gizli tanık, şüpheli gibi kavramlar arasında geçiş yapmak da son derece kolay. Davaya bir şekilde bulaşanlara böyle bir “serbesti” tanınmış durumda. Bu anlamda Ergenekon davası, dünyanın en “demokratik davası” sayılabilir.

Çetin Doğan’ın dün “tanık” olarak dinlenilmesi, bugün “sanık” olmasına engel değildir.


Mesela, Silivri’de 24 ay yatmaktan sıkılan Doçent. Dr. Ümit Sayın, bir sabah uyandığında statüsünde bir değişiklik yapıp “gizli tanık” olmaya karar verdi. Bu davranışı teveccüh ve takdir duygularıyla karşılayan savcılar, hemen Sayın’ın ek ifadesini aldılar.


Sayın, tarihleri hiçbir şekilde birbirini tutmayan bir takım olaylar anlattı ve “Hurşit Tolon darbe yapacaklarını bana söylemişti” falan dedi. Son derece naif bir adam olan Sayın, mahkemede savcıların bu ifadeye karşılık olarak kendisine “yardımcı olmayı” vaat ettiklerini de itiraf etti.


Bir ara “gizli tanık” olmaktan da sıkılan Ümit Bey, tutanaklarda geçen “Anadolu” kod adlı gizli tanığın kendisi olduğunu avukatların soruları üzerine açıkladı. Hatta, soru soran avukatın gizli tanık kodunu “Anadol” şeklinde telaffuz etmesine bozulup, ilke konusunda “titiz” bir adam olarak, “Anadol değil Anadolu” diye düzeltme yaptı. Böylece “sanıklıktan”, önce “gizli tanıklığa”, sonra “açık tanıklığa” terfi etti.


Dediği gibi savcılar da kendisine “yardımcı oldular” ve bir iki duruşmadan sonra “serbest bırakılmasını” talep ettiler. Mahkeme de birkaç duruşma savcıların bu isteğine karşı çıkıyormuş gibi yaptı ve sonunda Ümit Sayın tahliye edildi.

Şimdi gelinen noktada, gözaltına alınan eski kuvvet komutanları ile bazı üst düzey muvazzaf subayların “Balyoz” tabir edilen darbe planı ile suçlandıklarını anlıyoruz.


Bu tip iddiaların yegâne kaynağı olan Taraf gazetesinin haberlerine göre söz konusu plan, Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde yapılmış. Hilmi Özkök, Ergenekon davasının en muteber “tanıkları” arasında yer alıyor. İfadesini almak için “Paşa zahmet etmesin” diye İzmir’e giden savcılar, kendisine köfte ekmek bile ısmarladılar.


Hilmi Paşa’ya sorarsanız, “Darbe planlarını kendi usulleri ile” bertaraf etmiş. Oysa yasalarda “kendi usulleriyle darbe bertaraf etmek” diye bir yöntem bulunmuyor. Yani, darbe hazırlığını tespit edip de yetkili amir olarak gereğini yapmamışsanız, siz de suçlu olursunuz.


Hilmi Özkök’ün ne kadar “pir-ü pak” bir paşa olduğunu savunan eski darbe şakşakçısı Nazlı Ilıcak, Habertürk televizyonunda “Özkök Paşa, darbeye sessiz kalmakla suçlanamaz, o şartlarda içeride kalıp olup bitenlere hakim olması gerekiyordu” dedi.

Özkök’ün, Ilıcak’ın kendisini bu şekilde savunmasından hicap duyup yayına bağlanmasını bekledik ama öyle bir şey olmadı. Kadın sanki Genelkurmay Başkanı’nından değil de karargâhın aşçısından bahsediyor. “İçeride kalıp, olup bitenleri anlamaya çalışması” daha doğruymuş! Paşa’ya böyle bir görev veren mi oldu acaba? Mahir Kaynak misâli…

Hilmi Bey, “Neden böyle yaptınız Paşam, darbeciler hakkında neden işlem yapmadınız?” diye soranlara, “Ben kasaptaki ete soğan doğramamam” demişti.

Şimdi görüyoruz ki kasaptaki ete değil soğan doğramak, kaşar peyniri bile rendeleniyor.

Hilmi Paşam bile kendisine köfte ekmek ısmarlanmasına inanmasın, bir sabah uyandığımızda “şüpheli” sıfatıyla gözaltına alındığı haberini duyabiliriz.

Savcılara kokteylde “Yoksa beni almaya mı geldiniz” diye şirinlik yapan Paşa’nın da öyle…

Her fani bir gün Ergenekon şüphelisi olmayı tadacaktır.


Kaynak: Açık İstihbarat

21 Şubat 2010 Pazar

Onlar Dünyanın En Etkili Müslümanları! Meyyal UYGUR

Eylül ayında Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu “Merkezi ezan ve merkezi vaaz uygulamasının köylerden başlanarak, kaldırılacağını” açıkladı. Aralık ayı sonunda da Rize’de düzenlenen il müftüleri toplantısında, merkezi vaaz ve ezan sistemine son verilmesi kararlaştırıldı. Türkçesi, artık her camide, ayrı hutbe okunacak, farklı ezan sesi yükselecek!..

Zaman Gazetesi haberi, “Yaklaşık 13 yıldır uygulanan ve 28 Şubat sürecinin bir eseri olarak görülen merkezi vaaz sistemine son veriliyor” diye duyurdu… Bir şey daha yaptı, Diyanet İşleri Başkanı yerine, “Diyanet Reisi” ifadesini kullandı. (Zaman-24 Aralık 2009)

Bu kararı burada bırakıp, son yıllarda yaşanan bazı somut olaylara bakalım:

2006’de Bursa Mudanya’da Ramazan Bayramı hutbesinde, “Erkeklerin, anne, eş ve kız çocuğundan başka bayanlarla tokalaşıp öpüşmesi caiz değildir. Bunu yaparsanız namaz düşer” ifadelerinin geçtiği öne sürüldü. CHP Bursa Milletvekili Mustafa Özyurt da konuyu Meclis’e taşıyıp, “Bayram namazlarında okutulan hutbelerden Diyanet İşleri Başkanlığının haberi var mı? Bayram namazı hutbeleri kimin tarafından hazırlanmaktadır? Her ilçe veya il müftüsü kendi fikirlerine göre hutbe hazırlayabilmekte midir? Söz konusu hutbeyi hazırlayanlara verilecek ceza nedir?” sorularını sordu. Cevap verildi mi, verildiyse ne dendi, maalesef bilmiyorum…

Gazetelere yansıyan bir başka haber; 2007’nin son aylarında İstanbul Beşiktaş Yeni Camii’nde Cuma namazı öncesi verdiği vaazda Hoca, sözü Lozan’a getirir ve der ki; “Ey cemaat, Batılı şer güçleri, Lozan’da dinimizi değiştirelim, Hıristiyan olalım diye çok uğraştılar. Neyse ki Esat Mahmut Karakurt gibi Müslüman büyüğümüz Lozan’a giden heyette vardı. Bu baskılara direndi, görüşmeler kesildi. Batılı şer güçleri, Hıristiyanlığı kabul ettiremeyince bu sefer, laikliği bize dayattılar. Ondan sonra da ülkemizde 1932’den 1952’ye kadar Kuran okunmadı”… O vaazı dinleyen işadamı, gazeteciler aracılığıyla şunu sordu; “Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye'nin dört bir yanındaki camilerde verilen vaazları denetliyor mu, müfettiş gibi birilerine izletiyor mu? Eğer yoksa neden denetlenmez?”… Diyanet İşleri Başkanlığı, müfettiş gönderildiğini açıkladı. Sonuç; Bilmiyoruz!..

Son örnek, geçen Kurban Bayramı namazı öncesi Fatih Müftü Vekili Mehmet Taşkıran’ın verdiği vaaz. Cumhuriyet’in ilk yıllarını eleştiren Müftü Vekili, “Geçmişte dinimizi öğrenirken zorluklar yaşadık. Baskı altında dinimizi öğrenmeye çalıştık. Medreseler kapatıldı. Elif be’ler elimizden alındı. Bunların unutulmaması, tedbirli olunması gerekir” dedi. O sırada camide olan CHP Fatih Belediye Meclis Üyesi Mustafa Sarmusak konuyu İl Başkanı Gürsel Tekin’e iletti. O da şikâyetçi oldu. Taşkıran hakkında idari soruşturma açıldı. Sonuç; Diyanet İşleri Başkanlığı, "İddialar ispatlanamadığı ve sübut bulmadığı için cezaya gerek yok" kararı aldı. Taşkıran görevine devam ediyor…

Anarşiyi Camiye Sokmak

Şimdi geliyorum basına intikal etmeyen, ama Ankara’nın ortasında yaşanmış bir başka hadiseye… Olayın kahramanı namazında, niyazında bir milletvekili, CHP’li falan da değil. Olay yeri ise cami değil, ama çok önemli bir yerin mescidi. Cumhuriyet Bayramı’ndan hemen önce Hoca, Diyanet’in gönderdiği “Cumhuriyet Bayramı” konulu hutbeyi okuyor. Hutbede, “Kurtuluş Savaşı’ndan, Mustafa Kemal’den, Cumhurun, yani milletin iradesine saygı temelindeki yönetim şeklinin benimsenmesinden” bahsediliyor… Ancak satır aralarına serpiştirilmiş şöyle ifadeler de var:

“Baskıcı bir ortamda insanların doğal hakları denilen, Allah’ın onlara doğuştan lütfettiği hakların korunması mümkün değildir. İnsanlar topluma faydalı olabilecek fikirleri rahatça üretemez, ifade edemezler, hakkı savunup, haksızlığı yeremezler…”

“Bizim ecdadımız, dünyanın başka toplumlarında olduğu gibi saltanatı despotizme çevirmemiş, o çağların elverdiği ölçüde insan hak ve hürriyetlerine sayğılı olmaya özen göstermişlerdir, hatta insan hak ve özgürlükleri konusunda bazı bakımlardan bugünün gelişmiş toplumlarına bile örnek olacak uygulamalar başarmışlardır…”

“Sadece çok dinli ve çok kültürlü bir şehir olan Kudüs’teki, İstanbul’daki yüzlerce yıllık uygulama bile, bırakın Müslümanları, insanlık için onur verici örneklerle doludur…”

Bu hutbenin altındaki imza, İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağırıcı’ya aittir. Devam etmeden önce Çağırıcı hakkında bir parantez açalım. Batılıların en sevdiği müftüdür… Dinlerarası Diyalog’da ön plandadır. O yüzden özellikle ABD Başkanlarının İstanbul’da dini liderlerle yaptığı toplantılarda Türkiye’yi temsil eder… Ve Bartholomeos’un yakın dostudur. Geçenlerde o da, “Merkezi ezan ve vaaz sistemine karşı olduğunu” açıkladı. (Ki zaten söylediğine göre, bu sistem İstanbul’da sadece Kadıköy ve Bağcılar’da uygulanıyormuş)

Olayımıza dönersek; Hutbeyi dinleyen Milletvekili, Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nu arar, satır aralarındaki o ifadeleri sorar… “Buradaki despotizmden kast edilen; devletin mi, ulemanın despotizmi midir?.. Doğuştan kazanılan hakka gelince, mesela PKK, ana dilde eğitimin doğuştan kazanılan hak olduğunu söylüyor… Çok dinlilik, çok kültürlülük caminin içinin meselesi midir? Havra’da Yahudilik, Kilisede Hıristiyanlık, Camide Müslümanlık konuşulur…” gibi sözlerle tepkisini dile getirir. Bildiği bir şeyler olmalı ki, “Beypazarı Müftüsü’nün hazırladığı hutbe neden Çağırıcı tarafından değiştirildi?” sorusunu da sorar.

Aldığı cevap, “Arkadaşlar acemi… Fazla hassasiyet gösteriyorsunuz…” olunca, tepkisi artar, konuşma şöyle sona erer:

“80 yıllık Diyanet, bu kadar aciz mi?.. Camilere bunları sokarsanız, anarşiyi sokmuş olursunuz… Hz. Ebubekir’in, ‘Doğru yoldan saparsam, beni kim düzeltebilir’ sorusu üzerine Hz. Ömer’in kılıcıyla ayağa fırladığını, Hz. Ömer aynı soruyu sorduğunda da bir Sahabi’nin aynı şekilde kılıcını havaya kaldırdığını bilirsiniz. Sizin yanlış hutbelerinizi de düzelten biri olur!..”

Camilere ilişkin diğer operasyonları da kısaca hatırlayalım; İstanbul’un kurtuluş yıldönümünde, “Ne Mutlu Türküm Diyene, Milli Birlik Esastır, Ordumuza Şükran Borçluyuz, Önce Vatan” şeklinde mahyalar asıldı diye kıyameti koparıp, iki ay içinde mahyalarla ilgili yönetmeliği değiştirtip, şehirlerin kurtuluş günlerinde mahya asılmasını yasaklatmadılar mı?.. Ya o yasak kararı çıkana kadar Zaman Gazetesi’nin yayınladığı senaryolar?.. Mahyaların arkasında “masonik bir komplo” olduğu, “kaos için camilerin hedefe alındığı” gibi ne iddialarda bulundular… Hatta, “Aşama aşma sinsi plan”ı ortaya çıkardılar. Kim yazmış, kim planlamış belli değildi, ama adeta “Camiler bombalanacaktı” denilen “Balyoz”un yolu yapılıyordu. Mahya yasağı çıktı, haberler bıçak gibi kesildi. Kimdi o “masonlar”, niye peşlerine düşülmedi, öğrenemedik!..

Diyanet’in “Kürt açılımı”na balıklama daldığını da unutmayalım. Kürtçe Kur’an, Kürtçe vaaz ve mevlüt, Diyanet Tv’de Kürtçe programlar gibi bir yığın proje geliştirildi. “Diyanet Reisi” son olarak Diyarbakır’a gitti, en önce Osman Baydemir’i ziyaret etti. Ardından, bölgedeki “kanaat önderleriyle” buluşup, taleplerini dinledi. Burada 6-7 bin camimizde kadrolu görevli olmadığını belirtip, Ağustos’ta 4-5 bin sözleşmeli din görevlisi alınacağını, köy ve mezralardaki eksikliklerin böylece giderileceğini açıkladı!.. “Diyanet Reisi”mizin, Ruhban Okulu’nun açılmasını desteklediğini, bu meseleye tamamen “dini özgürlükler” kapsamında baktığını da vurgulayıp, soralım; Koca Diyanet İşleri Başkanı, Ruhban Okulu sorununun ve bunun ardındaki gerçek talepleri bilmez mi?

Tüm bu örneklerden sonra en başa dönüp, DİB’in aldığı son kararı sorgulayalım;

Ankara’nın, İstanbul’un ortasında bunlar oluyorsa, merkezi vaaz sisteminin resmen kaldırılmasından sonra hem buralarda, hem cemaat ve tarikatların hüküm sürdüğü Anadolu’da neler olacağını, camilerde millete neler anlatılacağını düşünebiliyor musunuz?!.. Bunların üstüne bir de Kırmızı Kitap Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden “irtica tehdidi”nin çıkarılması hazırlıklarını ekleyin… Oysa o belgede denen şu; “İrticai faaliyetler, içte ve dışta sürmektedir. Bunlarla mücadele ederken, toplumun dini duygularını incitmemeye özen gösterilmelidir. Bu bağlamda toplumun dini duygularını kullanmak isteyenlere izin verilmemelidir. Anayasa’da dikkat çekilen İnkılâp Kanunları’nın ödün vermeden uygulanması gereklidir. Din eğitimi, devletin üstlenmesi gereken bir işlev olarak devam etmelidir”…

Belli ki, “Dini duyguların kullanılmasına izin verilmesi, İnkılâp Kanunlarının çiğnenmesi, din eğitiminin, tarikat ve cemaatlere devredilmesi” planlanıyor!..

Dünyanın En Etkili 500 Müslüman’ı

Fethullah Gülen hareketi ile yakın mesaisi olan ABD’deki Georgetown Üniversitesi’nin, Ürdün Stratejik Çalışma Merkeziyle birlikte hazırladığı, “Dünyanın En Etkili 500 Müslüman’ı” listesinde kimler var? Listeye, Türkiye’den 20 “Müslüman” alındı. İlk 50’deki o isimlerden bazıları ve sıraları şöyle:

Recep Tayyip Erdoğan (5), Fethullah Gülen (13), Abdullah Gül (28), İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu (40)… Devamında ise Ekrem Dumanlı, Hayrinüsa Gül, Ahmet Davutoğlu, bir de Ali Bardakoğlu ile İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı…

Bu da ABD Projesi

Camilerde operasyon veya “reform”…“Etkili Müslümanlar”… Bunların anlamı, önündeki, arkasındaki planlar... Önce, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye ilişkin 2008 Din Özgürlüğü Raporu’ndaki şu satırlara bakalım:

“ABD Hükümeti, insan haklarını korumaya yönelik genel politikası gereği, Hükümetle din özgürlüğü meseleleri hakkında görüşmeler yapmaktadır. ABD Büyükelçisi ve aralarında İstanbul’daki ABD Başkonsolosluğu ve Adana Konsolosluğu personelinin de bulunduğu diğer elçilik görevlileri Müslüman çoğunluk ve diğer dini gruplarla yakın ilişkilerini sürdürmüştür… Büyükelçi, Bakanlar Kurulu üyeleriyle yaptığı özel görüşmelerde düzenli olarak, din özgürlüğü konusunu konuşmuştur. Bu konuşmalar sırasında, hem İslam, hem de diğer dinlere ilişkin hükümet politikalarına değinilmiştir… Büyükelçi, Nisan 2008’de Büyükelçi’nin daveti üzerine ABD’yi ziyaret eden Diyanet Başkanı Ali Bardakoğlu’yla biraraya gelmiştir. Diğer elçilik ve konsolosluk görevlileri, hükümet yetkilileriyle benzer görüşmelerde bulunmuşlardır. Elçilik ve Konsoloslukta görevli diplomatlar, çeşitli dini grupların temsilcileriyle düzenli olarak bir araya gelmişlerdir… Rapor süresinde Müslüman bir ilahiyat profesörü ABD’deki ‘Din ve Toplum Misafir Programı’ na katılmıştır.”

Şimdi de aynı rapordaki şu satırlar üzerinde iyice düşünelim:

“TCK’nın 219’uncu Maddesi, imamlar, rahipler, hahamlar ya da başka dini liderlerin, dini görevleri sırasında devleti veya devlet kanunlarını kınamalarını ya da kötülemelerini yasaklıyor…”

Adamlar resmen camiler başta olmak üzere, tüm dini kurumlarda, “devletin ve kanunların kınanmasına, kötülenmesine izin verin” demiş olmuyor mu? Gel de, “hutbelerin özgürleştirilmesini” tesadüf say!..

Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu, “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız, müminler askerimiz” dizelerini bilirsiniz… Ya dönemin AB Türkiye Temsilcisi Kretschmer’in Şubat 2006’da, “Alevilerin ayırımcılığa maruz kalmasından, cemevlerinin ibadethane sayılmasından, din derslerinden” dem vurup, “Bana göre laik bir ülkede Diyanet gibi bir kurum olmamalı” dediğini hatırlıyor musunuz?

Hep birlikte tek bir “kışla” üzerinde yürütülen operasyona odaklandık. Oysa operasyon çift taraflı. El birliğiyle biri çökertiliyor, diğeri “demokratikleştiriliyor ve özgürleştiriliyor”!.. Bu yeni “kışla” kimlere yâr olur, kimlerin işine yarar dersiniz?

Kaynak: Açık İstihbarat

20 Şubat 2010 Cumartesi

İstihbarat Açık: Çukurambar Senaryosu Çözüldü


Açık İstihbarat Özel


Gündeme aynı anda iki haber düştü. Biri bomba etkisi yaratırken, diğeri gündem yarışında arka sıralarda yer alsa da önemliydi.


Birinci haber ile Türkiye'de ilk kez bir Genelkurmay Başkanı'nın gizli kayıtla alınmış ses kaydına tanık oldu kamuoyu.


Sözkonusu kayıtta ; İlker Başbuğ'un , müttefiklik masalının kalesi (Brüksel)'de subaylarına yönelik bir konuşma yaptığı ve bu sırada ortam dinlemesine maruz kaldığı anlaşılıyor.


Kaydın sızdırılan kısmında üç ana başlık var:


1) Başbuğ; Kozmik Odaya girişe izin vermese TSK'nın zan altında kalacağını, bu yüzden şaibe oluşmasın diye izin verdiğini belirtiyor. Konuşmanın bu kısmı; "istesek tabi ki sokmazdık, nah girerlerdi" gibi genç subayların gönlünü hoş tutacak, üzerlerindeki üniformanın namusuna halel gelmediği psikolojisi yaratacak hoşluklarla süslü.


2) Başbuğ; ordu içindeki çürüklerden şikayet ediyor.
On yıldır akaryakıt kaçakçılığı yaptığı halde farkına varılmayan albay örneği üzerinden huzurundaki subayları bu tarz vakalara karşı uyanık olmaları konusunda uyarıyor.


3) Konuşmanın en kritik kısmında; Başbuğ, Çukurambar'da yakalanan subayları kendisinin görevlendirdiğini, bölgenin bir çok şahsa ev sahipliğini yaptığını belirtiyor fakat bu subayların da profesyonelliklerindeki eksiklikten dolayı takip edildiklerinin farkına varmayıp, kendilerini yakalattıklarından şikayet ediyor.


Gazetelerin; bu dinleme kaydını görme biçimi, AKP'ye karşı mesafe ve AKP içi dengelere mesafeye göre farklılık gösteriyor. Yandaş medyanın bile kendi içinde bu dinleme kaydına yaptığı farklı muamele; AKP içindeki dengelere dair önemli göstergeler barındırıyor.


Bu farklılıklar ayrı bir haberin konusu fakat biz dikkatinizi bir , hatta iki tesadüfe çekmek istiyoruz.


Her gazetenin ana sayfasından, şu ya da bu şekilde gördüğü Başbuğ kaydını ana sayfadan tek satır bile olsa görmeyen gazete hangisi ?


Habertürk


Peki; bu gazetede olup da, diğer hiç bir gazetede olmayan haber hangisi?


1402 gündür kayıp olan Şemdinli savcısının, Arınç'ın evinin 700 metre uzağında, Çukurambar'daki evinde tespit ettiklerini duyuruyor Habertürk.


Habertürk'ün Çukurambar'da "bulduğu" Savcı Ferhat Sarıkaya ile yaptığı kısa röportajı hangi TV kanalları bu manşetlerle aynı tarihte yayınlıyor:


Samanyolu TV


Savcı Sarıkaya'nın Çukurambar'da tespit edildiğinin cümle aleme duyurulduğu gün; Başbuğ'un Çukurambar'da görevlendirdiği subayların profesyonellik eksikliği sonucu yakalandığından şikayetçi olduğu ses kaydının manşetlere taşınmasını nasıl yorumlarsınız?


Tesadüf...?


Hiç sanmıyoruz.


Açık İstihbarat olarak, gözümüzün önündeki açık istihbaratı şu şekilde ihtimallendiriyoruz :


1) Çukurambar'da yakalanan subayların görevi - aslında her aklı başında ve TSK'yı az çok tanıyan insanın tahmin edebileceği gibi - suikast değil, bir istihbarat görevidir.


2) Uzun dönemdir yurtdışında bulunan Sarıkaya'nın, yurtdışından dönüş yaptığı duyumuna ulaşan Genelkurmay bu bilgiyi teyit etme ve/veya bir önceki Genelkurmay Başkanı hakkında altına imza attığı iddianame ile bir çok odağı memnun eden bu savcı hakkında daha ayrıntılı istihbarat elde edinme ihtiyacı hissetmiştir.


3) Başbuğ'un profesyonellik eksikliğinden şikayet ettiği subayların gerçekleştirdiği istihbarat faaliyeti sahadaki daha profesyonel ekiplerin dikkatini çekince; Genelkurmay'a kamuoyu önünde bir darbe daha vuracak tuzağın planları yapılmaya başlanmıştır.


4) İzleyenleri izleyenler durumun olgunlaştığını hissettikleri noktada; bu operasyonu, sansasyon yaratacaklarından emin oldukları Bülent Arınç üzerinden kurguladıkları bir senaryo ile kamuoyuna duyurmuşlardır.


5) Şemdinli'de İngiliz/Alman istihbaratının ortak tuzağına düşürülen istihbarat astsubaylarından sonra, bu sefer Çukurambar'da subaylar birilerine istedikleri malzemeyi vermişlerdir.


6) Ferhat Sarıkaya'nın Ankara'daki ikametgahının Habertürk üzerinden duyurulması ile Başbuğ'un Çukurambar'la ilgili sözlerini içeren kayıtların aynı anda servis edilmesi tesadüf değildir.


7) Servis eden ortak akıl ; (servisin üzerinden yapıldığı garsonları kastetmiyoruz) , diğer akıllardan üstündür; daha namuslu olmasa da.


Açık İstihbarat

Kaynak: Açık İstihbarat Özel



19 Şubat 2010 Cuma

Borç Saklama ve Gelirlere El Koyma Operasyonları

Açık İstihbarat Özel

Rüzgarların tanrısı Aeolos'un adı verilen anlaşma uyarınca, Yunanistan , havaalanlarının gelecekteki gelirlerini ipotek ederek nakit para elde etti. Ariadne adlı başka bir anlaşma uyarınca ise; Goldman Sachs, ülkenin milli piyango gelirlerini ipotekledi. Bu karmaşık ve gizli anlaşmaların hiç biri Yunanistan'ın kayıtlarında borç olarak gözükmediği için, Yunanistan'ın borcu da olduğundan az gözüktü.

Goldman Sachs'ın Türkiye'nin borçları ile ilgili olarak da benzer anlaşmalar yapma ve bu yolla Türkiye'nin gelirlerini uzun vadeli ipoteklemiş olma ihtimalini gözönüne alarak; kaldıysa, araştırmacı gazetecilerin şu soruların peşine düşmesi lazım:

Avrupa Birliği'nin bugünlerde başında dolaşan bir bela var. Yunanistan'la başlayıp, İspanya'ya sıçramasından korkulan borç krizi.

AB kriterleri açısından GSMH'nın %3'ü oranında kalması gereken borç stoğu, Yunanistan için iyimser tahminler %12 civarlarında dolaşıyor. Avrupa Birliği kapısına dayanan bu borç krizinin Euro'nun altını oymasından endişeli ve şımarık çocuğu Yunanistan'a kızgın. Bu kızgınlığın arkasındaki sebeplerden biri borç krizi olduğu kadar, diğeri Yunanistan'ın bu borcu "yaratıcı" yöntemlerle saklamış olması.

Bu borcun nasıl saklandığının hikayesi ise bizim açımızdan daha önemli.

Yunanistan'ın defterlerinde borcu olduğundan daha az gösterme başarısının arkasında bir firma var : Goldman Sachs.

Küresel finans şebekesinin başat firmalarından olan Goldman Sachs'ın ; ABD merkezli dünyaya yayılan ekonomik krizde, ABD sigorta devi AIG'nin batışında nasıl bir rol oynadığı ortaya çıkmıştı.

Goldman Sachs'ın o dönemde ; ekonominin batacağı, hisse senetlerinin çökeceği üzerine pozisyon aldığı ve aynı zamanda AIG'yı sigortalattığı mortgage türevlerine karşı daha fazla para ödemeye zorladığı ortaya çıktı.

Yunanistan örneğinde ise Goldman Sachs'ın oynadığı rol farklı.

Alman Der Spiegel dergisinin haberine göre ; Goldman Sachs Yunanistan'ın borçlarını saklaması için 2002 yılında özel bir türev anlaşması hazırladı ve Yunanistan'a milyar dolarlık bir "currency swap" anlaşması yaptırdı. Ve bu anlaşmanın konusu olan para Yunanistan'ın defterinde borç olarak gözükmedi.

Basitçe özetlemek gerekirse; bu tür anlaşmalarda, farklı kaynaklardan farklı zamanlarda gelecek olan nakit akışları değiş tokuş ediliyor.

Times'ın 16 Şubat tarihli haberine göre ise; Goldman Sachs Yunanistan'ın borcunu gizlemek için yaptırdığı anlaşmalara Yunan mitolojisinden isimler verdi.

Rüzgarların tanrısı Aeolos'un adı verilen anlaşma uyarınca, Yunanistan , havaalanlarının gelecekteki gelirlerini ipotek ederek nakit para elde etti. Ariadne adlı başka bir anlaşma uyarınca ise; Goldman Sachs, ülkenin milli piyango gelirlerini ipotekledi.

Bu karmaşık ve gizli anlaşmaların hiç biri Yunanistan'ın kayıtlarında borç olarak gözükmediği için, Yunanistan'ın borcu da olduğundan az gözüktü.

Goldman Sachs'ın Türkiye'nin borçları ile ilgili olarak da benzer anlaşmalar yapma ve bu yolla Türkiye'nin gelirlerini uzun vadeli ipoteklemiş olma ihtimalini gözönüne alarak; kaldıysa, araştırmacı gazetecilerin şu soruların peşine düşmesi lazım:

1) Goldman Sach, Türkiye'de benzer faaliyetlerde bulunuyor mu?

2) Türkiye, Yunanistan benzeri , gizli türev anlaşmalara imza atmış durumda mı?

3) Bu özel anlaşmalar nedeni ile, Türkiye'nin gelirlerine uzun vadeli ipotek konulmuş durumda mı?

4) Türkiye'deki özelleştirme takvimini ve içeriğini bu gizli anlaşmalar mı belirliyor?

Açık İstihbarat

Kaynak: Açık İstihbarat Özel

18 Şubat 2010 Perşembe

Savcı Krizini Bir de Bu Haber Eşliğinde Okuyun


Açık İstihbarat Özel



Yeni yargı krizi, "daha kötüsü olamaz" tezinin Türkiye için geçerli olmadığını gözler önüne serdi. Yetkisini açıkca aşarak bir başsavcıyı tutuklatan başsavcıyı, HSYK yetkisini aşarak görevden aldı. Saf tutulan tarafa göre de , birini eleştirilirken diğeri kahraman ilan edildi.


Bu kargaşada; bu ülkenin ve coğrafyanın insanlarının teri ve kanı ile sırılsıklam çıplaklığını üzerindeki ithal ipek demokrasi bornozu ile örttüğünü zannedenler, ellerinde Taraf gazozu, Nuri Alço misali sırıtıyor; demokrasi nutukları çekiyorlar.


AKP'nin; savcıların yargılanabilirliği konusunda nasıl çifte standart uyguladığını görmek için; krizi bir de aşağıdaki haber eşliğinde tekrar okuyun. "Ergenekon" savcısı olmakla, "Ergenekonla" suçlanan savcı olmak arasındaki farkı görün.


Gazeteci Fatma Sibel Yüksek ve gazeteci Müyesser Uğur, Ergenekon iddianamesi eklerinde özel telefon konuşmalarına yer verdikleri için Zekeriya Öz, Nihat Taşkın ve Mehmet Ali Pekgüzel hakkında Yargıtay’da dava açmışlar, ancak Yargıtay, savcıların görevlerinin hakimlerin aksine yargısal değil, idari nitelik taşıdığına karar vererek, davacılara Asliye Hukuk Mahkemeleri’ni işaret etmişti.

Cumhuriyet Savcılarına karşı açılacak tazminat davaları yönünde hukukta açık bir hüküm bulunmadığı için Yargıtay’ın bir içtihat ortaya koymasını isteyen Yüksek ve Uğur, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından verilen bu kararı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda temyize götürdü.

4. Hukuk Dairesi’nin kararını kısmen onaylayan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, savcılar hakkında açılacak tazminat davalarında mevzuat karmaşasına son noktayı koydu.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun konuyla ilgili gerekçeli kararı, taraflara geçtiğimiz günlerde tebliğedildi. Gerekçeli kararda, Cumhuriyet Savcılarının, idari yönden Adalet Bakanlığına bağlı olmakla birlikte, “Yargılama görevi kapsamında yürütülen hizmetlerde Adalet Bakanlığı’nın ajanı konumunda olmadığını” vurgulayan Yargıtay, “Dava açılması ve buna ilişkin iddianamenin düzenlenmesi tümüyle yargısal faaliyettir. Bu faaliyetin yerine getirilmesinde salt kişisel kusurlu davranışla zarara yol açıldığında, Cumhuriyet Savcısının kişisel sorumluluğu doğar” görüşüne yer verildi.

Oy çokluğuyla alınan kararda 4. Hukuk Dairesi’nin savcılar aleyhinde adliye mahkemelerinde, genel hükümlere göre tazminat davası açılabileceği kararını onanmakla birlikte, dava açma ve iddianame düzenlemenin idari değil, yargısal bir faaliyet olduğu, bu faaliyetlerin yerine getirilmesi sırasındaki kusurlardan da bizzat Cumhuriyet savcılarının sorumlu olacağı hükmüne varıldı.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun gerekçeli kararında şu tespitler yer aldı:

“Hukuk sistemimizde, Hâkimlerin durumu çok net olarak ortaya konmuşken, Cumhuriyet Savcılarına karşı açılacak tazminat davaları yönünde açık bir hüküm bulunmamakla birlikte bu durumun irdelenmesi faydalı olacaktır.”

“Savcıların, yargılama fonksiyonu dışında, yasalarla verilmiş idari görevleri de bulunduğundan, yaptıkları idari görevler nedeniyle ve bu kapsamda tesis edilen işlemlerden dolayı Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulacağı açıktır. Ne var ki, idari yönden Adalet Bakanlığı’na bağlı olan, ancak yargılama göreve kapsamında yürüttükleri hizmet nedeniyle Adalet Bakanlığı’nın ajanı konumunda olmayan savcıların verdiği kararlardan dolayı, yürütme fonksiyonu içinde yer alan Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutulmasına olanak bulunmamaktadır”

“İdari görevlerinin varlığı, Savcılığın aynı zamanda yargılama görevlerinin varlığını kabule engel değildir. Nitekim hâkimlerin de idari görevleri vardır ve bu görevler yargısal görevlerini ortadan kaldırmamaktadır. Dava açılması ve buna ilişkin iddianamenin düzenlenmesi tümüyle yargısal faaliyettir, bu nedenle de idari faaliyet kapsamında değerlendirilemez. Bu faaliyetin yerine getirilmesinde salt kişisel kusurlu davranışla zarara yol açıldığında, Cumhuriyet Savcısının kişisel sorumluğu doğar.”

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu gerekçeli kararının yayımlanmasından sonra gazeteciler Fatma Sibel Yüksek ve Müyeser Uğur, savcılar hakkında Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açtılar.

(14 Ocak 2010)


Kaynak: Açık İstihbarat

16 Şubat 2010 Salı

Bir Milli Güvenlik Sorusu : "Erdoğan"'ın Servetini Kim Yönetiyor?


Açık İstihbarat Özel


Avrupa ; derin bir skandalla çalkalanıyor. Aslında son iki senedir arka planda pişen bir skandal bu.


Gizlilik yasaları ile ünlü bir bankacılık sektörüne sahip İsviçre'nin bankalarındaki gizli hesapları içeren bir CD için yürütülen pazarlık bir çok insanı uykusuz bırakacak cinsten. Almanya; içerisinde İsviçre bankalarında gizli hesapları bulunan kişilerin listesinin bulunduğu CD için 3.4 milyon dolar ödemeye hazırlanıyor.


Almanya'nın bu CD'ye bu kadar büyük bir meblağ ödemeye hazırlanmasının sebebi, bu CD'deki kişilerin İsviçre'deki bankalardaki servetleri üzerinden alma imkanına kavuşacağı 400 milyon dolar ek vergi. Dolayısı ile; İsviçre'de hesap açtırarak Alman vergi yasalarından kaçmayı umanlar bugünlerde hayli telaşlı.


Raporlar yaklaşık 100.000 Alman'ın İsviçre'de gizli hesabı bulunduğu ve bunların toplamının 31 milyar dolara ulaştığı yönünde.


Bu CD'deki hesapların hangi bankalara ait olabileceği konusunda spekülasyonlar mevcut. Tahminler Credit Suisse, UBS ve HSBC üzerinde yoğunlaşmış durumda.


Aslında bu CD olayı ilk değil.


Almanların gizli hesapları CD'sinin ortaya çıkmasından bir kaç ay önce de, Fransa hükümeti HSBC 'ye dair verileri içeren bir CD'yi ele geçirmişti. 3000 müşteriye ait özel bilgileri içeren bu CD, eski bir HSBC çalışanı tarafından Fransızlara iletilmişti.


2008 yılına geri döndüğümüzde ise; Almanların, bu sefer Liechtenstein bankalarındaki binlerce müşteri verisini satın alıp, bunlar üzerinden vergi çalışmalarına başladığını hatırlıyoruz.


Son yıllarda Avrupa politikasında bu derinlerdeki fırtınanın, Türkiye üzerindeki etkisi hiç bir şekilde gündeme gelmedi. Halbuki; uluslararası bazı bankalardaki çok özel hesapların Almanya ve Fransa gibi ülkelerin eline geçtiği haberinin, bir çok araştırmacı gazeteciyi tetiklemesi lazım. Kaldıysa tabi.


İstihbarat görmek isteyen için hayli açık.


Hatırlarsınız geçenlerde; Fransa Devlet Başkanı Sarkozy'nin Erdoğan'a, serveti ile ilgili imalı bir çıkışta bulunduğunu yayınlamıştık.




Erdoğan bu tarz imalara alışık. Başbakanlığının daha ilk günlerinde Rahmi Koç; "her şeyi biliyoruz" mesajını bir gazeteciye verdiği röportajda araya sıkıştırdığı şu cümle ile vermişti:


"Tayyip Bey'in 1 milyar doları olduğu söyleniyor"


Bu servet söylentileri, 8 senelik bir iktidar pastası keyfinden önceydi. Ne Aycell'ler Aria ile birleştirilip Avea yapılmış (Berlusconi dostluğunun tohumlarının atıldığı özel satış) , ne yandaşlara özelleştirme rantları dağıtılmış, ne Lübnan'da Telekom balayılarına çıkılmış, ne Çamlıca sırtlarında villalar alınmıştı.


Sarkozy'nin Tayyip Erdoğan'a yaptığı dokundurma ile Rahmi Koç'un dokundurması 8 yıl arayla geldi ama mesaj aynıydı.


"Servetini biliyoruz"


Normal şartlarda servet suç değildir.


Başbakan'ının 8 sene önce 1 milyar dolara, bugünlerde ise çok daha fazlasına sahip olma ihtimali sizi rahatsız etmeyebilir. Bu tarz konulara Mehmet Metiner'in, Erdoğan'ı ne yapsa savunan tülbendgahlığı ile yaklaşıp, "olabilir, ne var bunda?" tepkisi verebilirsiniz.


Ülkenizin Başbakanlığını yapan kişinin milyarlarca doları olması etik ve hatta bazen kriminal bir sorundur.


Fakat Başbakanınızın bu servetinin Sarkozy gibi bir küresel palyoçunun diline pelesenk olması bir "milli güvenlik" sorunudur ve bu günlerde Avrupa'da istihbarat servislerinin elinde dolaşan özel CD'lerle bağlantılı ele alınmalıdır.


Son günlerde ; küresel finans şebekelerin kontrolündeki dev bankalardaki gizli hesapların çeşitli istihbarat servislerinin elinde oyuncak olduğu yukarıda belirttiğimiz haberlerden aşikar.


Tayyip Erdoğan'ın da bu ülkenin görüp göreceği en şaibesiz başbakan olmadığı da herkesin malumu.


Maliye Bakanı Unakıtan'ın ani istifası ve "ortadan kayboluşu" ile ilgili iddialarla yanyana konulduğunda ve daha seneler öncesinden, Üzeyir Garih'in rahle-i tedrisatından / rahle-i ihalelerinden geçen Erdoğan'ın Koç'un iddiaları karşısındaki suskunluğu hatırlanıldığında; birilerinin Erdoğan'ın serveti ile ilgili çok hassas bilgileri elinde tutmadığını varsayamayız.


Erdoğan'ın bu durumda tek sigortası; bugün istihbarat servislerine meze olan bu özel CD'lerde varsa sadece kendi isminin olmayabileceği.


Cumhurbaşkanlığı sürecinde medyada bir gazete köşesinde kaynayan ilginç bir bilgi; Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı adayını öncelikle Londra'daki finans çevreleri ile paylaştığı yönündeydi.


Türkiye gibi küresel çapta dolara en yüksek faizi vererek borçlanan bir ülkenin Başbakanının küresel finans tröstleri tarafından nasıl el üstünde tutulduğu sır değil.

(Erdoğan'ın küresel finans tröstleri ile muhabbetini hatırlamak için bkz. Monaco'da gerçekleşen Avrupa Kredi Konferansı )


Bu finans tröstlerinin özel bankalarının özel servetleri yönetmedeki maharetleri ise bugünlerde ortaya saçılan CD'lerle lekelenmiş durumda.


Bu tablo karşısında; varsa, bir araştırmacı gazetecinin şunları sormasında fayda var :


1) Erdoğan'ın kişisel serveti, Koç'un 1 milyar dolar olduğunu söylediği 8 sene öncesinden bu yana ne kadar arttı?


2) Belediye günlerinde nispeten yönetilebilir olan bu servet; hangi dönemden sonra ancak küresel finans araçlarının labirentleri üzerinden yönetilebilir ve yönlendirilebilinir bir büyüklüğe kavuştu?


3) Bugüne kadar çok farklı kaynaklardan dile getirilen Erdoğan'ın servetini yöneten bir uluslararası banka var mı?


4) Son günlerde Avrupa'da elden ele dolaşan CD'ler içerisindeki özel verilerde bu bankaya dair veriler bulunuyor mu?


5) Bu CD'lerde Türkiye'den hangi isimlerin verisi de mevcut? Erdoğan bunlardan biri mi?


6) Birileri CD'ler yeralan Türkiye'deki bazı isimlere şantaj yapıyor mu?


Ülkemizin Başbakanının, artık Çamlıca'daki villalarından bile gözle görülür hale gelen servetinin ; Sarkozy ve Merkel'in gözle görülebilir küstah tavırlarından da anlaşılabileceği üzere bir şantaj unsuru haline gelmesi durumu ; bu servetin nasıl elde edildiği sorusundan daha önemli bir sorun haline gelmiştir.


Mehmet Metiner'i bile kaygılandırması gereken bir sorundur bu.


Kaynak: Açık İstihbarat