Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat
Bugün darbecilikle suçlanan paşalar, Aydıntaşbaş gibi önemli sınır ötesi ilişkileri olan bir gazeteciye, zayıflama rejimlerinin reçetesini verecek kadar kucaklarını, gönüllerini, makam odalarını açmışlar. Sıkı akreditasyon kuralları, güvenlik soruşturmaları, andıçlar Aslı Hanım’a işlememiş!
Kimin beyaz-peynir simit sevdiğinden, kimin servis arabasında kivi ikramından yana olduğuna kadar bütün kişilik kanallarına sızılmış, bütün psikolojik labirentler fethedilmiş…
Velhasıl, bütün tersanelere girilmiş Paşam!
Milliyet gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş, eski kuvvet komutanlarının gözaltına alınmasına varan operasyonları değerlendirirken, devletin zirvesindeki ilişkileri konusunda ilginç ifşaatlarda bulundu.
Önce Aslı Aydıntaşbaş’ı tanıyalım:
İsmini ilk kez İsmet Berkan’ın yönetimindeki Yeni Yüzyıl gazetesinde duyurdu. Özellikle Ortadoğu konularında haber yazan parlak bir dış politika muhabiriydi. Gazeteci kimliğiyle Kuzey Irak’a çok sayıda ziyaret yaptı. Bu ziyaretler sırasında Barzani, Talabani ve Hoşyar Zebari gibi Ortadoğu’nun Kürt figürleriyle yakınlık kurdu. Bu yakınlık kendisini daha sonra Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğine kadar taşımıştır.
Nasıl mı?
Şöyle:
Aydıntaşbaş Yeni Yüzyıl kapandıktan sonra Sabah gazetesine geçti ve Washington muhabiri olarak görevlendirildi. 2005 yılına kadar bu görevine devam etti. Bu arada, ABD derin devletinin önemli isimleriyle de ilişkilerini geliştirdi. ABD’de, temas içinde olduğu bir diğer kesim, AKP’nin yeni nesil Amerikancı “boy”ları Cüneyt Zapsu ve Egemen Bağiş’tı. O dönem AKP içinde prestijli bir adam olan, sonradan 1 milyon dolarlık bir komisyon nedeniyle bu itibarını kaybeden Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli de Aydıntaşbaş’ın yakın çevresindeydi. (Aslı Hanım, 2007 yılında işadamı Ekin Alptekin ile evlendi. Allah mesut etsin. Nikah şahidi Şaban Dişli, düğünün onur konuğu da Fener Rum Patriği Bartholomeos’tu)
Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresindeki bu “boy”ların yüksek referansı ve hararetli destekleriyle Aydıntaşbaş, o dönem Turgay Ciner’in elinde olan Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğine getirildi. Başbakan Erdoğan’a “önemli Amerikalılarla irtibatımızı sağlayabilecek birisi” olarak lanse edilen Aslı Hanım, ortadoğuda bir takım petrol-maden işlerine girmek isteyen Ciner’e de “Barzani ve Talabani ile arası çok iyi, işinize yarayabilir” şeklinde pazarlandı.
Ve Aydıntaşbaş’ın Ankara’daki “altın çağı” başladı.
Astronomik bir maaş, özel konut, özel şoför, lüks otomobil, limitsiz kredi kartları vs. karşılığı görevine başladı. İlişkilerine büyük önemler atfedilen bu hanım, bir anda siyasi elitin baştacı oldu. Başbakan’ın gözüne girmek isteyen herkes kendini ona beğendirmeye çalışıyor, etrafında itişip kakışmalar yaşanıyordu.
Papermoon’un en ışıltılı simasıydı.
Bakanlar, bürokratlar, üst düzey danışmanlar etrafında dönüyordu. Kısa sürede, Erdoğan’ın en gözde gazetecileri arasına girdi. Ufak tefek yapısının da etkisiyle siyaset ve bürokrasi aristokrasisinin “şirinlik muskası” haline geldi. Kimileri için aynı zamanda iktidara giden ışıklı bir yol, ulaşılması zor bir tanrıçaydı.
Özellikle Başbakan Erdoğan’a yakın durmaya çalışanlar Aslı Hanım’ın peşinden koşuyorlardı. Bu uğurda Başbakan’ın danışmanları arasında bile ayak oyunları döndü, Aslı’yla samimi olma yarışı başladı.
Aslı Hanım’ın Washington-Ankara-Erbil zincirindeki üst düzey dostlukları bu çevreyi tanıyan herkesin malumuydu ama doğrusu üst düzey askerlerle de aynı samimiyet içinde olduğu pek bilinmiyordu.
İşte Aydıntaşbaş kuvvet komutanlarının operasyonla gözaltına alınmalarından sonra yazdığı yazıyla bu ilişkilerini ifşa etti.
Okuyalım:
“Ergin Saygun’dan gelen son e-mail 3 Şubat tarihli. Ünlü strateji kurumu Stratfor’dan George Friedman’ın “Körfez’de Savunma Yığınağı” başlıklı analizi. Sıkıcı bir yazı.
E-mail kutumu, bu hafta Balyoz’dan gözaltına alınan komutandan gelmiş başka ne var diye tarıyorum. Dolu. Birkaç hafta önce Amerikalıların Türkiye’ye yerleştirmek istediği “füze kalkanı” ile ilgili olarak sorduğum teknik bir soruya detaylı ve teknik bir cevap vermiş. Hemen ardından konuyla ilgili birkaç makale yollamış. Ara ara önemli gördüğü askeri konulardaki İngilizce makaleleri kalabalık e-mail listesine göndermiş.
Gerçek şu ki pazartesi sabahı apar topar evinde gözaltına alınan eski 1. Ordu Komutanı Ergin Saygun, TSK komuta kademesinde dünyaya en açık isimlerden biriydi. Kimse alınmasın, ama benim gözlemim, ordu içinde okuyan, araştıran, İngilizce yayınları takip eden ve en önemlisi iletişim çağında bilginin “saklanarak” değil “paylaşıldığı” ölçüde değerli olduğunu anlamış olan general sayısının çok olmadığı yönünde. Bu yüzden emekli olup “Ah bir apartman yöneticisi olsam da binaya sıkıyönetim,posta kutularına nizam getirsem” hayaliyle yaşamak yerine dünya meselelerine kafa yoran birilerini bulunca hep önemsedim...
Yalnız ben değil Brüksel, NATO karargâhı ve ardından Genelkurmay İkinci Başkanlığı’nda Saygun’u tanıyan gazeteciler onu hoş sohbet, esprili, modern bir general olarak gördü.
Peki tamamen yanılmış olabilir miyiz? Yalnız ben değil, 2007’de Genelkurmay İkinci Başkanı’nı uçağına alarak Oval Ofis’te Amerikalılarla en kritik toplantılara götüren Başbakan Erdoğan da yanılmış olabilir mi?
Saygun, bu çağdaş görüntüsü altında, Balyoz Planı’nda öngörüldüğü gibi camileri bombalama, uçakları düşürme, 1980 Latin Amerika’sına flashback yapıp stadyumlarda insanları toplama hayaliyle yaşayan bir gizli faşist olabilir mi?
Hafızamı zorladım, Ankara’da yaşadığım dönemlerde dört yıldızlı generaller Ergin Saygun, Özden Örnekve İbrahim Fırtına’yla bolca görüşmem olmuştu.
Saygun’un karargâhtaki makamına her gittiğimde beyaz peynir ve simit servisi yapıldığını, ancak komutanın hep kilo vermeye çalıştığını hatırlıyorum. (Hatta bir ara Büyükanıt diyetisyene başvurmuş, bu süreçte hepsi kilo vermişti.) Darüşşafaka mezunu olduğunu, karısının sağlık sorunlarına üzüldüğünü, kızının, artık dönem değiştiği için, kendi konumundan dolayı iş bulmakta zorlandığından dert yandığını hatırlıyorum.
Gariptir, bugün darbeyle suçlanan Saygun, biz gazetecilerle tüm ısrarlara rağmen siyaset konuşmaktan kaçınır, tüm şeytani çabalarıma rağmen hükümet ya da Meclis’le ilgili konuları, “Bizim yetkimiz dışında” ya da “Elimizden bir şey gelmez” diye geçiştirirdi. Yalnız ben değil 2006-2008 döneminde birçok kişinin tecrübesi de bu.
Bir defasında Saygun’a yerel seçimlerde Diyarbakır’da kimin kazanmasını istediğini sormuştum. Yarış AKP ve DTP arasındaydı. “Bir asker olarak DTP’nin kazanmasını istemem mümkün mü?” demişti. Hiç unutmuyorum çünkü ben de cevap olarak, “Bence Diyarbakır DTP’nin hakkı” demiştim, gülmüştü.
İbrahim Fırtına ise farklıydı. Fırtına deyince, aklıma Hava Kuvvetleri’ndeki makamındaki şaşalı ama rahatsız deri koltuklar ve tekerli arabayla taze portakal, greyfurt, havuç ve kivi servisi yapan genç hostesler geliyor. Bu servis aslında bir Genelkurmay klasiği ama Fırtına’nın makamında servis daha iddialıydı.
Herhalde dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün koyduğu yasaktan olacak, Fırtına da havadan sudan konuşur ama gazetecilerle siyasete girmezdi. En azından 2005 sonrası benim yaşadığım tablo buydu. Siyaset sorunca, ağzını eliyle “fermuar” işaretiyle kapatırdı.
Bütün bunlardan dolayı kafam karışık. 2005-2008 yıllarında siyaset konuşmaktan bu kadar çekindiğine tanık olduğum insanlar bir kaç yıl önce darbe planlamış olabilir mi?”
(NOT: Yazının bazı bölümleri tarafımdan bold’lanmıştır)
Aydıntaşbaş’ın yazdıklarından, 2005-2007 döneminde (Balyoz planıyla suçlanan kadronun Genelkurmay’ı yönettiği dönem) İbrahim Fırtına ve Ergin Saygun’la yakın temasta olduğunu anlıyoruz. Detaya girmemiş ama Özden Örnek’le de öyle..
Denilebilir ki; “Ne var bunda? Kadın büyük bir gazetenin Ankara temsilcisi, önemli bir gazeteci; üst düzey komutanlarla irtibatta olması doğaldır, mesleğinin gereğidir.”
Doğru ama iki nokta dikkat çekiyor: Birincisi, Aydıntaşbaş o dönemde komutanlarla kurduğu gazetecilik ilişkisinden yansıyan neredeyse hiçbir şey yazmadı; daha çok hükümet cenahından nabız aktaran bir gazeteciydi.
İkincisi; Ankara’da gazetecilik yapan herkes, Genelkurmay’ın gazeteci seçmekte ne kadar titiz olduğunu bilir. Aydıntaşbaş’ın yazısında anlattığı “beyaz peynir, simit, kivi, havuç suyu” ortamından kaç gazeteci nasibini almıştır dersiniz? Bir, bilemediniz iki…
Örneğin, hiçbir zaman “önemli gazeteci” falan olamadık ama Ankara’da on sene muhabirlik yapmış bir fakir olarak değil kuvvet komutanı, astsubay bile tanımış değiliz.
Geçin bizi; Aydıntaşbaş’ın ilişkilerine “Cuntanın medya ayağı” suçlamasıyla bir yıldan fazladır Silivri’de yatan Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay bile sahip değil..
Birileri Aslı Hanım’a kivi yedirirken, kimine de Silivri’de karavana yedirmeyi münasip görmüş...
Aslı Hanım’ın hatırlatılması gereken bir başka özelliği daha var:
Kendisi, devlet içinde “Ergenekon” adlı gizli bir yapılanma olduğunu ilk kez yazmış olan gazetecidir. Bugün bir çok insanı suçlamakta kullanılan belgenin orijinali ilk kendisinde çıkmıştır.
Böyle bir “örgütün” ismini ilk kez Aslı Aydıntaşbaş’ın kendisini arayarak sorması üzerine duyduğunu belirten Doğu Perinçek, Silivri’deki mahkemeden Aydıntaşbaş’ın tanık olarak dinlenmesini talep etti. Yanlış hatırlamıyorsam mahkeme bu konuda “İlerleyen safhalarda gerekli görülürse düşünülmesine” şeklinde bir karar verdi.
Kafamızı daha fazla karıştırmadan toparlayalım:
Aslı Aydıntaşbaş, Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğine Erdoğan’ın Amerika bağlantılı “boy”ları tarafından 2005 yılında getiriliyor.
“Devlet içinde Ergenekon adlı gizli bir yapılanma var” yazısını 2006 yılında yazıyor.
(İlginçtir, aynı yıl Washington Post’ta çıkan AKP aleyhtarı bir makale yüzünden Aydıntaşbaş ile Erdoğan’ın ekibi bozuşur gibi oldular. Erdoğan’ın adamları, makaleyi yazan gazetecinin Aydıntaşbaş’ın yakın arkadaşı olduğunu ve bilgileri Aydıntaşbaş’tan aldığını iddia ediyorlardı. Yani Aydıntaşbaş’ı AKP’nin kaymak tabakasına sızarak buradan aldığı bilgileri Sabah gazetesinde hükümet lehine yazmakla, diğer yandan edindiği bilgileri “aleyhte kullanılmak üzere” Amerikalı meslektaşlarına ulaştırmakla suçluyorlardı. Aydıntaşbaş-ABD-hükümet arasındaki bu şeytan üçgeni daha sonra Cüneyd Zapsu’nun uzaklaştırılmasında bile etkili olmuştur )
Konumuza dönecek olursak, hükümete karşı “Balyoz” gibi korku filmlerini aratmayacak bir darbe girişimi hazırlamakla suçlanıp bugün karakola çekilenler, 2005 yılında AKP kadroları gibi “aynı kaynaktan” (yani Washington-Brüksel’den) aldıkları referansla Aydıntaşbaş’ı karagâhta devlet kesesinden kurdukları lüks sofralarda ağırlamak için birbirleriyle yarışıyorlarmış!
Yazıdan, Aydıntaşbaş’ın psikolojik olarak kendisini komutanlardan nasıl üstün gördüğünü de anlıyoruz.
Baksanıza, Ergin Saygun’dan gelen mailleri “sıkıcı buluyor” ve çoğunu açmıyormuş bile!
Bana gazeteci olarak Ergin Saygun seviyesinde bir devlet yetkilisinden mail gelse, değil açmaya bile tenezzül etmemek, çerçeveletip duvara asarım.(!)
Velhasıl, bugün darbecilikle suçlanan paşalar, Aydıntaşbaş gibi önemli sınır ötesi ilişkileri olan bir gazeteciye, zayıflama rejimlerinin reçetesini verecek kadar kucaklarını, gönüllerini, makam odalarını açmışlar. Sıkı akreditasyon kuralları, güvenlik soruşturmaları, andıçlar Aslı Hanım’a işlememiş!
Kimin beyaz-peynir simit sevdiğinden, kimin servis arabasında kivi ikramından yana olduğuna kadar bütün kişilik kanallarına sızılmış, bütün psikolojik labirentler fethedilmiş…
Velhasıl, bütün tersanelere girilmiş Paşam!
Aslı Aydıntaşbaş, gözaltındaki generallere kefil olduktan ve gözaltına alınmalarına şaşırdığını belirttikten sonra, ertesi gün (24 Şubat 2010) “Kumanda artık kimsenin elinde değil” başlıklı bir yazı daha yazdı. O yazıda şöyle dedi:
“Bundan sonra ne Genelkurmay Başkanı, ne Başbakan, Cumhurbaşkanı, MİT Müsteşarı, Meclis Başkanı, Deniz Baykal ya da Devlet Bahçeli ne olabileceğini kestirebilir.
Seçim, 2010’da da olabilir; fırtınalı günler hükümetin arzuladığı gibi önümüzdeki haftalarda yatışırsa 2011’de normal seyrinde de olabilir.
Gerçek şu ki, artık Türkiye’de temel siyasi aktörler, “oyun kurucu” olma özelliğini kaybetti. Sürükleniyor, mevzi kaybetmemeye çalışıyorlar. Hükümet de, asker de son ayları büyük ölçüde kendi kontrollerinde olmayan olaylar silsilesini yönetmeye çalışarak geçirdi. Siyasi aktörler artık oyun kurucu olma özelliğini kaybetti. Olayları şekillendirmek yerine akan sel suyunda bir dala tutunmaya çalışıyorlar.
Hükümette, orduda, medyada birçok kişi, ülkede Ergenekon ve bazı davaları yönlendiren, bu davalarla ilgili haberleri servis yapan üçüncü bir güç olduğuna, kontrolün onların elinde olduğuna inanıyor. Ancak artık o efsanevi gücün de varlığını, ne amaca hizmet ettiğini anlamak ya da kontrolü elinde tuttuğuna inanmak mümkün değil”
Yani, harç bitti yapı paydos!
Yani ister asker, ister sivil, ister gazeteci olsunlar…
Hatta isterse “Başbakan” olsunlar!
Eski kuklaları imha etme, sahneye yeni oyuncular sürme zamanı geldi..
Kaynak: Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat