30 Eylül 2009 Çarşamba

UNUTTUNUZ MU ? / Ali İhsan GÜRCİHAN


Geçmişte yaşanan acı olaylar ile halen devam eden terörist
ve bölücü yaklaşımı dikkate almadan açılım yapmak
isteyen yetkili ve aydınlar ile otuz yıldır bize çektirdikleri
acılara rağmen açılım istemekte direten yüzsüzlere
hatırlatmak istiyoruz.

Yıl 1984,Ağustos’un 15’i; Eruh ve Şemdinli ilçelerini basıp
yok yere kan dökmeye başlayan ve bu güzel Ülke’de huzuru
bozan kim ?
PKK terör örgütü ve destekçileri…


Devletine,Bayrağına sadık Kürt Vatandaşlarımızı katlederek
bölge insanını sindirmek için bebek,kadın demeden kurşuna
dizen kim ? Bölgede yaşayan Vatandaş’ın Devlet’e olan
güvenini yok etmek ve Devlet’le bağlarını koparmak
için,Okullarımızı ve Sağlık Ocaklarımızı yakan,
Öğretmenlerimizi ve Sağlık Çalışanlarını öldüren kim ?
Mağazaları,dershaneleri bombalayıp yakarak suçsuz masum İnsanları ölüme gönderen kim ?
PKK terör örgütü ve yandaşları…


Özellikle dış kamuoyuna,bölgede bir direniş varmış
görüntüsü vermek için küçük çocukların ellerine taş
verip,Güvenlik Güçleri üzerine saldırtan kim ?
Sözüm ona Nevruz Bayramı ya da Barış Gününü
kutlayacağız diye bebek katiline tezahürat yapan,tehdit
dolu ifade ve görüntülerle gösteri yapanlar kim ?
Teröristler ve yandaşları…


Bayrağımızı ve İstiklal Marşımızı saymaksızın ve PKK’dan
destek alarak sözde siyaset yaptıklarını söyleyenler kim ?
Askeri yıpratmak için her türlü yalana sapan,askere yönelik
saldırıları destekleyen ve bu saldırıları sözüm ona
kahramanlık türküleri haline getirip toplantılarında çalanlar
ve coşanlar kim ? Artık TBMM’ni de takmıyoruz ve Hukuk’u
da dinlemeyeceğiz diye kafa tutma cesaretini gösterenler
kim ?
Teröristler ve onların ovadaki uzantıları…

Eğer unuttu iseniz kısaca hatırlayalım. Bu Ülke’de;
Masum İnsanlarımızı öldürdüler..
Askerimiz’e ve Güvenlik Güçlerimiz’e saldırdılar..
Kasaba bastılar,kepenk kapattırıp dükkan yaktılar..
Bölgedeki Devlet yatırımlarını yıkıp,yakıp,döktüler..
Bu Ülke aleyhine çalışan Yurt dışı güçlerle işbirliği yaptılar..
Bayrağımızı ve Marşımızı inkar ettiler ve halen ediyorlar..
Bebek katilini sözüm ona kahramanları yaptılar..
Şimdi de hukuk tanımıyoruz ve Meclis’i takmıyoruz diyorlar..

Teröristler ve ondan güç alan yandaşları esas amaçlarının
Açılım olmadığını daha başka nasıl ifade edebilirler ki…!
Gerçek bu olduğuna ve bu duruştan taviz vermediklerine
göre,AÇILIM yapmak isteyenlere ve açılım bekleyenlere
Vatandaş olarak şunu sormak hakkımız olmuyor mu ?

“Ayrımcılığa,inkara ve şiddete dayalı bu terörist
yaklaşım Açılım’ın neresinde ve nasıl yer alıyor
acaba ?”


30 Eylül 2009

29 Eylül 2009 Salı

NEW YORK DÖNÜŞÜ KAFA KARIŞIKLIĞI / Fatma Sibel YÜKSEK


Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ABD gezisine çıkmadan önce, gezi sırasında ve gezi sonrasında verdiği iç ve dış politika konularına ilişkin mesajların birbiriyle tam tutarlı olduğu söylenemez. Belli ki AKP, bu kadar sıkıştırılmış ve suni solunuma bağlanmış bir gündem içerisinde ritim yakalamakta zorlanıyor. Ya da ?politika icabı? öyle yapılıyor?

Örneğin, batılı emperyal devletlerin ikinci bir nükleer tesise sahip olduğu ortaya çıkan İran’a neredeyse yeni bir dünya savaşının eşiğine geldiğimizi düşündüren sert tepkisi…Acaba Türkiye bu tepkinin neresinde? Bu ülkenin insanlarına hiçbir zaman tam ve sağlıklı bilgi verilmediği için kendi yolumuzu kendimiz bulmaya çalışıyoruz. Elimizden, yapılan açıklamalardan bir şeyler çıkarmaya çalışmaktan başka bir şey de gelmiyor.

Açıkçası, Başbakan Erdoğan daha New York’tayken yakında bir İran ziyareti yapacağı açıklandığında, “Bizden İran’a mesaj götürmemiz istendi” diye düşündük. Hani büyük devletler İran’ı muhatap almıyorlar ya…Bizden “komşuluk ilişkisi” kisvesi altında böyle bir görevi yerine getirmemiz istenmiş olabilir. Çok da önemli değil, Türkiye bu misyonu zaten daha önce yerine getirmiş, İran’a muhtelif kereler “aklınızı başınıza alın, sonra hep beraber üzülürüz” mesajını iletmiştik. Böyle bir misyon, yeni Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “komşularla sıfır problem”, “herkese eşit yakınlık” ve “stratejik derinlik” gibi teorilerine de uygun düşmekte. Lakin, bütün bu tahminlerin doğru çıkması bile “Türkiye bu işin neresinde?” sorusunun cevabını bulmamıza yardımcı olmuyor.

Olmuyor çünkü, ortada Başbakan Erdoğan’ın ABD’den dönmeden önce yaptığı açıklamalar var. Şöyle diyor Başbakan:

“Ahmedinejad’ın yaptığı açıklamalar bir nükleer silaha yönelik değil, barışçıl amaçlı zenginleştirmeye yönelik ve bunun da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na bildirildiği yönünde açıklamaları var. Bunlar da bütün ortadayken, dünya bunu nasıl değerlendirir bilemem ama dediğiniz gibi, bakıyorum, uluslararası medya sürekli İran’ı bu konuda konuşuyor. Aslında çok daha farklı konuşulacak konular var diye de düşünüyorum. Çünkü konuşanların hepsi de kendilerinde nükleer silah olanlar. Biz Ortadoğu’da nükleer silaha tamamen karşıyız. İstemiyoruz böyle bir şeyi. Ortadoğu’da da nükleer silahı olan ülke var, örneğin İsrail. Bir fark var, İsrail UAEK’ya üye değil, İran üye... Kaldı ki Gazze’de fosfor bombaları kullanıldı. Bu ne? Kitle imha silahı. Bunun neticesinde 1400 kadın, çocuk orada öldü, 5000 yaralı. Bunlar hiç masaya gelmiyor.”

Çok da doğru sözler…

Ama eğer Türkiye’nin resmi görüşü böyleyse, büyük batılı devletlerin İran konusundaki kaygılarına katılmıyoruz demektir. Şayet katılmıyorsak, Başbakan’ın Tahran’a yapacağı ziyaret “mesaj götürme” ziyareti değil, “destek ziyareti” olur ki, o zaman bambaşka bir rotaya girmiş ve burada “Türkiye nükleer silah tartışmasının neresinde?” sorusunu değil, “Türkiye hangi dünyanın yanında; doğunun mu batının mı?” sorusunu tartışıyor oluruz.

Böyle bir noktaya gelmemiz hiç de şaka olmamalı ki Zaman gazetesinin “derin entelektüellerinden” Hilmi Yavuz, NTV’de katıldığı programda Almanya’daki seçimleri yorumlarken, “ Bu bir siyasi veya ekonomik mesele değil. Bu bir ‘medeniyet’ meselesi. Türkiye, ya kendi ait olduğu medeniyetleri (İran’ın içinde bulunduğu dünyayı, yani doğuyu kastediyor) ya da mensubu olduğu (batı) medeniyetlerden birini seçmek zorunda. Başbakan’ın çok trajik bir seçimle karşı karşıya kaldığını düşünüyorum. Biz, Avrupa medeniyetinin asli unsuru değiliz. Aidiyet değil, mensubiyet ilişkimiz var. Dolayısıyla mensubiyet ilişkisi olanlar için tek yol ‘imtiyazlı ortaklık’ türü yollardır” dedi.

Bu önemli tespitten hareketle Başbakan’ın İran konusunda batıyla tamamen ters açıda duran açıklamalarını nasıl okumalıyız? Tercihimizi doğudan yana mı yaptık, yoksa batının bize verdiği “arabuluculuk” rollerini sürdürecek miyiz?

Erdoğan’ın Türkiye’ye hareketinden önce düzenlediği basın toplantısında, iç politikaya yönelik irdelenmesi gereken mesajlar da var. Örneğin, daha yakın zamanda anayasa değişikliği için düğmeye bastıklarını söyleyen Başbakan, New York dönüşü “Sivil anayasa için Meclis’te mutabakat yok” dedi. Araya daha sıcak bir başka konu girmezse bunu da yarın konuşalım.


28 Eylül 2009 Pazartesi

Çandar'ın "Ergenekon" ve Anayasa Mahkemesi'nde Tanıklığı Elzem Oldu


Açık İstihbarat



Cumartesi günü Vatan gazetesinde bir röportaj yayınlandı. Röportaj'ı yapan Türk entellijanciasıının Demirelvari ailesi Altan'ların yeni kuşağı Sanem Altan; röportajın yapıldığı kişi ise eski militan, yeni "opinion-maker" Cengiz Çandar'dı.


Ekranların ve gazetelerin ; körler-sağırlar birbirini ağırlar sofrasına dönüştüğünü hepimiz biliyoruz. Artık sadece "aşiret içi" değil, aile için röportajlar yapıp, kendisi haber olan medya ve gazeteciler çağındayız.


Bu röportajda da Altan, aynı düşünsel ve çıkar familyasından Çandar'ı ağırlıyor ve soruların cevaplarını çanakla toplayıp, okuyucuna sunuyor.


Bu röportaj bünyesinde Çandar'ın Özal'ın kürt politikasının mimarı olma veya "kendi insiyatifi" ile Özal'a izlenim aktarmak için Öcalan ile görüşmesi ile ilgili iddialarını Vatan gazetesinin ilgili sayfasında okuyabilirsiniz. Eğlenmek sizin de hakkınız.


Çandar'ı; "Ortadoğu hakkında en çok okuyan yazar olmakla" övündüğü ve Irak'taki direnişin bittiğini Pentagon ağzı ile bittiğini müjdelediği günleri hatırlarsınız. Bu yazıların hemen ertesinde Irak'taki direniş en şiddetli ve kanlı safhasına girdiği zaman , bu böbürlenmelerin temelinin ne kadar sağlam olduğunu net bir şekilde ortaya çıkmış ve Çandar'ın ne okuyorsa boşa okuduğu anlaşılmıştı.


Çandar; bu röportajda da, her zamanki olduğu gibi önce kendine kefil oluyor ve sonra o müthiş bilgeliğinden bizi yararlandırıyor.


Ve bunu yaparken kendisi de zora sokabilecek iki önemli ifşaatta bulunuyor.


Birincisi; Cengiz Çandar'ı Ergenekon'da en iyi ihtimalle tanık, en kötü ihtimalle sanık yaptıracak cinsten.


Birinci Ergenekon iddianamesinde ; var olduğu iddia edilen "Ergenekon" örgütü, PKK ile görüşmeler yapmakla; hatta bazı yerlerde kurmakla, bazı yerlerde de kullanmakla suçlanıyor. "Ergenekon" sürecinin amigoluğunu yapan isimlerden Orakoğlu'nun malum ekranlara çıkıp çıkıp, nasıl bu görüşmeleri tespit ettiklerini anlattığını hatırlayın.


İşte "Ergenekon" davalarında; "Ergenekon" terör örgütünün faaliyetleri arasında sayılan PKK ile görüşmelerin sadece "Ergenekon"a mahsus olmadığı anlaşılıyor.


Cengiz Çandar; Avrupa'da Sabri Ok ile görüşüldüğünü söyledikten sonra iddiasını daha da ileri götürüp, Öcalan ile MİT Müsteşarı düzeyinde görüşüldüğünü duyduğunu belirtiyor.


Bu durumda ; Cengiz Çandar'ın ;"Kürt Açılımı" başlığı altında yürütüldüğü anlaşılan bu görüşmelerin de "Ergenekon" tarafından yapılıp, yapılmadığı ve bu görüşmeleri yapanların da "Ergenekon"a üye olup olmadıklarını aydınlatması gerekecek gibi.


Ya; "Kürt Açılımı"'na "Ergenekon" da katkıda bulunuyor; ya da PKK ile görüşmek bazıları için suç, bazıları için değil.


Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük gibi isimlerin Bekaa Vadisii ziyaretleri (ki; bu iki isim adına asla açıklayamacakları, hiç bir kılıfa sığdıramayacakları anlardır) "Ergenekon" iddianamesine konu olurken; Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibilerin ziyaretlerine neden hacılık muamelesi yapıldığının sağduyu adına açıklaması gerekiyor.


"Ergenekon" davalarında bu karışıklığın giderilmesi için Cengiz Çandar'ın en azından tanık olarak dinlenmesine ihtiyaç duyulabilir. Ve hatta Öcalan'la ilk görüşen kişi olarak; ne kadar bunu kendi insiyatifi ile yaptığını iddia etse de, bu görüşme konusunda "Ergenekon"la bir bağlantısı olup olmadığı sorulabilir.


Cengiz Çandar'ın ikinci ifşaatı doğrudan tanıklığına dayanıyor.


Çandar; Avrupa Parlamentosu'ndaki Kürt toplantısı sırasında Ahmet Türk'le yanındaki "PKK'nın siyasi komiseri" olarak adlandırdığı kişi arasındaki konuşmayı aynen şöyle aktarıyor :

Ocak ayında Avrupa Parlementosu’nun Kürt toplantısı vardı. PKK’nın komünist grubunun yaptığı, PKK’lılar egemen. Ahmet Türk’ün yanında PKK’lılar var sürekli, kontrol amaçlı. Siyasi komiserler. Ahmet Türk’le beraber sigara içmeye çıktık, içeri tekrar girerken birkaç adım geride kaldım,

Ahmet Türk’ün tekrar yanına geldiğimde o siyasi komiserden biri Ahmet Türk’e “Genel başkan dün açıkladınız belediye başkan adaylarını Kızıltepe’yi açıklamadınız” dedi.

Ahmet Türk de “Yahu kardeşim ne bileyim dağdakilerin arasında itilaf mı vardır nedir, isim bildirmediler” dedi. Beni gördü. Bembeyaz oldu.

“Bunlar bildiğimiz şeyler rahat olun, ama bir önerim var hazır Brüksel’e gelmişiz Sabri Ok şurada duruyor -PKK’nın siyasi örgütünün başı- gidin sorun, verin adını gitsin ne dağdan haber bekliyorsunuz”


dedim.

Gördüğünüz gibi ; Cengiz Çandar, DTP'nin liderinin doğrudan PKK'dan talimat beklediğine bizzat şahit oluyor. Şahit olunan sahnenin vehametinin farkında olan Ahmet Türk, büyük bir açık verdiğini düşünerek "bembeyaz oluyor".


Fakat Türk o kadar şanslı ki; karşısında her türlü açığı o müthiş zekası ile kapatan bir Cengiz Çandar var ve bir siyasi parti liderine bir terör örgütünün üst düzey yöneticisi ile görüşmesi yolunda telkinde bulunuyor.


Bu ülkenin Anayasa Mahkemesi'nde ; DTP'nin kapatılması ile ilgili dava yıllardır sürüyor. En son yapılan açıklamalarda, davanın geçen Temmuz ayında sonuçlandırılacağı belirtildiği halde, "Kürt açılımı" hatırına yargı yine o meşhur bağımsızlığına bağlanmış durumda, beklemede.


İşte en görmek istemeyen gözlerin bile reddedemeyeceği nitelikte bir kanıt.


Bu ülkenin en anlı şanlı gazetecilerinden biri; DTP Lideri Ahmet Türk'ün PKK'dan talimat beklediğine bizzat şahit olmuş durumda.


"Ergenekon" mahkemesi gibi, Anayasa Mahkemesi'nin de Cengiz Çandar'ı huzura çağırıp bu kanıtı değerlendirmesi gerekiyor.


Ve sonra da bu ülkede Savcı Zekeriya Öz gibi cesareti ve karakteri ile ünlü bir savcının çıkıp; bir siyasi parti liderini bir terör örgütü elebaşı ile görüşmeye teşvik eden gazeteciyi karşısına alıp bu ülkedeki Terörle Mücadele Kanunlarını hatırlatması gerekiyor.


Yoksa biz bilmiyoruz da; Cengiz Çandar bu ülkedeki gerçek "Ergenekon" namı diğer "Gladio"'ya mı çalışıyor?


Kaynak: Açık İstihbarat

27 Eylül 2009 Pazar

Sen! Uzun Boylu, Bıyıklı Olan! Sen Kal Bakiim...


Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat


-Neydi adın senin?

-Tayyip Sir…

-Erdoğan Tayyip mi? Şu “Turkey” olan?

-Yes Sir…

“Barack Obama, G-20 liderlerini salondan uğurladıktan sonra Erdoğan’a seslenip başbaşa görüşmek istedi. İkili, açılım sürecini konuştu. ABD Başkanı Obama Pittsburgh kentindeki David L. Lawrence Convention Center’da ağırladığı dünya liderlerini tek tek yolcu etti.

Erdoğan, yerinden kalktığı sırada, Obama başbaşa görüşmek istediğini söyleyip Başbakan’ın yanına oturdu...”

Anadolu Ajansı’nın New-York’tan geçtiği haber böyle.

Yalnız, haber metninin sonundaki cümlede bir mantık sorunu var:


“Erdoğan, yerinden kalktığı sırada, Obama başbaşa görüşmek istediğini söyleyip Başbakan’ın yanına oturdu...”

denilmiş..

Oysa haberin başında


“Barack Obama, G-20 liderlerini salondan uğurladıktan sonra Erdoğan’a seslenip başbaşa görüşmek istedi”


cümlesi yer alıyor.

Mantıksızlık şurada:


Obama eğer liderleri salondan uğurladıktan sonra Erdoğan’a “seslendiyse”, Erdoğan o sırada salondan ayrılmakta olan liderlerle birlikte ayağa kalkmış vaziyette demektir; çünkü oturmakta olan birine “seslenilmez”..


Ve gitmekte olan birine “seslenen” kişinin, Anadolu Ajansı’nın haberinde yazıldığı gibi, “seslendiği” kişinin gidip “yanına oturması” mantıken ve fiziken söz konusu olamaz.


Eğer “seslenmişse”, çağırıp yanına oturtmuş olması gerekir.

Belli ki Anadolu Ajansı, Başbakan’ı “huzura çağrılmış” konumunda göstermemek için böyle karmakarışık bir cümle kurmak zorunda kaldı.


“Yanına oturdu” şeklinde zorlama bir fiil ekleyerek, olayın mantığını tamamen tersyüz etmek pahasına, kendilerince Başbakan’ın “onurunu” kurtardılar…

Çünkü, arkadan seslenmek, “sen kal” demek, çağırıp yanına oturtmak “üst” konumunda olanın davranışıdır. Üst’ün ast’a yaklaşımının bütün unsurlarını taşıyan bu davranış, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na lâyık görülmüştür.

Kısacası Obama, başbakanımızı “oturtmuştur”.

Bu haber Taraf, Zaman, Star, Yeni Şafak gibi “yandan çarklı” gazeteler tarafından övgüyle ve gururlanarak verildi. İnsanın böyle bir davranıştan “onur” duyması için zerre kadar milli bilinç ve haysiyet taşımıyor olmak gerekir ki bu da zaten bu tür manşetleri atanlarda yok. Milliyetçilik ve ulusalcılık kavramlarını ne zamandır terörizmle eşit gibi göstermeye çalıştıkları için de böylesi manşetler kendilerine pek yakışır.

Başbakan, kamuoyunun her şeye kendi sunduğu doğrultuda bakacağından, her şeyin kendi istediği gibi algılanacağından son derece emin.


Güya, “hesap vermeye giden başbakan” imajından sıyrılmak için önünde duran bayrağı eğilip yerden alarak “vatanseverlik” gösterisi yapıyor…


Oysa o bayraklar, “yere atılmış” falan değildir. Bütün uluslararası zirvelerde fotoğraf çekiminde aynı format kullanılır, her lider fotoğraf çekimi sırasında kendi ülkesinin bayrağı önünde dursun diye..


Yani bu durumda, önündeki bayrağı eğilip almadı diye, örneğin Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, ülkesini Erdoğan’dan daha az mı sevmiş oluyor?

Hem siz, “Bayrak benim için bir bez parçasıdır. Bir kadının memeleri için vatanı satarım” diyen, ensestin “cinsel özgürlük” olduğunu savunan sapkınların “fikri önderliğinde” sözüm ona “açılımlar” hazırlayıp bin yıllık devleti ateşe atacaksınız; hem de eğilip bayrak alma gösterileriyle bizi kandıracaksınız…

Öyle mi?

Bu mizanseni hazırlayanların aklına şaşarım…

Gerçeklerden tamamen kopmuş, Millet’in hissiyatından zerre kadar haberi olmayan, uçuruma koşmakta olduğundan habersiz, yiyip içip gezmekten başka bir şey bilmeyen, kibrin ve megolomanizmin batağına batmış, hızlı zenginleşmenin sonucu aşı başı dağıtmış, şımarmış insan tipleri toplumların başına hep de çöküş dönemlerinde musallat olurlar.

Caligula da öyleydi;

Marie Antoinette de öyleydi,

Damat Ferit de öyle…

Muhtemelen onların etrafında da “Mükemmel gidiyorsunuz efendim” diyen dalkavuklar vardı. Milletlerin ihaneti “hazmedemeyeceğini” göremediler.

Gaddar, korkak ve hasta ruhluydular.

Sonları hüsran oldu, bedeli ağır ödediler.

Devlet bakanlarından birine bağlı olarak çalışan Anadolu Ajansı zannediyor ki, bir iki kelime ekleyip, bir iki harf çıkarınca biz her şeyi “istenildiği” gibi algılarız…

Salağız ya…

Başbakan, böyle bir psikolojiye formatlanmış durumda nice zamandır.


“Ben şimdi çıkar bir açıklama yaparım, millet hemen böyle düşünmeye başlar” şeklinde bir fikre kaptırmış kendisini.


“Demokratik açılım” kavramı tutmadı mı? “Bundan sonra ‘milli birlik projesi denile’ diye bir ferman yayınladıktan sonra gece yatıp rahatça uyuyor.


Azerbaycan’a gidip “Karabağ’ın işgaline son verilmedikçe sınırlar açılmayacak” teminatını mı vermişti? Bir ay sonra Azerileri “Ermenistan protokolü milli çıkarlarınızı zedelemez” tezine iknâ etmeye çalışıyor.

İçten içe bir şeylerin yoluna gitmediğinin de farkında. “Mektup yazarız, elini öperiz, zaten bizi Kevin Costner de destekliyor” gibi savrulmalar da işte bu psikolojiden kaynaklanıyor. Aslı, astarı, temeli olmayan, Türk Milleti’nin bilincinde karşılık bulma şansı hiç bulunmayan böyle kökü dışarıda bir yürüyüşün hangi durakta ve nasıl son bulacağını da kestiremiyor aslında. Bir korku, bir kaygı da yok değil…

Kampana çalıp da tiyatro perdesi kapandığında, Türk Milleti sahneyi terk edenlerin arkasından seslenebilir çünkü:

“Sen! Uzun boylu, sarı bıyıklı olan…Sen kal bakiim..”


Kaynak: Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat

Emniyet'te neler oluyor? / Fatma Sibel YÜKSEK


Doğrusu bilgimiz yok ama tahminlerimiz var.

Ayrıca bunların tümünü paylaşmak da hukuk kuralları gereğince mümkün değil. Buna bir de hassas bir devlet kurumu konusunda spekülasyon yapmanın etik sorumluluğunu ekleyin..Dolayısıyla, zor bir yazı yazmaya çalışacağız.

Emniyet Teşkilatı’nın “2 numarası” konumunda bulunan Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Bilindiği gibi Arslan, “son yılların en büyük uyuşturucu operasyonu” olarak lanse edilen son operasyonda yakalanan “büyük balık” Habib Kanat ile telefon görüşmeleri tespit edildiği gerekçesiyle soruşturmaya dahil edilmiş, ancak tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Soruşturmayı yürüten savcının itirazı üzerine mahkeme, sorgu hakiminin kararını ortadan kaldırdı ve Arslan’ın tutuklanması kararlaştırıldı.

Uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili birimlerin başındaki bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı’nın en büyük uyuşturucu operasyonlarından birinde “şüpheli” konumuna düşmesi, vatandaşın devlete olan güvenini son derece zedeleyecek bir örnek. Umarız yargı, en kısa zamanda davayı sonuçlandırır ve gerçeklere ortaya çıkar. Görevden alınması da gündeme gelen Arslan, “Boğazımdan haram lokma geçmedi, yargıya güveniyorum” diyor. Habip Kanat’ın uyuşturucu çeteleri içindeki “Emniyet muhbiri” olduğunu, bu nedenle telefon görüşmesi yapmasının normal olduğunu savunuyor. Kanat’ın kızı ile kendi oğlunun ortak şirket kurduklarını da kabul ediyor.

Arslan, Ankara’da ciddi ve ketum bir bürokrat olarak tanınıyor. Nitekim, kendisine yönelik suçlamalar hakkında da hiç yorum yapmadı. Yargıya hesap vereceğini söylemekle yetiniyor. Meslek sicilinde pek çok da başarı göze çarpıyor Arslan’ın. Örneğin ‘Matador’ operasyonu ile ünlü uyuşturucu kaçakçısı Urfi Çetinkaya’yı yakalatması ve İspanyol polisiyle ortaklaşa düzenlenen bu operasyon nedeniyle İspanya’da Polis Liyakat Nişanı alması hatırlardadır.

Dünyada böyle şeyler sadece Amerikan ve İtalyan filmlerinde olmuyor demek ki. Olay bütünüyle filmlere konu olabilecek özelikler taşıyor. Yargı sürecinin medya tarafından çok yakından izleneceği de muhakkak.

Yargı olaya ne kadar el koymuş olursa olsun, “Emniyet’te neler oluyor?” sorusu kafalardan bir türlü silinmeyecek. İlk akla gelen ihtimal de “kadrolaşma” veya “ekipler savaşı”…

Emniyet içerisinde örneğin bir Ankara-İstanbul çekişmesi her zaman oldu. Bundan başka “Ahmet Müdür’ün ekibiyle Mehmet Müdür’ün ekibi” türünden çekişmeler de sık rastlanan olaylardandır ama bunlar genellikle mesleki rekabete dayalı ekipleşmelerdi. 12 Eylül öncesindeki Pol Der-Pol Bir ayrışmasını saymazsak, Emniyet’in tarihinde siyasal ve ideolojik ayrılıklar temelinde ekipleşmeler hiç olmadı. En azından kamuoyuna yansıyacak, ayyuka çıkacak boyutta bir kadrolar savaşı yaşanmadı.

Emin Arslan olayının nedense basit bir ekip çekişmesi olmadığı hissediliyor. Galiba daha derinlerde bir hesaplaşma var.

Bir kere, bir üst düzey Emniyet yetkilisi, böyle bir suç işlemişse bile olay bu denli “medyatik” hale getirilmez. Bütün mesleklerde olduğu gibi Emniyet mensupları da birbirlerini koruyup kollarlar. Suça göz yummazlar ama meslektaşlarının onur ve haysiyetini de gözetirler. İfşa edercesine hareket etmezler. Emin Arslan olayının medyaya yansıtılış biçiminde, son yılarda benzerlerine çok rastladığımız bir “intikam alma-daha şüpheli konumundayken insan içine çıkamaz hale getirme” tarzı var. Bir yerlerden tanıdığımız bir yöntem yani…

Sonra akla ister istemez, geçtiğimiz aylarda peş peşe istifa eden üst düzey subaylar geliyor. Bu istifaların sırrı hâlâ çözülemedi. Her biri Ordu’nun komuta kademelerine doğru emin adımlarla yürüyen bu generaller, aniden tası tarağı toplayıp gittiler ve sessizliğe büründüler. Arkalarından özel hayatları de dahil pek çok konuda spekülasyonlar yapıldı.

Açıkçası, Emniyet’te de bir süredir ciddi bir “kadrolaşma” söylentisi var. Emin Arslan olayı belki de bu spekülasyonun aydınlatılması bakımından fırsat olabilir. Arslan, Emniyet Teşkilatı’nı çok iyi tanıyan, deneyimli bir bürokrat. Dolayısıyla, mahkemede anlatacakları çok önemli. Kovuşturma aşamasını merakla bekliyoruz.

"Osmanlı Hanedanı"nı Canlandırma Çabaları Hala Sürüyor


Açık İstihbarat

26 Eylül Cumartesi gecesi Murat Bardakçı'nın Habertürk'te yayınlanan Tarihin Arka Odası programına konuk olan Abdülhamit'in 5. ve 6. kuşaktan torunları; Türkiye'ye dayatılmaya çalışılan Osmanlı projesine dair önemli bir ayrıntının deşifre olmasına vesile oldular.

Abdülhamit'in altıncı kuşak torunu olan Yavuz Selim Osmanoğlu ve babası beşinci kuşak torunu olan Orhan Osmanoğlu'nun katıldığı programda Murat Bardakçı üslubu ile Osmanlı hanedanının son kuşakları ele alındı.

Osmanlı hanedanının son mensuplarının Cumhuriyet rejimini devirmeye yönelik faaliyetlerde bulunup bulunmadığının konuşulduğu son bölümde sözalan altıncı kuşak torun Yavuz Selim Osmanoğlu; kendilerinin Cumhuriyet rejimi içerisinde yaşadıklarını fakat özellikle kendisine yönelik dışarıdan çok yönlendirme yapılmaya çalışıldığını söyledi.

Kendisine yapılan yönlendirmelerle ilgili;

"Biz insanları kırmak istemiyoruz; onlara düzgün cevaplar veriyor. Ama biz taraf değiliz. Böyle konularda rahatsız edilmek istemiyorum, ben Cumhuriyet döneminde yaşıyorum"

şeklinde konuştu.

Türkiye'ye olan özlemlerini dile getiren bu torunların; Cumhuriyet rejimine yönelik bağlılılık ifadelerini, "ben Cumhuriyet döneminde yaşıyorum" cümlesi ile sınırlı tutmaları dikkat çekti. Programda; özellikle Fransa'nın Osmanlı Hanedan'ının mensuplarını himaye etme konusunda özel bir çaba sarfettiği ve onlara pasaport sağladığı belirtildi.

Kaynak: Açık İstihbarat

23 Eylül 2009 Çarşamba

Süreç, Açılım Cephesi'nin aleyhine işliyor / Fatma Sibel YÜKSEK


Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Mardin'de yaptığı "bayramlık" açıklamaları herkes kendi meşrebince yorumladı.

“Demokratik açılıma destek” diyen de var, “İpler koptu” diyen de… Daha ortadan yaklaşıp, “Büyütmeyelim, Komutan neticede ordu tabanına mesaj verdi. Demokratik açılımdan ürkenleri teskin etti” yorumumu yapanlar da mevcut. Umarız o kadar basittir.

Neticede, kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, Başbuğ’un açıklamaları “açılım” denilen projenin Türkiye’yi bölünmeye götüreceğini söyleyenlerin safını güçlendirmiş vaziyettedir. ‘Teminat’ın sadece “ordunun tabanına” verildiğini söylemek, fotoğrafın bütününü görememek olur. Söz konusu “teminat” demokratik açılımdan endişe duyan geniş bir kamuoyu kesimine verilmiştir.

Geldiğimiz noktada kim nerede duruyor sorusunun cevabını arayacak olursak…

İKTİDAR CEPHESİ: Bu cephede bir yalpalamanın mevcut olduğunu kimse yadsıyamaz. Bülent Arınç’ın muhalefet partilerine yönelik olarak sarf ettiği, “Sizin yüzünüzden vatandaş bize farklı bakmaya başladı” cümlesi bile pek çok şeyi ortaya koymaktadır. Demek ki halk tabanında iktidar partisine karşı bir tepki var. Bu tepkiler, bütün filtre mekanizmalarına rağmen Başbakan Yardımcısı’na kadar ulaşmış ve O da hemen bir “suçlu” arayışına girişiyor.

Bulup bulabildiği “suçlu” da muhalefet partileri!

Sonra, “elini öperiz”, “mektup yazarız” gibi normal siyaset yöntemleri arasında fazla yer almayan bir takım “arayışlar” da hükümetin yalpaladığını, MHP ve CHP’nin yürüttüğü sert muhalefet karşısında hafif bir bozgun yaşanmaya başladığını gösteriyor. Başbakan Erdoğan’ın durup dururken, “Biz bir projenin parçası değiliz, halkın içinden çıktık” demesi, “ne pahasına olursa olsun” kalıbını son günlerde sık sık yinelemesi de enteresan. AKP’nin “bir projenin uzantısı olduğunu” söyleyen mi olmuş?

Son olarak, ABD’ye giderken, “Açılımı oradaki dostlarımıza anlatacağız” demesi de pek şık olmadı. Aksine, “Bu bizim iç meselemizdir, kimseye anlatacak değiliz” demeliydi. Kapalı kapılar ardında anlatacak bile olsa… Erdoğan, böyle bir taktik hatasına düşmeyecek kadar tecrübeli bir politikacı olduğuna göre, geriye “açılım” cephesinde bir dağılmanın başladığı ihtimali kalıyor.

MUHALEFET CEPHESİ: Yapılan kamuoyu araştırmaları MHP ve DTP’nin oylarının yükseldiğini gösteriyor. CHP’nin oylarında da MHP kadar olmasa da yükselme var. Muhalefet bu yükselişi, “açılım” tartışmasında sergilediği kendiyle tutarlı tavırlara borçlu. Kafası yeterince karışmış olan vatandaş demek ki netlik görmek istiyor. AKP’ye “kapalı oturum” konusunda geri adım attırılması ve Başbakan’ın muhalefetle görüşmenin zorunluluğunu geç de olsa idrak etmiş olması, muhalefet cephesinin siyasi zaferleri olarak kayda geçecek.

Başbakan şimdi Baykal’ın mektuba olumsuz yanıt verme ihtimalini CHP’ye karşı kullanılacak yeni bir koz umudu olarak görüyor ama galiba Baykal bu tuzağa düşmeyecek. Yani, Başbakan’ın randevu talebine olumlu cevap verip, içeride konuşulanları olduğu gibi kamuoyuna açıklayarak “şeffaflık” konusunda puan kazanacak.

Muhalefetin iç kamuoyunda yükselme trendi yakaladığı bu günlerde, Başbakan’ın bir haftalığına ABD’ye gitmesi de aslında pek iktidarın hayrına olmadı. İçeride bulamadığı desteği dışarıda arıyormuş gibi bir manzara oluştu. “Demokratik açılım” projesinin dış kaynaklı olduğunu söyleyenlerin eli güçlendi. Başbakan’ın olmadığı bir ortamda Bülent Arınç’ın “naif” açıklamalarının ön plana çıkması gibi bir tehlike de var.

Sahi, “Tarihi fırsat” sözüyle “demokratik açılım” tartışmasını başlatmış olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün neden hiç sesi çıkmıyor? Plana yönelik olumsuz yaklaşımların güç kazandığı bir ortamda Başbakan yalnız kalmış gibi oldu…

Bir “Ergenekon” Kalemşörünün Tükenişi-Açık İstihbarat


Birinci “Ergenekon” iddianamesine göre Ergenekon örgütü Orhan Pamuk’u öldürmek için 5 milyon dolara tetikçi tutmaya çalışmış ama parayı bulamamış…

Anlaşılan “Ergenekon”sonunda parayı denkleştirip, en azından Şıh Şamil gibi değerli bir kalemi susturmaya çalışmış(!)


Açık İstihbarat


Şıh Şamil Tayyar, Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajla bu kez kendisini sevmeyenleri bile endişelendirdi. Psikolojisinin hayli yıprandığı anlaşılan Tayyar, "Sürekli ölüm tehditleri alıyorum. 'Darbe olacak, çok ağır hesap vereceksin, zindanlarda çürüyeceksin' diyenler de oldu. Hatta para teklifiyle karşılaştım. Bir yolunu bulup Ergenekon haberi yapan gazetecileri susturmak istiyorlar" diye konuştu.


Ergenekon’un kendisine yazmaması için bir milyon dolar teklif ettiğini öne süren Tayyar, bu konuda casusluk filmlerini aratmayacak bir de sahne yazdı. Tayyar’ın iddiasına göre, bir gazeteci vasıtasıyla gelen bu teklifin yapıldığı ortamda cep telefonları kapatılmış ve üst araması yapılmış! “Ergenekon” iddanamesi açısından bu sahneyi garip kılan bir başka ayrıntı mevcut. Duruşmalar sırasında intihal ve tutarsızlıklarla dolu olduğu defalarca ortaya konulan Birinci “Ergenekon” iddianamesine göre Ergenekon örgütü Orhan Pamuk’u öldürmek için 5 milyon dolara tetikçi tutmaya çalışmış ama parayı bulamamış… Anlaşılan “Ergenekon” sonunda parayı denkleştirip, en azından Şıh Şamil gibi değerli bir kalemi susturmaya çalışmış..

Tayyar’ın “Ergenekon’un 1 Numarası” konusundaki iddialı fikirlerinden bir hayli geri adım atmış olduğu ve biliyormuş gibi yaparak prim yapmaya çalıştığı bu meşhur figür konusunda yine farklı adres verdiği dikkat çekti. Daha önce yazılarında 1 Numara konusunda Ankara’da yaşadığı caddeye ve kızının okuduğu okula kadar ayrıntı veren, hatta bir yazısında “D.S” başharflerini kullanan Tayyar, şimdi de 1 Numara’yı “İstanbul’da yaşayan ve etliye sütlüye karışmayan biri “ olarak tarif etti.


Okuyucuları en çok endişelendiren ise; Tayyar’ın deyimi ile “Ergenekon” ile kurduğu “ritmik ilişki” oldu. Bu ritmik ilişkinin Tayyar’ı bir çok tutarsızlığa ve Gogol’un “Bir Deli’nin Hatıra Defteri”ni aratmayacak bir ruh haline gebe bıraktığı anlaşılıyor.

İşte o röportajdan bazı “ritmik” bölümler…

“5 yıl içinde benzer bir suç işlersen hapse gireceksin. 5 yıl boyunca hapse girmeyi göze alarak özgür yazabilecek misin?

Nefsimle ilgili sorunum yok. Hayatından vazgeçmiş bir adamın gözünü hapis cezası korkutmaz. Burada önemli olan, kurumunuz size ne kadar sahip çıkabilir?

Ne kadar?

Şu anda öyle güçlü bir destek görmedim, biraz kırgınım.

Korktun mu?

Hayır, neden korkayım ki... Zaten bekliyordum. 2010 sonu veya 2011 başında cezaevine girme ihtimalini yüksek gördüğüm için sürpriz olmadı.

Aldığın net mesaj nedir?

Çok ileriye gittin. Buraya kadar. Sınırı daha fazla aşarsan başına gelecekleri iyi düşün...

( Açık İstihbarat’ın Notu: Şıh Şamil Tayyar’ın hakkında verilmiş bir yargı kararından söz etmekte olduğunu hatırlatalım.)

Sen Ergenekon ile tanıştın mı?

Tanıştım, ama birbirimizden pek hazzetmedik.

Ne zaman?

Bu konuları yazmaya başladığım andan itibaren ritmik bir ilişkimiz var. Beni yoldan çevirmek ve caydırmak için sürekli uyardılar.

'Operasyon Ergenekon' isimli bir kitap yazmıştın. Şimdi Ergenekon'un bir operasyonuna uğradığını düşünüyorsun?

Kesinlikle böyle düşünüyorum. O kitaptan dolayı da yargılamam devam ediyor..

Ergenekon'u deşifre eden yazılarından dolayı açık veya örtülü tehdit gördün mü?

Evet...

Ne tür tehdit ve telkinler oldu?

Sürekli ölüm tehditleri aldım. Hâlâ da alıyorum. 'Darbe olacak, çok ağır hesap vereceksin, zindanlarda çürüyeceksin' diyenler oldu. Hatta 1 milyon dolar rüşvet teklifiyle bile karşılaştım.

Kim yaptı bu teklifi?

Ergenekon'la bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir gazeteci...

Nasıl oldu?

Benden başka bir amaçla görüşme talep ettiler, biraraya geldik, cep telefonlarımızı kapattılar, basit bir üst kontrolü yapıldı, güvenli bir ortam oluştuğunu düşündüklerinde bu teklif yapıldı. Eğer beni ya da onları yakından takip eden devlet içinde bir güç varsa yüksek ihtimalle ortam kaydı ellerinde mevcuttur. İspat edebilsem o gazetecinin ismini de açıklarım...

Tam olarak ne için teklif edildi bu para?

Ergenekon'la ilgili yazılardan, haberlerden ve tavrımdan vazgeçmem, iddianın üzerine gitmemem için teklif edildi.

Özellikle Ergenekon'la ilgili haber yapan muhabirler adeta davaya boğulmuş durumda. Bu hukukun normal işleyişi midir, yoksa planlı ve bilinçli mi yapılıyor?

Bilinçli yapılıyor. Psikolojik harekattır. Şimdi aynı yöntem, savcıları sürekli HSYK'ya şikayet ederek uygulanıyor.

Gazetecilerin bu kadar davayla boğulduğu başka bir süreç hatırlıyor musun?

Hatırlamıyorum. Aksine yakın tarihte Susurluk'un üzerine gidenler kahraman muamelesi gördüler.

YARGIYA DA SIZMIŞ
Alper Görmüş, Ergenekon süreci sonrası diğer kurumlarda olduğu gibi yargıda da ikiye yarılma olduğu fikrinde...

Ben de öyle düşünüyorum. Ergenekon'un yargıdaki uzantıları, hem süreci akamate uğratmaya hem de kendilerine uzanmasını önlemeye çalışıyorlar.

Başbakan'a yönelik "sadist, mazoşist, hırsız, sen kimsin lan, katil, hortumcu, mal" gibi ifadelere yargı "fikir özgürlüğü" çerçevesinde ceza vermedi.

Çok doğru. Bu ifadeleri kullananların daha çok Tuncay Özkan gibi Ergenekon'a yakın ve Ergenekon içindeki isimler olduğunu görüyoruz...

Yargı bazılarına farklı mı işliyor?

O konuda hiç şüpheniz olmasın. Şahsa ve temsil ettiği misyona göre yapılan yargılamaların sayısı her geçen gün artıyor. Başbakan'a söylenen sözler Baykal için ifade edilse, cezaevinden çıkamazsınız.

Yargıda Başbakan'ı bile "öteki" pozisyonuna düşüren bu gücün adını koyabilir musun?

Adını siz koyun. Dudaklarını büzüşlerinden isimleri okunmuyor mu...

Yargıdaki bu gücü ya da yapılanmayı motive eden şey nedir?

Ergenekon'la bağlantılı olanlar var, soruna ideolojik yaklaşanlar var, kişisel hesap peşinde koşanlar var, saf şekilde ülkenin irticaya sürüklendiği duygusuna kapılanlar var, intikam hislerine yenik düşenler var...

Deniz Feneri davasındaki yasal bir dinleme kaydını Nedim Şener yazsaydı, 1 yıl 3 ay hapis cezası alır mıydı?

Herhalde almazdı. Alsa bile büyük ihtimal Yargıtay'da bozulurdu. Hatırlayın, Nedim Hrant Dink cinayetiyle ilgili kitabından dolayı 18 yıl hapis cezası ile yargılanıyor, ona isnat edilen suçlamalar arasında gizili belgeleri deşifre etmek var. O belgeler iddianame içinde olmadığı halde Doğan Grubu büyük bir karşı kampanya başlattı.

ERGENEKONCU BAŞSAVCI VAR

51 No.'lu DVD ve benzerlerinde yargı mensuplarının uygunsuz görüntüleri ve fişleri yeralıyor. Ergenekon yargıya benzer yöntemlerle şantaj yapıyor olabilir mi?

Doğrudur. Bir, Ergenekon'la doğrudan bağlantılı olanlar, bir de şantaja yenik düşüp talimatları yerine getirenler var. Şantajla Ergenekon'a esir düşmüş ve her istediklerini yapan çok önemli bir başsavcı var. Keşke yiğitlik yapıp itiraf edebilse...

Kim o?

Adını veremem...

Adını vermiyorsan eşkalini versen?

Son bir yıldaki medya taraması eşkalini ortaya çıkarır...

İtalya'da Gladyo'yu çökerten savcı, bu tip davalarda "asıl direncin yargıdan geleceğini" söylemişti. Haklı mıymış?

Kesinlikle doğrudur. İtalya'dan farklı olarak bir de TSK içinde ciddi muhalefet var. Bu aralar, terfi eden bazı kuvvet komutanları bazı Ergenekon sanıklarını hapishanede ziyaret ederlerse şaşırmamak lazım... Adına "İnsani ziyaret" derlerse de inanmamak lazım...

Ergenekon sanıklarıyla HSYK'nın bazı üyelerinin sıkı irtibatları ortaya çıktı. Ergenekon'un üzerine giden gazetecilere yönelik davalarda, bu grubun etkisi var mıdır?

İhtimal dahilindedir...

Böylesine bir mahkumiyet ve böylesine dava yağmuru Doğan Grubu'ndan bir gazeteciye yapılsaydı ne olurdu?

Kızsak da, beğenmesek de Doğan Grubu çok profesyonel. Müthiş bir kamuoyu oluştururlar, meslek örgütlerini harekete geçirirlerdi. Bizim arkadaşlarımız çok amatör, kişisel kaygılarla hareket ediyorlar. Bu davada hedef ben değilim, fakat bunu bizimkiler anlamıyorlar.

Ergenekon'un üzerine giden bir Ankara Temsilcisi'yle, Ergenekon'u savunan bir Ankara Temsilcisi'nin yargı önünde ve karargah çevresinde karşılaştığı tutum arasında bir fark gözlemledin mi?

Elbette. Bize öcü gözüyle bakıyorlar. Ergenekon'u sulandıranlar, lehte haber yapanlar ise haliyle o çevrelerde itibar görüyor.

1 numara gündemden düştü, ne oldu?

Savcılar 1 numaranın üzerine gitmeseler de ensesinde olduklarını hissettirdiler. O nedenle İstanbul'da izole edilmiş bir hayat yaşıyor, örgütle de bağlantıları büyük ölçüde koparıldı, etkisiz eleman durumundadır.

Mahkumiyet sonrası kimler aradı?

İlk arayan Ergenekon konusunda kitap yazan Saygı Öztürk'dü. Patronum Ethem Sancak'tan Türk İş Başkanı Mustafa Kumlu'ya kadar çok sayıda dost aradı. CHP'den, MHP'den, bürokrasiden sayısız 'geçmiş olsun" telefonları, mesajları aldım. "Yerine biz yatalım" diyen gönül dostları vardı. Sadece AK Parti'den arayan olmadı.(?!)”


Kaynak: Açık istihbarat

22 Eylül 2009 Salı

Sürpriz Mardin açıklaması / Fatma Sibel YÜKSEK


Siyasetin bayramda dinlenmeye çekileceğini umanlar bir kez daha yanıldı ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Mardin'den verdiği "demokratik açılım" mesajları 'rehave' makamında çalışmakta olan haber merkezlerine bomba gibi düştü.

Önce, Başbuğ’un bayramın ikinci günü yaptığı bu konuşmanın “şekline” bakalım:

Olay, Mardin’deki birliklerin denetlenmesi ve askerlerle bayramlaşma gibi rutin bir program olarak görünüyor. Ancak, bu mesajları vermek için Mardin’in seçilmiş olması ve konuşmanın “önceden hazırlanmış” izlenimi vermesi, TSK’nın “demokratik açılım” denilen konuda görüşlerini açıklamak için bir süredir yol ve yöntem arayışı içinde olduğunu ortaya koyuyor.

Konuşmanın Mardin’de yapılması, bayramda yapılması ve Başbakan Erdoğan’ın ABD’ye hareketi ile eşzamanlı yapılması üzerinde durulması gereken ayrıntılar. Başbakan’ın bir süredir “Milli birlik projesi” demeyi tercih ettiği “demokratik açılımı” “ABD’de anlatacağını” açıkladığı dakikalarda Başbuğ direkt bölge halkıyla yüz yüze konuşmaktaydı.

(Adı “Milli birlik projesi” olan, dolayısıyla bir “iç mesele” olarak ele alınması gereken bir konuda “ABD’ye sunum” ihtiyacı duyulmasına bir parantez açarak dikkat çekelim…)

Kuşkusuz, Başbuğ’un mesajları önümüzdeki günlerde çok tartışılacak. Ancak, ilk izlenim olarak şunu söyleyebiliriz:

“Demokratik açılım” konusunda, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından üstüne basıla basıla söylenmiş olan “Devlette tam uyum var” bilgisi üzerinde bir süredir belirmeye başlayan gri bulutlar, Başbuğ’un dünkü konuşması ile birlikte “Devlette gerçekten uyum var mı?” şeklinde net bir soruya dönüşmüştür.

Başbuğ’un yaptığı bu uzun ve önemli konuşmanın satır başlarına ve ilk izlenimler çerçevesinde oluşan “satır aralarına” bakacak olursak:

AKAN KANIN SORUMLUSU PKK’DIR: “Evet. Akan kanın durmasını herkes, elbette Türk Silahlı Kuvvetleri de ister. Hatta isteyenlerin en başındadır. Bundan herkes emin olsun. Ancak bu kanı kim ve niçin akıtıyor? Bu soruyu sormak lazım. Akan kan dursun, dursun. Peki, bu akan kanı kim ve niçin akıtıyor? Bu sorunun cevabını aramak lazım. Bu sorunun cevabı açık; bölücü terör örgütü"

Başbuğ, güneydoğuda yıllardır akan kanını faturasını TSK’ya çıkarmak isteyenlere böyle yanıt veriyor.

“ŞEHİT ANASI” VURGUSU: "Evlatlarını, eşini, babasını vatan savunmasında şehit vermiş ocaklarda bu bayram günlerinin sevinci buruktur. Oralarda bu bayram günleri buruk yaşanır. Vatanı uğruna şehit ve gazi olmak bir asker için ulaşabilecek mertebelerin en yükseğidir. Şehitlerimizi rahmetle anıyor, gazilerimize minnet duygularımızı iletiyoruz. Şehitlerimizin anası bizlerin de anasıdır. Bütün şehit analarının öpülesi ellerini saygı ve şükranla bu bayram günü öperim.”

Bir süredir yaratılmak istenen “Şehit anası-terörist anası” eşitlemesine bu sözlerle karşı çıkıyor.

TSK ‘ATEŞKES’İN TARAFI DEĞİL: “Şimdi bazıları diyor ki ’Şu tarihe kadar insanların ölümüne neden olmayacağız ancak şu tarihten sonra tekrar masum insanları, görevlerini yapmakta olan asker ve polisleri öldürmeye başlayacağız’. Bu düşünce nasıl açıklanabilir. Bu tehdit, terör içeren, insanlık dışı bu düşüncelere nasıl ılımlı bakılabilir. Hatta bu çeşit düşünceler nasıl desteklenebilir. Bunun da herhalde sorulması lazım”.

Ordu’nun sözüm ona “ateşkes” ilan eden PKK terör örgütünün bu “jestine” karşılık operasyonları durdurması gerektiğini savunanlara bu şekilde yanıt veriliyor…

SADECE DEVLETE DEĞİL, BİRAZ DA “SİYASET AĞALARINA” BAKIN:“Bölge halkı en çok ağalardan, sonra da terör ve siyaset ağalarından çekti. Türkiye bu terör ve siyaset ağalarından kurtarılmalıdır”.

Bu sözlerle de bölge halkına, “Sadece devleti ve Ordu’yu suçlamaktan vazgeçin terör üzerinden siyasi rant sağlayanlara da bakın” denilmek istenmektedir.

Son bir not: Başbuğ’un Adalet Bakanlığı’ndan aldığı rakamlarla teslim olan ve etkin pişmanlıktan yararlandırılan terörist sayısını vermesi, “Bu küçümsenecek bir şey değil” demesi ve dağdakiler teslim olmaya çağırması, askerin belki de “demokratik açılım” denilen sürecinin sadece bu boyutuna katıldığını gösteriyor.

Yarın devam edelim…

20 Eylül 2009 Pazar

Tezkere açmazı / Fatma Sibel YÜKSEK


Bayram sonrasının tartışma konusu arife günü netlik kazandı.

Konumuz, artık klasik hale gelmiş olan "sınır ötesi operasyon yapmak isteyen asker-böyle bir operasyonu faydalı bulmayan hükümet" konusudur. Buna bir de "Asker haklı, tezkereyi Meclis'e getirin" diyen muhalefet tiplemesini ekleyin...

Roller aynı, oyuncular aynı, senaryo aynı. "Biz bu filmi daha önce görmüştük" demek için bütün şartlar var. Olay, Başbakan Erdoğan'ın MGK üyesi bakanlarla toplantı yaptığı, ardından Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'u kabul ettiği, oradan da Çankaya'ya çıktığı gün patlak verdi.

Bu hareketli günün ertesinde çıkan haberlere göre hükümetin kararı, "ateşkes yerine geçmek üzere" sınır ötesi harekât tezkeresini uzatmamak yönündeydi. Aslında böyle bir yaklaşım, "demokratik açılım” davasına baş koymuş olan ve "Neye mal olursa olsun" söylemini son günlerde çok fazla kullanmaya başlayan hükümetin tercihine de uygun düşmekteydi.

Öyle ya, bir yandan teröristleri ceza almalarına meydan vermeden dağdan indirmenin ince planlarını yapacaksınız, öte yandan sınır ötesi operasyonların devam etmesi için tezkerenin süresini uzatacaksınız. Hayatta bazı şeyleri bir arada götürmek imkansızdır. O bakımdan, doğrusu "sınır ötesi operasyon tezkeresi uzatılmayacak" haberinin yalanlanmasını beklemiyorduk. Ama öyle olmadı...

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, ne MGK üyesi Bakanlar toplantısında, ne de Bakanlar Kurulu'nda "tezkerenin uzatılmaması" gibi bir konunun gündeme gelmediğini açıkladı.

Peki, bu ne anlama geliyordu?

Acaba, konu hükümetin gündeminde hiç mi yoktu, yoksa vardı da "Tezkerenin uzatılması" eğilimini mi taşımaktaydılar? Başbakan Erdoğan'ın Cuma günü İstanbul'da bir yandan "Demokratik açılımdan geri dönüş yok", diğer yandan "operasyonlar devam edecek" demesiyle de ikinci şık, yani hükümetin "tezkereyi uzatmamak" gibi bir niyetinin olmadığı şıkkı ağırlık kazandı.

Kafalar yine karışmaya başlamıştı ki Genelkurmay, tam da bu noktada devreye girdi ve “sınır ötesi harekât yetkisine ilişkin tezkerenin süresinin uzatılması” yönündeki teklifin 14 Eylül’de Başbakanlığa iletildiği açıklandı.

Açıklama bildiğiniz gibi Genelkurmay Başkanlığı’nın haftalık basın bilgilendirme toplantısında Tümgeneral Ferit Güler tarafından yapıldı. Peki dört gün önce Başbakanlığa sunulmuş olan bu teklif, neden aynı gün yazılı bir açıklamayla kamoyuna duyurulmadı da, tam da sınır ötesi harekât tezkeresinin yeniden alevlendiği gün böyle bir açıklama yapıldı?

Belli ki asker, "Biz olduğumuz yerde duruyoruz, sınır ötesi operasyonların devam etmesinden yanayız. Bu anlamda kendimize düşeni de yaptık" mesajı verme ihtiyacı hissetmişti. Tümgeneral Güler'in açıklamasını, biraz daha ileri gidip "Demokratik açılım türünden siyasi süreçler bizi bağlamaz" diye de okuyabiliriz.

Biraz karışık oldu, özetleyelim:

Olan şu; Sınır ötesi harekât tezkeresinin süresinin tam da "demokratik açılıma baş koyduk" açıklamalarının yapıldığı bir aşamaya denk gelmesi Hükümet açısından talihsizlik olmuştur. Çünkü, bir yandan teröristleri kazasız belasız dağdan indirme planları yapacaksınız, diğer yandan "Tepenize bomba yağdırmaya devam edeceğiz" diyeceksiniz. Bu şartlar altında hükümetin "demokratik açılım" sürecindeki "muhatapları" her kimse, işte onların güveni tamamen yitirilmiş olmaz mı? Bir yanda "demokratik açılımın" perde arkasındaki “muhatapları”, diğer yanda “Teröristi gördüğümüz yerde vururuz, üniter devleti de çivisini oynatmayız” diyen Ordu… İki ucu bulaşık değnek!

İşte bu açmazdan dolayı ortalığa bu kadar karmakarışık mesajlar veriliyor. Önce el altından “tezkere uzamayacak” haberleri yayılıp, askerden tavır gelince bu haberler yalanlanıyor. Dağdakilere “ceza almadan ineceksiniz” mesajı verilirken, TSK’ya da “operasyonlar sürecek” deniliyor.

(Gerçi, hangi operasyonsa? Osman Pamukoğlu, “Operasyon mu yapılıyor ki?” diye sormakta…)

Peki, hükümet bu kadar açmazlar arasında da Ordu dikensiz gül bahçesi mi?

Yani, 2006’dan beri ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürülen, “Biz sınır ötesi operasyon yetkisi istiyoruz, hükümet ayak sürüyor” politikası bu kez ne kadar gerçekçi ve de ne kadar iknâ edici?

Asker boyutuna da yarın bakalım...

17 Eylül 2009 Perşembe

Cengiz Çandar Anayasa'daki Hangi Tuzağa Güveniyor?/ Behiç Gürcihan


Bu cümlelerden sırıtan o müthiş demokrat zihniyetin kendisini nasıl ustaca faşizm savaşcısı ilan ettiği üzerinde durmayacağım. Bırakalım merdi kıpti kendi şarkısını kendi söylesin.

Cengiz Çandar'ın bu müthiş özgüveninin arkasında başka bir gizli ayrıntı mevcut. Kartlarını sona saklayarak savaşanların , işler hedefledikleri kulvarda gitmezse devreye sokabilecekleri cinsten şeytani bir ayrıntı.

O da şu:


Açık İstihbarat

Bir gün; "istihbaratçı gazeteciler" listesi yayınlandığında bu listeyi en çok merak edecek isimlerden biridir Cengiz Çandar.


Ve bu merak bir gazetecilik merakı olmayacaktır.


Bekaa Vadiisinde başladığı kariyeri onu bugün sahadan kamuoyu oluşturucu ("opinion maker") aşamasına taşımıştır ki , bu konumu ile değerlidir, kesinlikle takip edilmesi gerekir. ABD'nin think-tanklerinin pahalı yayınlarına abone olacağınıza veya emekli MİT'çilerin orada burada röportajlarını takip edeceğinize her gün bir dozaj Cengiz Çandar size çok iyi bir özet verecektir.


Son zamanlarda kendini "demokrat" olarak pazarlayan kalemşörlerin diline musallat olan zorba jargonu Cengiz Çandar'ın yazılarında da sık sık görülmeye başlandı.


O da Ahmet Altan gibi; "önüne geçilemez", "karşı konulamaz" süreçlerden sözetmeye başladı. Bu tanımların önünü arkasını "tarihin dinamikleri" gibi janjanlı laflarla doldursalarda , bu kabadayı ağzını arkalarındaki küresel kabadayılardan cesaretle geliştirdikleri ortada.


Biraz daha ağızlarını bozsalar ; Tecavüzcü Coşkun ağzı ile "gıpraşma" bile diyecekler ama iş henüz o raddeye varmadı.


İşte o Cengiz Çandar; 29 Ağustos 2009 tarihinde Hürriyet gazetesinde "Üniter Devlet = Türk Ulus Devleti mi?" başlıklı bir yazı yayınladı.


Bu yazıda Çandar aynen şu ifadeleri kullandı :

Ve, TC Anayasası'nın “değiştirilemez” ve “değiştirimesi teklif dahi edilemez” maddeleri de bir gün mutlaka değişecektir. Bunu bir kenara yazın. Türkiye'de demokrasi ile faşizm arasındaki mücadele süreci, ilki lehine ağır bastıkça, kaçınılmaz olarak sıra, Askeri Darbe'nin aslında kendisine “dokunulmazlık” izafe etmek için icat ettiği o “değiştirilemez” ve “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerine mutlaka gelecektir.

Bu cümlelerden sırıtan o müthiş demokrat zihniyetin kendisini nasıl ustaca faşizm savaşcısı ilan ettiği üzerinde durmayacağım. Bırakalım merdi kıpti kendi şarkısını kendi söylesin.


Cengiz Çandar'ın bu müthiş özgüveninin arkasında başka bir gizli ayrıntı mevcut. Kartlarını sona saklayarak savaşanların , işler hedefledikleri kulvarda gitmezse devreye sokabilecekleri cinsten şeytani bir ayrıntı.


O da şu:


Anayasa'nın ilk 3. maddesi malumunuz...


Birinci madde Devletin şeklini Cumhuriyet olarak sabitliyor...


İkinci madde Cumhuriyet'in niteliklerini demokratik, laik ve sosyal hukuk bir hukuk devleti vurguları ile tamamlıyor


ve


Üçüncü madde devletin bütünlüğü , resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkentini tanımlıyor.


Bu üç maddenin gerekliliğine inanan ve Cengiz Çandar'ın zorba ağzı ile "faşist" olarak kategorilendirdiği bizim gibi insanların güvendiği ise bir dördüncü madde var.


"Değiştirilemeyecek hükümler" başlıklı dördüncü madde ise şöyle diyor:

Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Bu madde içinizi rahatlatıyor mu?


Her türlü hukuk normunun ihlal edildiği bir ülkede ; bir Anayasa hükmünün kağıt üzerinde bir ibareden kalma ihtimali çok yüksek. Bu açıdan bakıldığında; değil bir madde, Anayasa'nın tümü bu tarz garantilerle kaplı olsa rahat uyumaya yer yok bu ülkede.


Fakat sorun bu değil.


Farkındaysanız; ilk 3 maddeyi koruma altına alan 4. madde ilginç bir şekilde kendini koruma altına almayı unutmuş durumda.


Yani Anayasa'nın ilk 3 maddesinin değiştirilmesi bile teklif edilemiyor ama bunu koruma altına alan 4. maddenin değiştirilmezliği koruma altında değil. Dolayısı ile zamanı geldiğinde, Cengiz Çandar ve Ahmet Altan gibilerine zorba ağzını hediye edenlerin yapacağı çok basit bir teknik hamle mevcut.


Değiştirilmesi önünde hiç bir engel olmayan 4. maddeyi değiştirmek ve sonrada gerisini getirmek.


İşimiz uzak da olsa, tehlikeli olasılıklara dikkat çekmek.


Yıllardır; Türkiye'yi tuzağa çekecek Kerkük senaryosu ile kurmay aklı nezdinde bunu yaptık.


Şimdi de; birilerinin aklında olan ama her ihtimale karşı sona sakladığı bu olası çirkef hamleye karşı uyarımızı yapalım.


Anayasa'nın 4. maddesinin;


"bu maddede dahil olmak üzere"


ibaresi ile her türlü zorba/çirkef mikrobuna karşı güçlendirilmesi gerekiyor.

Zorba ağzı torba değil ki büzesiniz.


Kaynak: Behiç Gürcihan - Açık İstihbarat

16 Eylül 2009 Çarşamba

Gazetecilik Dersi: “Vatanınız ve Vatanseverliğiniz Yoksa Mesleğiniz de Yoktur”


Iraklı gazeteci Muntazar El Zeydi’nin tahliye olduktan sonra meslektaşlarına verdiği bu mesajı, bizim “ulusal medya” görmezden geldi…

ABD eski Başkan’ı George Bush’a ayakkabılarını fırlaratak işgali protesto eden gazeteci Muntazar El Zeydi’yi Irak halkı bağrına bastı. Cezaevi’nde 9 ay yattıktan sonra önceki gün tahliye olan El Zeydi, kendisini kendisini davul zurnalarla karşılayan acılı Irak halkına tarihe geçecek bir konuşma yaptı.

El Zeydi’nin konuşmasında en önemli mesajlardan birisi, “gazetecilik mesleği” ile ilgiliydi. Bush ile Maliki’nin basın toplantısını izleyen gazetecilere “Soru sormayacaksınız” talimatının verildiğini açıklayan El Zeydi, gazetecilerin de bu talimata uyduğunu söyledi. Zeydi, ülkesinde yabancılar ve işbirlikçileri tarafından yapılanlar sessiz kalan, bazen ortak olan tüm gazetecilere “Vatanınız ve vatanseverliğiniz yoksa mesleğiniz de yoktur” diye seslendi. El Zeydi’nin konuşmasındaki bu bölümün “Türk medyasında” hiç yer almaması dikkat çekti.

Irak halkının ulusal kahramanı El Zeydi, şunları söyledi:

“Hergün kendimle hesaplaşıyordum. Kurbanlara söz verdim, intikam alacağım diye. Ayakkabı atarak savaş suçlusu Bush’a tepkimi göstermek istedim. Katil ülkeme geliyor, ’demokrasi ve özgürlük’ diye... Bizimle dalga geçer gibi. Ülkemdeki katliamlar beni yıktı. Felluce, Ebu Garip. Ben işgali reddetme yolunu seçtim.Amerika Irak’ta ayrımcılık tohumları ekti, bizi birbirimize düşürdül. Ben özgürüm ama ülkem hala esir. Ülkemdeki herkes acı çekti. 10 yıldan fazla süren ABD amborgosunda aç kaldık. Sokaklarımız, mezara döndü.”


Kaynak: Açık İstihbarat

15 Eylül 2009 Salı

Bir Darbe Şakşakçısının İtirafları- Açık İstihbarat Özel



Hasan Celal Güzel, Habertürk televizyonunda yayınlanan “Sansürsüz” programında, farkında olmadan 12 eylül darbecileriyle nasıl işbirliği içinde olduğunu anlattı.
12 Eylül’ün tartışıldığı programa
Hasan Celal Güzel, Cüneyt Ülsever ve Ali Sirmen katıldılar. Programın en uzun konuşan konuğu olma unvanını kimseye kaptırmayan Hasan Celal Güzel, 12 Eylül darbesine karşı olma konusunda Bayrampaşa cezaevinde 38 ay yatmış ve işkence görmüş olan Ali Sirmen’i solladı. Ağdalı bir darbe karşıtlığı retoriği kullanan Güzel, anılarını anlatırken darbecilerle olan teşrik-i mesaisinden ilginç örnekler verdi.



Açık İstihbarat Özel

Tartışma programlarının kadrolu konuğu, 12 Eylül rejiminin himayesinde kurulmuş hükümetlerin Milli Eğitim Bakanı, AKP döneminin hızlı “demokratı” Hasan Celal Güzel, Habertürk televizyonunda yayımlanan “Sansürsüz” programında, farkında olmadan 12 eylül darbecileriyle nasıl işbirliği içinde olduğunu anlattı.

12 Eylül’ün tartışıldığı programa Hasan Celal Güzel, Cüneyt Ülsever ve Ali Sirmen katıldılar. Programın en uzun konuşan konuğu olma unvanını kimseye kaptırmayan Hasan Celal Güzel, 12 Eylül darbesine karşı olma konusunda Bayrampaşa cezaevinde 38 ay yatmış ve işkence görmüş olan Ali Sirmen’i solladı. Ağdalı bir darbe karşıtlığı retoriği kullanan Güzel, anılarını anlatırken darbecilerle olan teşrik-i mesaisinden ilginç örnekler verdi.

Güzel, 12 Eylül'den hemen önceBaşbakanlık Müsteşar Yardımcısı olduğunun hatırlatılması üzerine şunları anlattı:

“Başbakanlık Güvenlik İşleri Başkanlığı benim dönemimde kuruldu. Kurulmasını ben önerdim ve bu kurul bana bağlı olarak faaliyet gösterdi. Askerlerden birlikte çalışmak için Başkanlığa görevlendirme yapmalarını istedik. İki korgeneral gönderdiler. ‘Ne yapılmasını istiyorsanız söyleyin, yapacağız’ dedik. İstedikleri her şeyi yerine getirmemize rağmen toplantılara gelmemeye, sorunlar çıkarmaya başladılar.”

Yani, bugünün hızlı “demokratı” Hasan Celal Güzel, 12 Eylül darbecilerini Başbakanlığın idaresine ortak etmek için bizzat mekanizma oluşturmuş, “her istediklerini” yapmış, yine de memnun edememiş.

Güzel’in bir diğer itirafı şöyle:

“12 Eylül öncesinde Ankara kulislerinde askerlerin darbe yapmaya hazırlandığı konuşuluyordu. O zaman biz Devlet Planlama Teşkilatı’nda genç uzmanlardık. Rahmetli Turgut Özal bizi topladı ve dedi ki, ‘Ekonominin gidişatı kötü, eğer bu şartlarda darbe yaparlarsa ertesi gün maaş ödeyemezler. Biz bu durumu askerlere anlatalım…’ Ertesi gün Genelkurmay'dan randevu alıp gittik. Kenan Evren de, Bülent Ulusu da bizi büyük bir dikkatle dinlediler. Özal, brifingin sonunda ‘Yani bu şartlarda Ankara’da yönetime talip olan varsa, işi çok zor olur’ dedi. Askerler mesajı aldılar. Bizim bu girişimimiz 12 Eylül darbesini 9 ay geciktirmiştir…”

Özal ve ekibinden bu bilgileri alan 12 Eylül’cüler, durum değerlendirmesi yapıp yönetime el koymayı biraz ertelemeye karar vermişler.

Hasan Celal Güzel “Merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” deyişinin eksiksiz bir örneği olan bu sözleri, “12 Eylül darbesi bizim sayemizde 9 ay gecikmeli gerçekleşti” övünmesinde bulunmak için sarfetti. Darbecilere nasıl “akıl hocalığı” yaptığını itiraf ettiğini fark etmeyerek…

MERAKLISI İÇİN NOT: 12 Eylül darbecileri tarafından hazırlanan siyasi zeminde kurulan Özal hükümetlerinin Milli eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel’in döneminde, fakültelerinde öğrenci derneği kurmak isteyen öğrenciler, siyasi şubelerde yoğun işkencelerden geçti. Bu işkenceye maruz kalanlardan birisi de o dönem İstanbul Üniversitesi’nde dernek kurucusu olan Radikal Gazetesi Haber Koordinatörü Ertuğrul Mavioğlu’dur…

Kaynak: Açık İstihbarat

14 Eylül 2009 Pazartesi

İnanmak Zor Ama Bu Adam Bir Profesör! / Açık İstihbarat


Sizce hangisi daha gerçek?

Mehmet Altan'ın olmadığını zannettiği Alman ve Japon orduları mı; yıllardır televizyon televizyon dolaştırılıp her konuda Türk Milleti'ne ne kadar geri olduğunu kanıtlamaya çalışan Mehmet Altan'ın profesörlüğü mü?

Mehmet Altan bu hali ile ancak tek bir şeyi kanıtlayabilir:

Bu ülkede profesörlük ünvanının ne kadar kolay elde edilebildiğini.


Açık İstihbarat Özel


Bugün Taraf bizi bir utandırdı, bir de güldürdü.


Türkiye'yi ABD'nin füze savunma sisteminin bir parçası haline getirecek 8 milyar dolarlık füze alım ihalesi haberine dikkat çekmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni ağzına pelesenk eden Taraf'ın bu haberden tek satır sözetmeyeceğini iddia etmiştik.


Bu tespiti yaparken çok emindik çünkü karşımızda yıllardır Pentagon ağzı ile yazı yazan bir Yasemin Çongar var.


Pentagon adına Türk Silahlı Kuvvetleri'ni tehdit ettiği yazılarını da gördü okurları; aşağıdaki gibi NATO'culuğunu açıkca beyan ettiği ifadelerini de...


“Elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun, NATO, ABD ve AB işbirliğine karşı ‘Rusçu’ bir kliğin eline geçmesine seyirci kalınır mı?”

(Taraf, 28.01.2009)

Dolayısı ile Taraf'ın ABD'ye milyarlarca dolar kazandırırken , Türkiye'yi ABD'nin İran senaryosuna entegre edecek bu füze sistemine ses çıkarmayacağını düşünürken aceleci davrandık.


Taraf bizi şaşırttı ve bu habere yer verdi. Bozuk saatlerin de arasıra doğruyu gösterme potansiyelini unuttuk.


Bu unutkanlığımızın mahcubiyeti fazla uzun sürmedi. Taraf'ın ilgili haberinin bünyesinde tam da Tarafa özgü cahilliğin nadide bir örneği sırıtıyordu.


Hatırlarsanız geçenlerde Taraf'ın "Bazıları Gösteri Sever" manşetinin arkasındaki cehaleti ortaya koymuş ve dünyada sadece Doğu ordularının değil, Batı ordularının da gösteri yaptığının resimlerini kapak olarak Taraf'a hediye etmiştik.



Taraf cahilliğinde bugün yeni bir sayfa açtı ve haberinin içeriğinde ; ünvanı Prof. Dr. olan Mehmet Altan'ın aşağıdaki sözlerine yer verdi :


"Japonya ve Almanya, Türkiye’den daha güçlü, ama orduları yok. Orduya ve savunmalara giden paralar halkın, toplumun zenginliğine gitse daha güçlü olmaz mıyız?"


Bu sözleri sarfeden zat; televizyon televizyon dolaştırılıp her konuda ahkam kesen, bize sürekli ne kadar geri , ne kadar antidemokrat, ne kadar cahil bir ülke olduğumuzu kanıtlamaya çalışan bir Prof. Dr.


Ve kendisi Japonya ve Almanya'nın orduları olmadığını söylüyor.


Aşağıda olmayan Alman ordusunun resmi web sitesini bulabilirsiniz...




Bu da olmayan Japon ordusunun resmi web sitesi




Bu da Profesör olduğu iddia edilen Mehmet Altan'ın web sitesi




Sizce hangisi daha gerçek?


Mehmet Altan'ın olmadığını zannettiği Alman ve Japon orduları mı; yıllardır televizyon televizyon dolaştırılıp her konuda Türk Milleti'ne ne kadar geri olduğunu kanıtlamaya çalışan Mehmet Altan'ın profesörlüğü mü?


Mehmet Altan bu hali ile ancak tek bir şeyi kanıtlayabilir:


Bu ülkede profesörlük ünvanının ne kadar kolay elde edilebildiğini.


Açık İstihbarat

13 Eylül 2009 Pazar

Hocaefendi'nin Prensleri Aydın Doğan'ı Kurtaramadı / Fatma Sibel YÜKSEK

“Aydın Bey, bu çocukta istikbâl var. Hem Hocaefendi ile arası çok iyi, biliyorsunuz yeni trend cemaatçilik. Gelin biz bu yetenekli arkadaşı yazarlarımız arasına katalım” diyen kim?

Şarapsever Ertuğrul…

Aydın Bey’in “Yahu kimdir bu çocuk, tanımam etmem” şeklindeki yaklaşımı üzerine Eyüp Can’ın Zaman’dan Hürriyet’e devşirilmesi tehlikeye girmesin diye Doğan’ın kızlarına Jöleli için kulis yapan kimdir?

Açık İstihbarat
Doğan Yayın Holding’e kesilen muazzam vergi cezası, bugünlerde medyadaki züğürtlerin çenesini acayip yoruyor. Çenesini yormayanların başında –züğürt olmadığı için olsa gerek- her zamanki gibi Hürriyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök geldi.. Cezanın açıklandığı gün, umreye gittiği için içkiyi bırakıp bırakmayacağına dair bir yazı yazan Özkök, ertesi gün olaydan hiç bahsetmemenin biraz tuhaf kaçacağını düşünmüş olmalı ki açıkça “Batabiliriz” mesajı veren başka bir yazı kaleme aldı.
Peki, Aydın Doğan’a
Efendim, Tayyip Bey aldı başını gidiyor. Ne CHP, ne MHP, ne de TSK artık onu durduramaz. Kasımpaşalı’yı frenleyebilecek iki odak var. Biri Utah’taki, diğeri Çankaya’daki…Gelin biz Tayyip’in şerrinden Hocaefendi’ye sığınalım” aklını veren kim?

Tabii ki Ertuğrul Özkök…

Nasıl sığınılacaktı Hocaeefendi’nin himayesine?
“Aracılar” vasıtasıyla…

Kimdi o aracılar?

Kim olacak, jöleli Eyüp ile Akif…
Jöleli için,
“Aydın Bey, bu çocukta istikbâl var. Hem Hocaefendi ile arası çok iyi, biliyorsunuz yeni trend cemaatçilik. Gelin biz bu yetenekli arkadaşı yazarlarımız arasına katalım”
diyen kim?

Şarapsever Ertuğrul…

Aydın Bey’in “Yahu kimdir bu çocuk, tanımam etmem” şeklindeki yaklaşımı üzerine Eyüp Can’ın Zaman’dan Hürriyet’e devşirilmesi tehlikeye girmesin diye Doğan’ın kızlarına Jöleli için kulis yapan kimdir?

Yine Şarapsever Ertuğrul…

Şarapsever’in gazına gelen kızlar, Aydın Bey’e gidip “Baba, biz bu Eyüpcan’ı çok sevdik, n’ooolur alalım onu” diye şirinlik yaparak babalarının kalbini yumuşatmışlar mıdır?

Yumuşatmışlardır.

Peki, işler karışmaya ve grup üzerindeki baskılar artmaya başlayınca, gemiyi Utah limanına yanaştırma politikasının mimarı Şarapsever Ertuğrul ne yapmıştır?
Eyüp Can’ı gazetede üst düzey yetkili konumuna getirmiş, “Bir de takviye yapmak lazım” diyerek o günlerde Başbakan tarafından azarlanmaktan ve getir götür işlerine koşturulmaktan depresyona girmiş olan Akif’i Radikal gazetesine yamamıştır…

Başbakan’dan şamar yedikçe Başbakanlık muhabiri döven Akif’in tek marifeti, “Ne güzel azarlandın Akif” dedirtecek hareketler değildir.
Kendileri, ABD’de Kanal-7 temsilcisiyken, “Ülkenin gezilip görülecek yerleri” kapsamında Türkiye’den gelenleri Hocaefendi ile buluşturma görevini de üstlenmişlerdir.
Örneğin, bugün Ergenekon davasının sanıklarından olan eski AKP ve Genç Parti milletvekili Emin Şirin, vaktinde ABD’de Hocaefendi ile Akif’in aracılığı sayesinde bir araya gelebilmiştir. Bu ziyaretler sırasında Akif, gözleri yere dikili ve bacakları dizden bitişik şekilde oturmakta, Hocaefendi izin vermedikçe söze karışamamaktadır. Gelenlere gül suyu dökme işini yaptığı da söylenmiştir ama ben bunun tezvirat olduğunu düşünenlerdenim…
Şarapsever'in strateji dehâsına göre bu ikisi, Edi ile Büdü gibi, Aydın Bey’in başı sıkıştıkça Hocaefendi’ye koşup lojistik ve manevi destek alacaklar, böylece Tayyip Bey’in kontrolsüz öfkesine set vurulacaktı.

Bu dahiyâne planın bir diğer “yandan çarklısı” da hürriyet.com.tr'nin başına getirilen Fatih Çekirge olup, kendisi Doğan Medya’nın Çankaya şubesi olarak vazife yapmaktadır.
Hürriyet’in internet sitesinde Abdullah Gül ile ilgili haberlerin altına eleştirel yorum bile alınmamaktadır. Bu arkadaşın, Star gazetesindeki meşhur “Hikmetyar’la dizdize” manşetinin mimarı olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mıdır? Tayyip Bey’in tüylerini diken diken eden bu şahsın, Abdullah Bey tarafından baş tacı edilmesi belki de sadece tesadüften ibarettir; kim bilir?

Gelinen noktada Aydın Bey, TÜSİAD’ı ve Koç Grubu’nu bile lâl eden büyük bir vergi cezasıyla karşı karşıya kalmıştır, Şarapsever'in planı çökmüş, “Hocaefendi’nin prensleri” ünvanıyla makam, mevki, para sahibi yapılanlar çürük çıkmıştır.
Bu ikisi ya Hocaefendi nezdinde itibarları olmayıp Aydın Bey’e kakalanmışlar, ya da Şarapsever'in planının tam tersine (Belki Şarapçı’yı da aralarıan alarak) karşı casusluk faaliyetinde bulunmuşlardır.

Kısacası, Aydın Doğan kandırılmış, Jöleli’nin karısının zorlama kitaplarına ödenen trilyonluk telifler başta olmak üzere bir sürü avanta da sokağa atılmıştır.

Şimdi ne yapıyorlar?
Hiç. Şarapsever, “Valla batacak gibi görünüyoruz” şeklinde ortadan felaket tellallığı yapan yazılar döşeniyor.
Jöleli, kendini “gazeteciliğe” verdi. Doğan Medya Grubu hakkında 3.755 milyar TL ceza öngören rapor ile Citibank’a verilen cezanın raporunu aynı kişinin yazdığını ortaya çıkıp müthiş bir gazetecilik yaptı!
Kardeşim, seni “gazetecilik” yapasın diye mi oraya getirdiler?

“Akif ne yapıyor “ diye soracak olursanız, kendisi “Medya grubunun Aydın Doğan sonrası yeniden yapılandırılması konusunda kafa yoruyor.
Geçenlerde “Medya Efendilerinin Raconu” diye bir yazı yazarak,
“Bedelini Aydın Doğan’ın ödeyeceği bir kavgayı başlatma, büyütme, sürdürme hakkı kimindir?”
sorusunu gündeme getirdi.
“Efeyi efe yapan, kızanlarıdır. Kolpacı çakalların düşmanlığı değil, dostluğu bozar efeyi.Etrafında toplandıkları gün, efenin kirlenmeye başladığı gündür.Efelerin değişmez yasasıdır.
Töreye, racona karşı gelinmez.O töre der ki; tuzak kurmayacaksın, pusu atmayacaksın... Arkadan hançerlemeyecek, kiralık katil tutmayacaksın.Talihsiz efelerin akıbeti, çakal-meşrep kızanların eline düşmektir.O tarz kızanların talihsizliği de, bir gün efelerinin tepesinin atacak olmasıdır.Benden söylemesi”
dedi…

Söyledikleri de doğru hani..

“Kolpacı çakal” lafından bir tek Ahmet Hakan alındı nedense..

Allah geçinden versin ama bu olaylar Aydın Bey’in yaşlı kalbini yorabilir. “Godfather”ın lokması döküldükten sonra “Utah’a yanaşalım” siyasetinin sorumlularından ve arabayı duvara toslatanlardan kim hesap soracak dersiniz?
Kaynak: Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat

Sel ile birlikte son diyalog köprüleri de yıkıldı / Fatma Sibel YÜKSEK


Büyük doğal felaketlerin ülkelerin siyasi gidişatı üzerinde etkileri mutlaka olmuştur.

Siyasilerin birbirini suçlayan klasik açıklamalarını bir yana koyarsak, son yaşanan sel felaketinin de iş başındaki hükümete olumsuzluklarla yansıyacağını söylemek falcılık sayılamaz. Nitekim, gerek Başbakan’ın gerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın içine girdikleri “savunma” psikolojisi bunu kanıtlar nitelikte.

Bu gibi durumlarda ilk tepki, kendinden başka bir suçlu aramak ve başkalarını suçlamak olur. Vakit gazetesi hemen harekete geçti ve 25 yıl önceki İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ı suçlu ilan etti! Sanki 25 yıldır hiç sağlıksız yapılaşma yaşanmamış, dere yataklarına yapılan binalara ruhsat verilmemiş gibi…

Kadir Topbaş’ın felaketin ilk günü kameraların karşısına geçip, “Benim Bosna’ya gittiğimi söylemişler, iftira! İşte buradayım, olaydan siyasi rant sağlamaya çalışanlar var” şeklinde on beş dakika polemik yapması şık olmadı. Kezâ Başbakan da CHP İl Başkanı ve Mimarlar Odası ile kavgaya girişti.

Bu tür olaylarda yöneticiler hakkında her şey söylenir, vatandaş öfkesini kimden çıkaracak? Tecrübeli bir idarecinin yapacağı şey, herkese cevap vermeye kalkışmamak, polemikleri ertelemek ve soruna yönelmektir. “Felakette gelmiş geçmiş bütün hükümet ve belediyelerin sorumluluğu, ihmali var” demek çok mu zor? Herkes yine sütten çıkmış ak kaşık gibi konuştu, kendi dönemlerini aklamaya çalıştı. Bu yaklaşımlar canını, malını kaybetmiş acılı vatandaşı daha çok çileden çıkarıyor.

Sel felaketinin getirdiği polemiklerle birlikte var olan bütün diyalog kanalları da ortadan kalktı. Şimdi böyle bir ortamda Başbakan “Kürt açılımı” konusunda CHP’ye yaptığı randevu başvurusuna olumlu cevap almayı nasıl bekleyebilir? Orta yerde bu kadar felaket yaşanırken, “Kürt açılımı”, “Ermeni açılımı” gibi fantezilerle uğraşmaya kalkışan da zaten sandıkta bedel öder. O bakımdan sel felaketi -bu kelime hoş olmayacak ama- “fırsat” yaratmışken, iktidar partisinin kafaları yeterince karıştırmış olan bu “açılımlardan” uzaklaşmaya başlamasında en başta kendisi açısından fayda var.

Sel felaketi yaşanırken, bir süredir sorunlar yaşamakta olan hükümet-asker köprüsü de yer ile yeksân oldu. 8 şehidimizin ardından Genelkurmay “Son terörist ölene kadar mücadele sürecek” açıklamasını yaparak “açılım” tartışmalarına son noktayı koydu. Siyasetçiler sel kavgası yaparken, Genelkurmay’ın attığı bir diğer önemli adım da “AKP ve Fethullah Gülen'i bitirme planı'” başlığıyla yayımlanan haberi yazan Taraf gazetesi muhabirine dava açıldığını duyurmak oldu. Demek ki, dedikleri gibi olayı “yakından” takip ediyorlar.

Genelkurmay’ın “Son terörist ölene kadar” açıklamasıyla birlikte “DTP muhatap alınsın mı, alımamasın mı” tartışması da bitmiştir. Bu partinin liderleri de sağolsunlar, hemen bir basın toplantısı düzenleyip Genelkurmay’a cevap yetiştirdikleri için “muhatap alınmama” sürecini hızlandırdılar. Bu ülkede askere cephe açarak siyaset yapılamayacağını bir kez daha görmüş olduk. Basın toplantısında, "Türkiye'nin bir normalleşme sürecine girmesini istiyoruz" diyen Ahmet Türk, Genelkurmay’ın “Son terörist ölene kadar mücadele sürecek” açıklamasına da “Madem bir açılımdan söz ediliyorsa, operasyonların durması gerekiyor. Çünkü her operasyon, yeni bir acının yaşanmasına neden olmaktadır” diye karşılık verdi. Neymiş, devletin askeri sınır boylarında devriye gezmesinmiş.. Emredersin!

Bu derece uçuk kaçık fikirleri bile istedikleri gibi savunabiliyorlar, sonra da “demokrasi yok” diyorlar.

Netice: Canımızı yakan sel felaketi Türkiye’nin siyasi sorunlarını ağırlaştırırken, psikolojik safların daha da kemikleşmesine neden olacak gibi görünüyor.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Türkiye'nin ?Önemli Projeleri?!.. Fatma Sibel YÜKSEK


"Kürt ve Ermeni açılımını", "Kıbrıs açılımı"nın izleyeceğini haber verirken, "Akil Adamlar Komisyonu" diye bir komisyondan söz etmiştim.

Önce ülkemize gelen bu komisyonun üyeleri, şimdi de Avrupa ülkelerini sırayla dolaşıp, “Avrupa’da Türkiye: Kısır Döngüyü Kırmak” başlıklı raporlarını takdim ediyorlar. Bunu yaparken de Türkiye’nin AB için önemini anlatıyor, reformlar için canla-başla çalışan AKP’nin takdir edilmesini istiyorlar. İçimizdeki sözcüleri ise bu raporun “faziletleri”nin yanı sıra, komisyonun ne kadar “bağımsız ve tarafsız” olduğunu anlatma yarışına girmiş durumdalar.

Dünkü yazımda sadece Kıbrıs üzerinde durmuştum. Ama Âkil Adamlar’ın “açılımı” Kıbrıs’tan ibaret değil. 55 sayfalık raporlarında, AB umudunun devam etmesi için Türkiye’nin yerine getirmesi gereken diğer “büyük projeler”i de sıralıyorlar. Nelermiş bunlar, buyurun okuyalım:

- Yeni bir Anayasa yapılması.

- Ombudsmanlık sisteminin kurulması.

- Terörle Mücadele Kanunu’ndaki terör tanımının değiştirilmesi.

- TCK 301’in kaldırılması.

- Askerlerin siyasi konuşmalar yapmasına son verilmesi.

- Ermenistan’la sorunların çözülmesi.

- Türkiye’deki dini cemaatlerin tüzel kişiliği ve mülkiyet edinme haklarının tanınması.

- Bütün mezheplerin din adamlarına eğitim özgürlüğü tanınması, yabancı din adamlarına çalışma izni verilmesi.

- Belli başlı inanç sistemlerinin dışındakilere ait kilise ve diğer ibadethanelerin bakım ve onarım işlerinde kolaylık sağlaması.

- DTP’nin kapatılmaması.

- Kürtçe’nin kamuda, okullarda ve siyasi çalışmalarda kullanılması için gerekli düzenlemelerin yapılması.

- Kürtçe yer adları yasağının kaldırılması.

- Anayasa’daki Türk vatandaşlığı tanımının değiştirilmesi.

Bu kadar siyasi talebin yanında bir de küçük ekonomik talepleri var; büyük kamu bankalarından birisinin özelleştirilmesini istiyorlar…

Neden mi? Avrupa’dan, Türkiye’ye daha fazla finans kaynağı çekilirmiş!

Hangi bankamıza göz koydukları yakında anlaşılır.

Ne kadar bildik, ne kadar tanıdık bir liste değil mi?

Şimdi böyle bir komisyona, “bağımsız, tarafsız, objektif” demek mümkün mü? Hele bir de Türkiye’nin “AB reformlarını neden geciktirdiğine” ilişkin gerekçeleri, “Ergenekon” davası ile ilgili tespitleri var ki, sadece dışarıda değil, içeride de “taraf” olduklarını adeta bağırıyorlar.

Efendim, “AKP hükümeti iç politikada pek çok konuyla uğraşmak zorunda kaldığı için reform sürecinin ivmesini sürdürmeyi başarama”mış.

Neymiş onlar derseniz, raporda şöyle yazıyor:

“2007 yılından itibaren devletin kurulu düzeninin içinden asker, yargının bir kısmı ve ana muhalefet partisi CHP’nin zaman zaman oluşturduğu koalisyonlardan doğan çeşitli zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldı. Bu saldırılar AKP’nin, Cumhuriyetin laiklik ilkesine aykırı hareket ettiği iddiasına dayanıyordu. Reform sürecini kesintiye uğratan bir başka olay da, 2007 yılında hükümeti devirmeyi planladığı düşünülen Ergenekon isimli bir örgüte ait olduğu sanılan silah depolarının bulunmasıydı. Hükümeti devirme planları, AKP’nin kapanması için Anayasa Mahkemesinde açılan dava ve ordunun kamuoyuna açık bir şekilde yaptığı müdahale tehdidi, ordu, yargı ve siyasi partiler içindeki laik gruplarla ilişkilendirilen gelişmelerdi…”

Unutmadan, Âkil Adamlar’a göre, Türkiye’de laiklik de tehlikede falan değilmiş!

Peki Türkiye bu “büyük projelerin” tamamını yerine getirse, AB üyeliği tamam olacak mı?

Yine Âkil Adamlar’a kulak verelim…

Allah’tan bu konuda “objektif” davranıyor ve gerçeği gözümüzün içine içine sokuyorlar. Evet Âkil Adamlar da, “AB üyeliğine ulaşma garantisi yok, müzakerelerin ucu açık, ama Türkiye’nin dönüşümünü devam ettirebilmek için Avrupa’ya yönelimi korunmalı” görüşünde.

Bir istenenlere, bir sonuca baktım…

Ve bir kez daha, AB yolunda “Kısır Döngü”yü değil de, “T.C. arabasının tüm aksamını kırma” peşinde koştuklarına ikna oldum!


10 Eylül 2009 Perşembe

KKTC’ye 3-6 Ay Ömür Biçtiler - Meyyal UYGUR


Şu kesinleşti, 2009’un sonuna kadar “çözülmesi” gereken “Kürt, Ermeni ve Kıbrıs” meseleleri emperyalizmin, “Yargı reformu” ise AKP’nin belirlediği gündem maddeleri. (Yargı reformunu Batı da destekliyor. Zira tamamı Anayasa’ya aykırı o ‘açılımları’ yapacak AKP’nin kapatılmamasının garanti altına alınması gerekiyor)

Önümüzdeki günlerin yeni “açılımı” olacak Kıbrıs hakkındaki son gelişmeleri aktarayım ki, hazırlıksız yakalanmayalım…

Batı’nın eski Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlarından kurulu bir “Akil Adamlar Grubu” var. Türkiye’ye resmen söylenemeyenler bunlara söyletilir veya sıkıştıklarında hemen bunlar devreye sokulur. T.C.’ne karşı psikolojik harbi yürütünlerin içimizdeki temsilcilerine göre de bu grup, Türkiye yanlısıdır!..

İşte bu grup Ağustos sonunda, ülkemizde resmen Soros’un kurdurduğu Açık Toplum Vakfı ve British Council’ın desteğiyle yeni bir Türkiye raporu hazırladı. Hazırlığa, “Türkiye birkaç ay içinde Kıbrıs sorununa çözümü hızlandırmanın bir yolunu bulmak zorunda, aksi takdirde AB üyeliği sürecinin fiilen durma noktasına geldiğine tanık olacak…” tehdidini savuran İngiliz Gazeteci Huge Pope da katkıda bulundu. Medyamız, Akil Adamlar Grubu’nun “Avrupa’da Türkiye: Kısır Döngüyü Kırmak” başlıklı raporunu yine allayıp, pullayarak sundu. Oysa 55 sayfalık raporda evet AB eleştiriliyor, evet AB’nin Türkiye’yi çifte standart uyguladığı, sözlerini tutmadığı söyleniyor, ama peşinden AB ve ABD’nin, “Yeni Anayasa’dan Kürtçe eğitime” ne kadar isteği varsa bir bir sıralanıyor.

Sadece yazı konumuz Kıbrıs hakkında söylenenlere bakalım. Önce çözümün “Kıbrıs Cumhuriyeti” dedikleri Rum kesimi için, keza Yunanistan için faydaları anlatılıyor. Neymiş onlar?.. Rumlar, “Türk askeri görme korkusu olmadan yaşayabilecek ve bölgenin en büyük ekonomisi olan Türk ekonomisine tam erişim sağlayarak adanın Doğu Akdeniz’de bir merkez haline geldiğini görecekler”miş. Ayrıca hem Kıbrıs, hem de Yunanistan, “Komşu olarak, daha Avrupa yanlısı, Ege ve Akdeniz’deki karasuları konusunda sorunları çözmeye yanaşan bir Türkiye kazanmış olacaklar”mış.

Peki Kıbrıslı Türkler?.. “Tam vatandaşlık hakları kazanacak, AB ile bütünleşip, bunun getireceği tüm ekonomik ve siyasi avantajlardan faydalanacaklar”mış.

Türkiye’nin “kazanımlarına” gelince; “Rumlara deniz ve havaalanlarını açma taahhüdünü yerine getirmek için çaba sarf edeceğinden, AB üyeliği için müzakere yolunda önü daha açık, Avrupa’da konumu daha saygın ve resmi dili Türkçe AB dili olacak”mış. Aynı zamanda, “Kıbrıs’taki garnizonunun mali yükü ve Kıbrıs Türk idaresinin tükettiği yardımlardan kurtulacak”mış. Vay anasını sayın seyirciler!..

Akil Adamlar Grubu’nun neticeyi kelam söylediği şu:

“Kıbrıs sorunu yeni ve kritik bir kavşağa yaklaşmaktadır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girmesinden sonra belirsiz geçen 5 yılın ardından adanın daimi olarak bölünüp, bölünmeyeceği büyük ihtimalle önümüzdeki yıl ortaya çıkan gelişmelerle belli olacaktır…Bu sene bir çözüme ulaşılamaması tüm taraflar için maliyetli olacaktır…”

Bizim için “maliyetini” çok iyi anladım. AB, müzakereleri kesecekmiş!..Nasıl da korktum, anlatamam!..

Anlayamadığım, aynen “Kürt ve Ermeni açılımlarındaki” gibi, bu “aciliyetin” sebebiydi. Sağolsun Akil Adamlar, bunu öyle güzel itiraf etmişler ki, nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.

O sebebi, kendi raporlarından satır satır aktarıyorum:

“Kıbrıslı Türkler Nisan 2009’da yeni ve daha milliyetçi bir hükümete oy verdiler ve bir çözüm olmazsa Mehmet Ali Talat’ın Nisan 2010’daki Cumhurbaşkanlığı seçiminde koltuğunu çözüme daha az inanan bir adaya bırakmak durumunda kalabileceğinin işaretini verdiler. Eğer Talat ve Hristofyas gibi eski dostlar federal bir çözüme ulaşamazsa, Kıbrıs içinde veya dışında birilerinin yeni bir çabayı devreye sokması çok zor görünüyor.”

Rum kesiminde sağ veya sol, ırkçılık yapıp, en ala şekilde tarihi hesaplar peşinde koşanların iktidara gelmesinden rahatsızlık duymayanların, KKTC’de “milliyetçi hükümeti” felaket sayması, Mehmet Ali Talat’ı kaybetmekten bu denli korkması da gözlerimizi açmayacak mı?

Gül Ne Diyor? “Yaşlılar Grubu” Ne İş Yapar?

Bu rapor gazete ve tv’lerimizde gayet cazip şekilde satışa çıkartıldıktan birkaç gün sonra ülkemizi “The Elders-Yaşlılar Grubu” üyesi birileri ziyaret etti. Bunlar da kim derseniz; Nelson Mandela tarafından Temmuz 2007’de, uluslararası sorunların çözümü için tarafları cesaretlendirme misyonu ile bir araya getirilen eski dünya liderlerinden oluşan, başkanlığını Başpiskopos Desmond Tutu’nun yaptığı “bağımsız” bir grupmuş. “The Elders”ın üyeleri arasında ABD eski Başkanı Carter, Norveç eski Başbakanı Brundtland gibi isimler var. Başpiskopos Tutu, rahatsızlığı sebebiyle Türkiye’ye gelemedi, ama “Talat ve Hristofyas için dua ettiğini” duyurmayı ihmal etmedi!..

“Yaşlılar Grubu”nun dikkat çeken ismi ise bir “genç” hanım. The Elders’ın CEO-İcra Kurulu Başkanı olan Mabel van Oranje’nin gençliği dışındaki özellikleri şu; Halen Akil Adamlar Grubu Başkanı Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaaeri ve Almanya eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’le birlikte Avrupa Konseyi Dış İlişkiler eş başkanlığı görevini yürütüyor. 2003-2008 yılları arasında da Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nde Uluslararası Savunuculuk Müdürlüğü yaptı. Demek oluyor ki, “Yaşlılar Grubu”nun, Akil Adamlar Grubu, AB, Avrupa Konseyi’nin yanı sıra Açık Toplum Enstitüsü’yle resmi-organik bağı var. Yani hiç de “bağımsız” değil!..Kıbrıs konusunda ne kadar organize bir örgütlenmeyle karşı karşıyayız, anlaşıldı mı efendim?

İşte bu grup, 8 Eylül Salı günü Huge Pope’u da yanlarına alıp (Anlaşılan bir diğer ortakları Uluslararası Kriz Grubu) önce Ankara Swiss Otel’de bir grup Türk gazeteci ile kahvaltıda buluşur. Konu tamamen Kıbrıs’ta “çözüm”dür. Ancak o kahvaltıda hazır bulunan TESEV direktörlerinden Mensur Akgün bile, “yaşlılar” grubu üyelerinin konuşmalarından, “Rum tarafına baskı yapmak gibi bir niyetleri olmadığını” anlar!..Akgün, “Hemen tüm uluslararası kuruluşların hazırladığı raporlarda olduğu gibi, Türkiye’den asker çekmesi, hatta belki Rum tarafının liderliği ile doğrudan temasa geçmesini isteyeceği” tahmininde de bulunur(!)..

“The Elders Group” aynı gün saat 15.00’te de Çankaya Köşkü’ne çıkıp, Gül’le görüşür. Çankaya Köşkü internet sitesindeki görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla gayet sıcak bir şekilde karşılanan heyet, “Gül’ün aktardığı Kıbrıs perspektifinin kendileri için çok yararlı olduğunu” açıklar. Nedir Gül’ün o Kıbrıs perspektifi?..Bildik, “Annan Planı’na destek verdik, ama karşı taraf takdir edildi” şikayetlerinin ardından, Sorunun çözümü için zamanın daraldığınısöyleyip, “The Elders üyelerinden çözüm için gayret göstermelerini” ister.

ABD, AB, sözüm ona “bağımsız” kuruluşların tamamı, KKTC’de “milliyetçi” iktidarın işbaşına gelmesinden rahatsız oldu. Bizimkiler de!..

Aynı güçler ve uzantısı örgütler, “Kıbrıs’ta çözüm için zaman daraldı” diyor. Bizimkiler de!..

The Elders ne istiyor; Kıbrıs’tan asker çekmemizi, Türk liderlerin, Rum liderlerle doğrudan temasa geçmesini!..

Peki Akil Adamlar Grubu’nun o raporunda da, “Kıbrıs’ta çözümün ivme kazanması için Kıbrıs Cumhuriyeti ve Türkiye’den resmi yetkililerin tanışması ve birbirine güvenmeyi öğrenmesi gereklidir” dendiğini söylesek?!..

4-5 yıl önce Başbakan Erdoğan, Annan Planı’nın reddedilmesini sağlayan dönemin Rum lideri Papadopulos’a, “Buluşup, birer kahve içelim, her şeyi konuşalım” demişti. Papadopulos öldü. İster misiniz, şimdi de aynen “Ermeni maçı” gibi, Gül bir “kahve” açılımı yapsın!..

Kaynak:
Açık İstihbarat