28 Mart 2010 Pazar

ŞEMSİYE TUTANINIZ BOL OLSUN …/ Ai İhsan GÜRCİHAN


Bir topluluğun olduğu yerde ne zaman yağmur yağsa,

Ve de orada yetkili,haşmetli kişiler varsa,
Islanmasın diye bir yerleri ,
Seyir eyle şemsiye tutmak için yarışan hanım ve beyleri.

Nereden bulurlar hepsi de bir örnek,
O kadar çok şemsiyeyi ve de şemsiye tutacak koyu renk elbise giyenleri.
Hayretler içersinde kalırsın görünce şemsiye tutuştaki o resmiyeti.

Sanırsınız toplantı meydanının etrafı şemsiyeci çarşısı,
Yetkililerin arkasında duran insanların her biri de şemsiye satıcısı.

Damla düşmeden Haşmetlü’nün üstüne,
Mimar Sinan gibi konduruverirler,
Cami’ye benzer seyyar ve de siyah renk koca bir kubbe.

Bekleyenler,Dinleyenler,İzleyenler sırılsıklam kalmış ya da kalacak,
Bizim Haşmetlü’ler ise öyle itina ile korunur ki ,
Sanırsın yağmur damlası düşse üstüne hemen zatürre olacak.

Saygıdeğer okurlar ;
Bir gerçeği biraz abartıp mizah ile yazmaya çalıştım.

Hepimizin bildiği gibi Demokrasi’nin seviyesi esas olarak,insan’a verilen değer ile ölçülür.
Birey’in kişiliğini ve kimliğini ortaya koyması için onun düşünce,söylem ve davranışına gösterilen hassasiyet,demokrasi inancımızın samimi olup olmadığını ortaya koyan en önemli belirleyicidir.
Görüntü olarak dahi olsa bireysel yaşamın kul davranışından,özgür davranışa
geçemediği toplumlarda gerçek demokrasiden bahsetmek de mümkün değildir.

Kağıt üzeri demokrasi söylemleri ve çığırtkanlığı, işin sadece gösteri tarafıdır.
Esas olan,Demokrasi’nin en değerli varlığı bireyi kıymetli yapabilmek,maddi ve
manevi açıdan özgür davranan insan haline getirebilmektir.
AB değerlerini ve anayasalarını örnek göstererek Ülkemize demokrasi getiriyoruz
diyenlerin, eğer samimi iseler örnek aldıkları o ülkelerin liderlerinin bireysel davranışlarını da dikkate almaları gerekmektedir.

Kısacası bu Ülke’ye Demokrasi ;
Bireysel açıdan gelişimini tamamlamış,özgürlüğü beyninde hazmetmiş,kendi şemsiyesini de kendi tutabilecek seviyeye ulaşmış gerçek Demokratlar tarafından getirilecektir.

Gerçek Demokrasi adına,halen umutla ve özlemle bekliyoruz.

29 Mart 2010


Kaynak: Ali İhsan GÜRCİHAN

Yorumsuz... / Fatma Sibel YÜKSEK


Aşağıdaki üç açıklama, değişik tarihlerde Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek tarafından yapıldı.


1. Açıklama, 15 Mayıs 2009, Cemil Çiçek Anadolu Ajansı’na konuşuyor:

“En evvel düzeltilmesi gereken Anayasa olduğu yerde duruyor. Çünkü bu Anayasa’nın müktesebata uymayan, günümüzün anlayışına uymayan birçok maddesi var. Türkiye şöyle bir çelişkiyle karşı karşıya: Siz iktidar ve parlamento olarak çıkardığınız yasaları Anayasa’ya uygun çıkarmak mecburiyetindesiniz. Aksi halde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir. Anayasa eğer AB müktesebatına uymuyorsa yani yanlışsa doğru bir işi yanlış bir Anayasa’ya uydurmak gibi bir garabeti Türkiye yaşıyor. Onun için de zaman zaman Türkiye’de reformların yapılamamasının önündeki en büyük engel olarak bu Anayasa duruyor.

Eğer bu Anayasa’nın değişmesi gerekiyorsa -ki bize göre değişmesi gerekiyor- 5 madde dışında bu Anayasa’nın geri kalan tüm maddelerini de değiştirebiliriz, uzlaşarak, anlaşarak, herkes katkı vererek en başta ana muhalefet partisi, Meclis’te grubu bulunan partiler, dışarıda meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri dahil herkesle birlikte biz bu Anayasa’nın istisnaları dışında tümünü değiştirebiliriz. Ne kadarını değiştirmek imkanımız varsa bunları birlikte konuşarak, görüşerek, müzakeresini yaparak Meclis çatısı altında bunu gerçekleştirebiliriz. Bu işin gerçekleşeceği mekan, platform, çatı TBMM’dir.”

2. Açıklama, 8 Ocak 2010 (8 ay sonra) bu kez Radikal gazetesi Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’e konuşan Çiçek, 120 günlük referandum süresini düşürme çalışmasının anayasa değişikliği ve referandum ile hiçbir ilgisinin olmadığını bakın nasıl anlatıyor:

“Bunlar ayrı zamanlarda gündeme gelen konular olmasına rağmen bugün gündeme geldiği için birlikte algılanması doğal ama aralarında bir ilinti yok. Şimdi gündeme gelmesinin nedeni, zaman itibarıyladır. 2007’de seçim kararı verilmişken çıkarmak istedik, zaman yetmedi çıkaramadık. Şimdi ortam müsaitken çıkaralım dedik. 120 günlük sürede, konular siyasi hesaplaşmaya dönüşüyor; 45 gün süre yeterli diye düşünüyoruz. Daha önce, 1988’de ANAP döneminde mahalli idareler konusunda 45 gün sürenin uygulanmışlığı vardır.


Bu düzenlemenin önünde, arkasında başka bir şey yok. Şu anda ortada referandum konusu yok. Ayrıca, hak ve özgürlükler konusunda referandum olmaz. Bu konularda referandum zaten düşünmeyiz.


Anayasa değişikliği konusu şu an gündemimizde yok. Yapmak istemediğimizden değil. Tersine, Anayasa değişikliğini çok arzu etmemize rağmen, reel politika, Meclis aritmetiği buna izin vermiyor. Halen 336 milletvekilimiz var. CHP şu anda hiçbir Anayasa değişikliğine yanaşmıyor. MHP de ‘CHP’yi ikna edin, öyle gelin’ diyor. 330-367 arası oy referandum gerektiriyor. Ama referandum sadece bizim elimizde değil.


Anayasa değişikliği, sayısal değil, geniş uzlaşma işidir. Biz bunu Meclis’te yapacağız, geniş mutabakatla yapacağız. Şu an itibarıyla, biz bu yasa değişikliği teklifini yaparken, arkasından da Anayasa değişikliği getirelim diye aramızda bir konuşma yapmış değiliz. İstemediğimizden değil, koşullar uygun olmadığından...”

3. Açıklama, 22 Mart 2010, Anayasa değişikliği paketinin açıklandığı gün. Cemil Çiçek konuşuyor:


“1982 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra dünyanın en çok tartışılan anayasası olmuştur. Yeni bir Anayasa'ya ihtiyaç olduğu kesindir. Mevcut Anayasa Türkiye'ye dar gelmektedir.

Bugünkü Anayasa AB normlarına uymuyor, AB normlarını dikkate alırsanız Anayasa'ya uymuyor. Dünyada ve Türkiye'de hızlı bir değişim yaşanıyor, hiç kimse 2000 Türkiye'sinin, 2010 Türkiye'si olduğunu söyleyemez. Bu Anayasa değişliklerinin hedefi, halk egemenliğini her alanda tesis etmek ve halkın iktidarını güçlendirmektir. Biz kendi iktidarımızı güçlendirmek yerine, yüksek standartta bir demokrasi hedefliyoruz.


Herkes bu Anayasa'nın değişmesini istiyor ama her seferinde bir bahane bulunarak başka bahara erteleniyor. O nedenle bugün yaşadığımız bir kısım problemlerin temelinde bu Anayasa'nın yattığını biliyoruz. Biz bu değişikliğin yapılabileceği kanaatindeyiz. Geçen her günün bir kayıp olduğunu düşünüyoruz.”


Üç ayrı zaman dilimi, üç ayrı açıklama ve bir Bakan…

Bu yorumsuz pazar yazısını tarihi yazacak olanların dikkatine sunuyoruz…


25 Mart 2010 Perşembe

Ergenekon'un Arkasındaki Mutabakatları Yıllar Önce Duyurmuştuk


(Açık İstihbarat : AKP iktidarının bir mutabakata dayandığını 8 sene önce (Bkz: Hac Yolunda Değil, Haç Yolunda) ; Ergenekon mutabakatlarını ise iki sene önce yazmıştık.

Erken uyanmak isteyenler Açık İstihbarat okur)


Ergenekon operasyonu, bu büyük dönüşüm projesinde “Yeni Devlet’in” müttefikleriyle birlikte kurguladığı kilit operasyonlardan biridir; bir “temizlik” yani kadro operasyonudur.

Operasyonun çekirdek-merkez dinamiğine hakim olan Devlet, o yüzden makro hedeflerine hizmet edecek şekilde kurunun yanında yaşları da yakmakta bir mahzur görmemektedir.

Ellerinde, işleri bittikten sonra kamuoyu tanrılarının önüne atılacak savcılar, bolca komiser ve medya bulunmakta nasılsa.

Toz bulutları dağıldığında,“Yeni Devlet’in müttefikleriyle ortak oyuncağı olan “Gladio-Ergenekon”kendini daha iyi perdelemiş, ayakbağlarından kurtulmuş ve kamuoyunda “Derin devlet/çeteler/ gladio artık pasifize edildi” şeklinde sahte bir güvenlik hissi yaratmış olarak yoluna devam edecektir.

2009-2012 arasında gerçekleşecek “esas darbe”ve beraberinde gelecek siyasi paradigma değişimi, kontrol dışı unsurlar temizlendiği için çok daha kontrollü gerçekleşecektir.

Bu yanıyla Ergenekon, bir bakıma “9 Mart’tan önce yapılan bir 12 Mart “operasyonudur.

------------------------------------------------------------------------------------------


Tespiti baştan yapalım, ayrıntısına sonra girelim…

“Ergenekon” bir kadro operasyonudur.

“Ergenekon” bir “Yeni Devlet” operasyonudur.

“Ergenekon” bir darbe üzerinden Türkiye’yi federalleştirecek esas darbe sürecini kolaylaştırma ve gizleme operasyonudur.

Burada, “operasyon” ile yargı sürecini değil, bu yargı süreci ile şekillendirilen kamusal siyasi alanı kastettiğimi de ayrıca vurgulamalıyım.

Hiç kimse işin sadece bir AKP operasyonu olduğunu zannetmesin. Devleti belediye zannedenlerin çapını fazlasıyla aşan bir konu bu..Bakmayın siz Tayyip Erdoğan’ın “MİT ve Emniyet bana bağlı” demesine. Bu cümleyi biraz da tersten okuyun, MİT’in kendisine her şeyi söylediğini varsayan bir başbakanın naifliğini görün o cümlede. O kadar tavize rağmen, AB tarafından her tersyüz edilişinde “ahde vefa” gibi bir kavrama sığınan bir Başbakan’dan söz ediyoruz.Uluslararası politika ve diplomaside hiç de ciddiye alınmayacak bir kavramdan medet uman Tayyip Erdoğan’ın bırakın Devlet’i, danışmanlarını bile doğru okuyabildiğini varsaymak hatadır.

O yüzden Erdoğan, “Ergenekon” operasyonunun ancak çeperinde yer alan bir isimdir.

Son günlerin moda tabirleri-merkez ve çeper-üzerinden tezimizi derinleştirelim.

“Ergenekon” operasyonu iki katmanlı bir operasyondur. Merkez ve çeper dinamiklerden oluşmaktadır.

Merkez ve çeperin bu operasyondan anladıkları da; hedefleri de, metodolojileri de farklıdır ama birbirlerini dengeleyecek ve eninde sonunda çeperin feda edileceği bir rota izlenmektedir.

Merkez, “Yeni Devlet’ in kontrolünde; çeper ise “Yeni siyaset”in kontrolündedir.

“Yeni Devlet” kilit tepe noktadaki askerî, güvenlik, istihbari ve ekonomi bürokrasisinin dış müttefikleri ile kesiştiği noktada kristalize olan bir oluşum.

Telafer’de Türkmenler katledilirken seyredip Afganistan’a Taliban’la mücadele için özel kuvvet yollayan Genelkurmay da,Öcalan’dan bir akademisyen ve vizyoner çıkarmaya çalışan MİT; Alman istihbaratının 2000’lerdeki benzer operasyonunun ismini aynen benimseyerek, çeteci-darbeci-tetikçi-meczup tiplemelerle vatanseverleri aynı “Ergenekon” çuvalına dolduran Emniyet, hep aynı devletin unsurları.

Merkez; müttefikleri ile ortak hedefi çerçevesinde içeri aldırdığı isimlerle, müttefiklerinin kendi devlet içi çatışmalarına da destek atıyor. O yüzden ABD devleti içindeki çatışmalarla, Türk Devleti’nin içindeki çatışma ve ayrışmalar aynı paralellikte seyrediyor. O yüzden, CİA’den referans alacak kadar rengini belli eden Gülen’in gazetesi, siyonist neo-con Rubin’i hedef tahtasına koyuyor.

Merkez; içeri aldırdığı tetikçinin, istihbaratçının, öğretim görevlisinin-bu içeri alınanların bir çoğu farkında olmasa da-bir katman ötelerinde hangi yabancı servisin hangi kanadının yer aldığını çok iyi biliyor.Ama bunları alenen beyan etmek, “alemin raconuna” ve kurmak istedikleri yeni dengelere aykırı olduğu için, çeper’in perdeleme ve sansasyonlaştırma yeteneğini kullanıyor.

Çeper, haliyle ve rolü itibarıyla olayın “cadı avı” boyutunu aşabilmiş değil.

Önüne atılan karikatürize bir “derin devlet” öcüsü üzerinde tepinip duruyor. Kahramanmaraş’tan Susurluk’a geçmişin bütün sicili bu karikatürize derin devlete yıkılıyor.

Bir tür “liberal ve dinci” mezesi olarak servis edilen bu “Derin devlet masalları”, hem gerçek derin devleti kamufle ediyor, hem de “Yeni Devlete” toplumu müttefikleri ile üzerinde uzlaştıkları küresel plan üzerinden yeniden dizayn etme şansı tanıyor.

Merkez, çeperin siyasi hedeflerine saygı göstermiyor değil. O yüzden AKP’nin muhalifleri de, Genelkurmay’ın muhalifleri de bu operasyonda tetikçiler/darbeciler/ meczuplarla birlikte paketlenenler arasında.

Bu ‘muhalif kotası’ AKP’ye ve Genelkurmay’a, hem alt kadrolarda, hem de toplumda bilinci ve dolayısıyla iç direnci yükselten isimleri pasifize etme şansı tanırken, operasyonun çekirdeğini de bir sansasyon bulutu arkasına gizliyor.

“Darbe günlükleri” derken, darbe günlüğü tutmayacak kadar zeki, sinsi ve ketum olanları; Mustafa Balbay derken, Pentagon lahikalarında adı geçenleri göz ardı ediyoruz.

Açıkçası: 2009’la birlikte derinleşecek küresel ve ulusal kaostan Türkiye’ “yapıcı bir krizle”, yeni bir siyasi paradigma ve dönüşmüş olarak isteyenlerin “esas darbesi” mevcut darbe goygoyculuğu ile perdeleniyor.

Kendini Atatürk veya lider zanneden kıt akılların yanına 2004’ten, 2005’ten beri yerleştirdikleri meczup ve tetikçilerle tarlayı ekenler, şimdi hasadı topluyor.

Peki çeperdekiler olayın ne kadar farkında?

Geçici bir dinlenme sonucu, “küllerinden yeniden doğacak bir Anka kuşu” olarak kurgulanan Erdoğan’ın bilmesi gerektiği kadar farkında…

Bu operasyon öncesinde karşısındaki caddeye “Gladyo” isimli bir dükkan açılsa, bunu İtalyan ayakkabı markası zannedecek olanlar ise hiç farkında değil.

Süreç ilerledikçe, çekirdeği korumakla yükümlü her çeper gibi (meyve) işlevlerinin sona ereceğini ve kamuoyu tanrılarına kurban edileceklerini biliyorlar ama çok da umurlarında değilmiş gibi bir havaları var.

Mesleklerinin ilkelerini, hukukunu, etiğini bu kadar fütursuzca ayaklar altına alanların ya akıllarından şüpheleri vardır, ya da geleceklerinden emindirler. Bekleyip göreceğiz.

Merkez-çeper ilişkisisn daha netleştirmek için sorularımızı çoğaltalım.

Merkez, çeperi nasıl kontrol ediyor?

Sakka operasyonu sırasında kurulan ilişkilerin devamından söz etmiyorum.

Merkezin çeperle yüz göz olmadan, kendini çeperden bile sakınarak yaptığı müdahaleler söz konusu.

Mesela medya…

Bariz olan kısmı, “RTE Ajans Haberleri” olarak kodlanan bölümü kastetmiyoruz.

Önemli olan, görünürde bu operasyona karşı gibi görünenler üzerinden çekilen ince ayarlar.

Mesela Hürriyet ve Cumhuriyet.

Hürriyet, “Şerefsiz Ödlek” başlığıyla 3-5 bin kişinin okuduğu bir sitedeki yazar kavgasını manşetine taşıdığında tarih 30 Haziran 2007’ydi…

Ben, bu manşetten 3 gün once gözaltına alındım.

Savcı bana Hürriyet’in manşetini gösterip, “Seni gözaltına aldırma gerekçelerinden biri de bu; burada bir tehdit gördük” dediğinde ise, tarih 30 Haziran’dı, yani manşetle aynı gün…

Hürriyet’in 3 gün sonra atacağı manşet yüzünden gözaltına alınmıştık!

Aynı Hürriyet, hani şu Ergenekon’daki usulsüzlüklere tavır alan Hürriyet, geçenlerde yine bir haber yaptı.

İkinci gözaltına alınışımızda, bilgisayarımızdan “yeni darbe günlükleri” çıktığını, “darbeci olduğumuzu, hem de darbeyi MSN üzerinden ve emekli paşalarla konuşacak kadar salak olduğumuzu yine Hürriyet’ten öğrendik. Hürriyet’in bir yandan Ergenekon mağduru yaratıp, bir yandan Ergenekon mağdurlarına ağıt yakması anlamlıydı.

Cumhuriyet’e gelince…

Atılan el bombaları ile bizzat bu operasyonun nesnelerinden biri olmasına rağmen, İlhan Selçuk alınana kadar Ergenekon mağdurlarını Cumhuriyet sayfalarında ara ki bulasınız…

Selçuk alınınca “Susmayacağız” diye manşet atan Cumhuriyet’in yine o nitelikli sessizliğine dönmesi için 4-5 gün yetti.

Balbay’la birlikte yine aynı yaygara koptu. Cumhuriyet yine nitelikli bir sessizliğe bürünecek mi? Kurbanın ahlâkını değil, mağduriyetini benimseyip Brüksel sendromu sergilemeye başlayacak mı? Bekleyip göreceğiz.

Merkez’in çeperi, sınırları aştığı noktada medya ile terbiye ettiğinin örneğini hep birlikte tecrübe edeceğiz.

Merkez-çeper dinamiğini deşmeye devam…

Ergenekon operasyonunun merkez dinamikleri ile çeper dinamiklerini bir arada tutan iki temel mutabakat var.

Bu mutabakatlardan birasi, Türkiye’de “Yeni Siyaseti” şekillendiren AKP-Genelkurmay mutabakatı.

İkincisi ise, “Yeni Devleti” kurgulayan; “Devlet” ile “müttefiklerini”, hem kendi içlerindeki rakiplerini/ direnç noktalarını ortaklaşa bertaraf eden, hem de yeni küresel plan konusunda uzlaştıran mutabakat.

AKP-Genelkurmay mutabakatı, bunların içinde en berrak olanı.

İki yıl once, “Hilmi Özkök şiir gibiydi, Yaşar Büyükanıt ninni gibi olacak” diye yazdığımızda bize kızanlar, şimdi resmi daha net görüyorlar.

Topluma karşı yürütülen ve AKP’ye oy kazandırmaktan başka hiç bir işe yaramayan e-muhtıralarla renklendirilen bu kayıkçı kavgasına analitik ve tarafsız gözle bakan herkes görebilir bu mutabakatı.

2002 yılında kaleme aldığımız, “Hac yolunda değil, Haç yolunda” başlıklı rapordan beri bu tezi açıkça savunuyoruz. Bir ABD-NATO projesi olan “ılımlı İslamın” siyasi taşıyıcısı olan AKP ile, darbe yaptıktan sonra bile ilk işi NATO’ya sadakat bildirmek olan bir yapının, temelde çatışmayacağını, sorun çıkaran kadroların tasfiye edileceğini ve bu arada, “tepeyi” hâlâ kendinden bilen “tabanın” gazını almak için göstermelik sahneler kurulacağını söylüyoruz.

Bütün bunlar, “Genelkurmay AKP’ye hizmet ediyor” veya “Erdoğan askerle anlaştı” görüntüsü altında yapılamayacağı için, kabaca “ayranın köpüğünü kabart, sonra köpüğü temizle” operasyonu olarak nitelendirebileceğimiz “Ergenekon”, 2004-2005’ten beri kurgulanıyor.

Ordu içinde ve dışında yapılan yemleme operasyonları ile belli başlı tuzaklar etrafında toplanan darbe/cunta/terör heveslileri ve kendini Atatürk zanneden bazıları; ülkelerinin sömürgeleştirilmesine karşı hem AKP’ye, hem Genelkurmay’a,hem AB’ye, hem de ABD’ye karşı fikirleriyle siyaseten örgütlenmekten başka bir “suçu” olmayanlarla aynı Ergenekon çuvalı içine dolduruluyor.

Generaller orduevlerinden toplanırken, “dostlar alışverite görsün” kabilinde bir açıklama yapan Genelkurmay’ın; yargıya ve hukuka bu kadar saygılıysa, bu cuntacı eğilimleri neden daha once tespit edip, kendi askeri yargı sistemi içinde yargılayıp Türk generalinin ulusal ve uluslararası kamuoyunun gözü önünde koluna girilip götürülmesine izin verdiği, cevaplaması gereken önemli bir sorudur.

Başörtüsü bir siyasi simgedir de, “koluna girilen paşa” siyasi simge değil midir?

Acaba TSK’nın manevi şahsiyetinin alenen aşağılanmasına zemin hazırlamak da suç mudur?

AKP-Genelkurmay mutabakatını sadece bir Erdoğan-Büyükanıt veya Erdoğan-Başbuğ görüşmesine indirgemek de yanlıştır.

Neticede bütün bu buluşmalar, “önce psikolojik olarak borçlandır, sonra tavizi kopar” stratejisinin meyve toplama seanslarıdır. Kadro hareketinin ayrıntılarından, Selimiye’yi otel yapma projesine kadar pek çok meyve konulabilir o sepete…

Büyükanıt Şemdinli ile; Başbuğ “ağlama duvarıyla” borçlandırılıp sonra babalarından kızları istenmiştir “niyetimiz ciddi” taahütleri altında…

AKP-Genelkurmay mutabakatının ayrıntısını merak edenler, bu konuda kaleme aldığımız onlarca yazıya bakabilirler.

Ama şu asla unutulmamalıdır:

AKP-Genelkurmay mutabakatı, daha küresel/makro bir uzlaşma olan ve “Yeni Devleti” şekillendirecek olan “Devlet ve müttefikleri” mutabakatının sadece bir alt kümesidir.

Nedir bu makro mutabakatın özü?

“Devlet ile müttefikleri arasındaki çok ayaklı; bazen kendi içinde çekişmeli ama nihayetinde en milliyetçi geçinenlerin bile “ehven-i şer/parçalanmaktan iyidir” mantığıyla yanaştığı bir limandan söz ediyoruz…

“Devlete Mektup, Yüzde 40 Artı 7- Teslimiyet-Temsiliyet Dengesi” başlıklı yazımızda Devletimize bu mutabakatla bir hata yaptığını sesimiz çıktığınca duyurmuştuk.

Duyurmaya devam edelim….

Haritalarında farklılıklar gözlense de (Ortadoğu eksenli-Kafkasya eksenli); üniterizm/federalism kavramı henüz netleşmese de, demokrasi/otoriterizm dengesi tama olarak oturmasa da, sonuçta “Neo-Osmanlı” olarak kodlayacağımız bir formül bu.

Bu formüle biat ettiğinizi, ofisinizdeki bir tuğra ile rahatça kanıtlayabilirsiniz; aynen bir öncekinin biat sembolü Atatürk resmi olduğu gibi…

Cumhuriyeti’nin 80. yılında daha Anadolu’nun altındaki kaynakları ve üstündeki insanlarını adam gibi sayamayan, kontrol edemeyen bir devlete, “Cihan İmparatorluğu” hayalleri kurdurtan bir LSD hapı bu.

Hatırlarsanız, İstanbul’daki NATO zirvesi sırasında, Topkapı Sarayı’nda dünya liderlerine bir konser verilmişti. O konserde İngiltere Başbakanı Tony Blair “şaka yollu” Erdoğan’a “Ofisinizi buraya taşısanıza” demişti. İşte bu şakayla başlayan, Erdoğan’ın ofisini Dolmabahçe’ye taşımasıyla sembolleşen, Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması planlarıyla eko-politik bir boyut kazanan ve Boğazı da İngiliz savaş gemisinde kraliçenin yemek davetine icabet edecek kadar makro siyasetten bîhaber bir Cumhurbaşkanı ile boynumuza dolanan bir zincir bu.

Bu sahnede karizmasını kiralayan lider olarak rol alan devletin adamı, (Devlet Adamı ile aynı şey değildir. Bu konudaki tezi “Batı Bey’in Can Polat’I Erdoğan” başlıklı yazımızda bulabilirsiniz.)

Erdoğan’ın hakkını yememek adına, aşağıdaki tespiti de yapmak zorundayız.

İstanbul’a taşınma furyasını ilk kim başlattı?

Atatürk’ün kurduğu ve CHP’nin hisse sahibi olduğu İş Bankası…

Dolayısıyla, “Neo-Osmanlı Treni”, kâh Tanrı Dağı mavisi, kâh Hıra Dağı yeşili tonlarla, gidecekleri yer konusunda olmsa da, artık terketmeleri gereken yer konusunda mutabakatlara varmışların treni olarak çok önceden yola koyuldu.

Bu trenin raylarını döşeyenlerin; Türk Devleti’ne bu “Neo-Osmanlı” rüyasını gördürme karşılığında istedikleri bir bedel var elbette…

Nedir bu bedel?

Bedeli görmek istiyorsanız, ABD ile imzalanan nükler işbirliği anlaşmasına bakın…

Bedeli görmek istiyorsanız, Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelir gelmez imzaladığı ve Türkiye’yi korumak zorunluğu olduğu kilometrekare toprak başına en fazla tanker uçağına sahip ülke konumuna getiren tanker uçağı anlaşmasına bakın…

Bedeli görmek istiyorsanız, Telekom’dan madenlere artık takip etmekten yorulduğunuz ihanetlere bakın.

Maddi bedellerden değil, geleceğimizin kontrolünü vermekten söz ediyorum.

“Büyümene izin veririm, sana kapıları açarım ama karşılığında bu geminin kaptan köşkünde kalıcı bir yer ve bu geminin kaptanlarının bu gemiyi özgür denizlere sürmeyecek uyumlu kadrolardan oluşacağının garantisini isterim”

şartını kastediyorum…

İşte bu şart şimdi,bir yandan “temizleme”, diğer yandan “yetiştirme” operasyonlarıyla yerine getiriliyor.

F tipi ve M tipi cemaatler o yüzden AB-D’nin “kariyer-net”i gibi çalışıyor.

O yüzden, Fethullah Gülen’in en parlak çocuklarını kapsayan “Altın nesil” projesi, Pentagon’unkiyle aynı adı taşıyor.

O yüzden, “liderlik”, “kariyer planlama”, “NLP gibi cafcaflı kavramlar üzerinden nesil istihbaratı yapılıyor; nesil filitreleri oluşturuluyor.

O yüzden Genelkurmay, “çağa ayak uydurma” adı altında, “İnsan Kaynakları Yönetimi Sistemleri” uygulamaya başlıyor; “Çavuş bile general olabilecek” manşetlerinin atıldığı dönemin hemen ertesinde generaller, çavuşlar tarafından kelepçelenip Metris’e götürülüyor.

“Görevini en iyi yapan, vatana en iyi hizmet edendir” sloganını hatırlıyor musunuz?

“Bu görevi bana kim, niçin Verdi” sorusunu sormayacak ebleh profesyoneller isteniyor.

Mevcutların ne olacağı sorusunun cevabı ise “Ergenekon” operasyonunda yatıyor. “Facebook Kriminolojisi ve 2020’lerin General Kadrosu” başlıklı yazıyı tekrar okuyun.

“Ergenekon”la içeri alınan her isimle sırf kahve içti, bayram tebriği attı, aynı toplantıda görüldü, telefonda görüştü diye kaç kişinin siciline not düşüleceğini gözardı etmeyin…

Ya da şu soruyu cevaplayın:

Sizce ABD’nin sadece birini belirleme şansı olsa, 2020 yılında TSK’nın mı, yoksa siyasetin mi üst kadrolarını belirleme şansına sahip olmak isterdi?

Birilerinin Türk Devleti’ni üzerlerine geçirilen Yeniçeri üniformasının aynı zamanda devşirilmişliğin sembolü olduğunu göremeyecek kadar kör kadroların eline teslim etme ihtiyacı daha başka sorularla da netleştirilebilir.

Sorular ne kadar çoğalırsa çoğalsın, cevabın özü değişmeyecektir.

Ergenekon operasyonu, bu büyük dönüşüm projesinde “Yeni Devlet’in” müttefikleriyle birlikte kurguladığı kilit operasyonlardan biridir; bir “temizlik” yani kadro operasyonudur.

Operasyonun çekirdek-merkez dinamiğine hakim olan Devlet, o yüzden makro hedeflerine hizmet edecek şekilde kurunun yanında yaşları da yakmakta bir mahzur görmemektedir.

Ellerinde, işleri bittikten sonra kamuoyu tanrılarının önüne atılacak savcılar, bolca komiser ve medya bulunmakta nasılsa.

Toz bulutları dağıldığında, “Yeni Devlet’in müttefikleriyle ortak oyuncağı olan “Gladio-Ergenekon”kendini daha iyi perdelemiş, ayakbağlarından kurtulmuş ve kamuoyunda “Derin devlet/çeteler/ gladio artık pasifize edildi” şeklinde sahte bir güvenlik hissi yaratmış olarak yoluna devam edecektir.

2009-2012 arasında gerçekleşecek “esas darbe” ve beraberinde gelecek siyasi paradigma değişimi, kontrol dışı unsurlar temizlendiği için çok daha kontrollü gerçekleşecektir.

Bu yanıyla Ergenekon, bir bakıma “9 Mart’tan önce yapılan bir 12 Mart “operasyonudur.

İtalya’daki “Gladio”yu araştıran savcının P2 Mason locasından Başbakan’a, NATO’dan milletvekillerine kadar onlarca gerçek iktidar odağını hedef aldığını unutturanlar, Ergenekon savcısını “Ergenekon canavarına karşı tek başına savaşan savcı” olarak kamuoyuna pazarlamaktadır. Bu savcı Türkiye’de Ergenekon/Gladio’yu araştırırken neden hiç bir siyasiye, F tipi ve M tipi cemaatlere, NATO’ya, yabancı istihbarat servislerine dokunmadı sorusu ise asla sorulmayacaktır.

Bırakın NATO’yu; bu savcı neden Özden Örnek’e dokunmadı sorusunu bile soramamaktadır bu yazar kasalar…

Darbe yapmak suçtur da, darbeye yeltenmek sevap mıdır?

Yoksa Özden Örnek, Yeni Devlet’in yeni Mahir Kaynak’ı mıdır?

Aslında burada büyük resme bakıldığında nispeten küçük kalan bir mutabakat daha var.

Çalık Holding= Berat Albayrak= Burak Örnek= Tolga Örnek= Ferit Şahenk= vs.vs.

Gördüğünüz gibi, Sinan Aygün’ü her hafta ATO’da Cuma namazını Cemil Çiçek’le beraber kılmak kurtaramamıştır ama Özden Örnek ve oğullarının başbakan ve damatlarıyla aynı kıbleden sebeplenmesinin işe yaradığı görülmektedir.

İddianamelerin boylarının değil işlevlerinin önemli olduğunun anlaşıldığı ve iddianameler cüceleşirken aklın, vicdanın ve hukukun devleştiği bir ülkeyi görmek dileğiyle.

F tipi hücremden sevgi ve saygılarımla…

B.G

Kaynak: Behiç Gürcihan-Açık İstihbarat

18 Mart 2010 Perşembe

AKP-MHP Koalisyonunda Yeni Sinyal : Aytaç Durak


Açık İstihbarat Özel


Aytaç Durak'la ilgili yolsuzluk iddiaları son günlerde gündemin demirbaşlarından. Yolsuzluğun delikanlılıktan sayılmaya başlandığı; "Ali Dibo"ların bakan olabildiği, başbakanının kalpazanlıktan yargıda bekleyen dosyası bulunduğu bir ülkede; Aytaç Durak'ın yolsuzluk yapıp yapmadığı tartışması yaşananların en sıradan boyutu.


Dikkatimizi çeken; MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin bu iddialar karşısında sergilediği cevval tavır.


Adana'yı MHP'ye hediye ederken Bahçeli'nin işine gelen Aytaç Durak'ın çok fazla geçmeden gözden düştüğü anlaşılıyor. MHP'nin ve üst yönetiminin bu iddiaları ilk kez duyuyor olma ihtimali ise yok ama anlaşılan o günlerde bu iddialar üzerinden polemik yapmanın zamanı değilmiş.


Zaman şimdi.


Bahçeli'nin Aytaç Durak'la ilgili iddialar kamuoyuna yansır yansımaz; partisinin önemli bir belediye başkanı hakkında sergilediği cevval tavır gözlerden kaçmadı.


AKP'nin haklarında onlarca yolsuzluk iddiası bulunan isimleri ile ilgili bugüne kadar aynı hızla refleks göstermeyen Bahçeli; iddiaların ayyuka çıktığı gün, "istifa etsin" beyanında bulundu.


AKP'nin aday göstermediği ve Adana'nın AKP'den çıkmasını sağlayan Aytaç Durak'ın bu kadar çabuk gözden çıkarılmasının tek sebebi Bahçeli'nin yolsuzluğa karşı duyarlılığı olabilir mi?


İhtimal vermiyoruz.


Bu cevvalliği ; AKP ile MHP arasında, önümüzdeki seçimler düşünülerek kurulan ve güçlendirilen iletişim kanallarının taze bir ürünü olarak algılamak gerekiyor.


Aylar öncesinde kaleme aldığımız yazıda ; AKP-MHP arasında şimdiden koalisyon kardeşliğinin kurulmaya başlandığını duyurmuştuk. Yakın tarihimizde; toplum önünde yaşanan kavgaların arka plandaki kucaklaşmaları gizlemeye yönelik sis perdeleri olduğunu hatırlatmıştık.




Geçenlerde Habertürk'te yayınlanan bir programda Sabah gazetesi Ankara temsilcisi Okan Müderrisoğlu'nun Bülent Arınç'a servis ettiği soru-yorum mealen şuydu:


"Siz eskiden beri ülkücülerle arkadaşlığı olan birisiniz. 12 Eylül zamanında onların avukatlığını yaptınız"


Bu pası değerlendiren Bülent Arınç ülkücü tabana sıcak mesajlar yolladı.


Oy oranları %40'ların altına doğru gerileyen AKP'nin yanına B planı olarak bir partinin şimdiden konuşlandırılması gereği ortaya çıkmış durumda.


Tabanına ipi gösterip, sonra o ipi beline kuşak yapan MHP'nin; tabanına başörtüsünü gösterip sonra o başörtüsünü Batı sofralarında peçete yapan AKP'ye çok yakışacağını şimdiden müjdeleyebiliriz.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat

17 Mart 2010 Çarşamba

18 MART ŞEHİTLERİMİZİ ANARKEN / Ali İhsan GÜRCİHAN


Ali İhsan GÜRCİHAN


Bugün 18 Mart.
Çanakkale Zaferi’nin 95 nci yılı.
Bir başka deyişle yeniden dirilişin,kendine gelişin yıl dönümü.

2002 yılından bu yana 18 Mart,aynı zamanda ŞEHİTLER GÜNÜ.
Anlayan ve inanan için,Bu Ülke’nin değerleri uğruna canını verenlerin tümünü andığımız gün.

Kısacası ;
Toprağı’na,Bayrağı’na,Ulusal ve Milli Değerler ile İnançlarına sadakatle sahip çıkanların,Şehitlerimiz’in onurlu mücadelesi ve onların manevi varlıklarından güç almaya çalıştığı bir gündür.

Bu kutsal günü anarken,Şehitlerimiz’in uğruna can verdikleri değerleri ,özellikle günümüzde daha da iyi anlamaya
ihtiyacımız bulunmaktadır.

Çünkü Şehitlerimiz’in uğruna can verdiği o değerler ;
Sonsuza dek yaşatılması gereken vazgeçilmez değerlerdir.
Bedeli yüzyıllar içerisinde canla ve kanla ödenmiştir.
Günlük siyaset ve ideolojilerle değiştirilemez.
Borsa da alınıp satılamaz.
Küresel piyasada pazarlık konusu yapılamaz.
İç ve dış siyaset uğruna taviz verilemez.
Aydın ve siyasetçi geçinenlerin kişisel görüş ve çıkarlarına
göre de yorumlanamaz.

Peki ya bugün geldiğimiz noktada ;
Bir kısım basın,yalan,yanlış ve saptırılmış haberlerle halkın beynini yıkayabiliyor ve de Ülkenin gündemini belirleyebiliyorsa,
Devlet televizyonu bile,Türk Silahlı Kuvvetleri’ne zarar verecek şekilde canlı yayın yapabiliyorsa,
Üç gün sonra 21 Mart tarihinde Nevruz Bayramı,tüm değerlerimizi ayaklar altına alırcasına bölücü bir yaklaşımla ve de teröristleri onurlandırırcasına kutlanıyorsa,
Cumhuriyetle hesaplaşmaya söz verenler,sosyal,kültürel,ticari ve siyasi açıdan Ülkenin geleceğini etkileyecek şekilde güç odağı haline gelebiliyorsa,
Terörle mücadele sırasında Mehmetçiğin Şehit olmasına neden olan teröristler,tüm değerlerimiz çiğnenerek sınır kapılarında karşılanabiliyor ve gizli tanık olarak kullanılabiliyorsa,
Şehitlerimizi andığımız bu gün,Ülkemiz’in geleceği adına düşüneceğimiz çok ama çok şey var demektir.

Üzüntü ve endişelerimize rağmen son söz olarak ;
Bedeli ne olursa olsun, her karışında sonsuza dek bayrağımızı dalgalandıracağımız, özgür, egemen ve laik olarak yaşatacağımız bu ülkede,Çanakkale’de destan yaratanlar dahil olmak üzere Tüm Şehitlerimiz NUR içinde yatsın, Gazilerimiz ise ONUR’la yaşasın.
Ne mutlu;
DEĞERLERİNE SAHİP ÇIKARAK,
ŞEHİTLERİNE GERÇEKTEN LAYIK OLABİLENLERE.
18 Mart 2010


Kaynak: Ali İhsan GÜRCİHAN

AKP, Bir Ermeniden Üç Post Çıkarıyor


Açık İstihbarat Özel


Hrant Dink'in cansız bedeni ve kaçak olarak çalışmalarına göz yumulduğu için her an sınırdışı edilme korkusu ile yaşayan Ermeni işçilerin rehin bedenleri.


İşte bugün o kaçak Ermeni işçiler Tayyip Erdoğan'ın o meşhur öfkeli belagatının konusu oldu.


Politika yapmayı refleksle karıştıran Erdoğan; soykırım iddiaları ile ilgili son gelişmeler doğrultusunda Türkiye'deki Ermenileri geri göndermekle tehdit etti. Tayyip Erdoğan o ölçüsüz öfkesini konuşturmadan önce aşağıdaki soruları cevaplamalı:


Hrant Dink'in cenazesindeki kalabalık bir çok insanı şaşırtmıştı. Onbinlerce insanın İstanbul'u boydan boya kateden görüntüsü; "Hepimiz Ermeniyiz" sloganı ile birleşince görsel propaganda tarihine geçecek sahneler yaşanmıştı.


Dink suikasti vesilesi ile İstanbul'u bir Türk şehri olmaktan çıkarma hülyasında bir adım daha atıldı.


İşte bu cenaze töreninin geneline ve ayrıntısına iz vuran iki Ermeni unsur vardı.


Bir tanesi ; cenazeye resmi asker üniforması ile katılan Ermenistan'dan gelen generaldi.


Bu cenazenin medyanın size aktarmadığı ilginç ayrıntılarını




başlıklı yazımızda bulabilirsiniz.


Sonradan yaşanan gelişmeler doğrultusunda bu cenazedeki diğer önemli unsurun , bu cenaze törenine katılan onbinlerce kaçak Ermeni olduğu anlaşıldı. O cenazedeki kalabalıklık, onbinlerce kaçak Ermeni aracılığı ile sağlanmıştı.


O gün; kilometrelerce uzanan kalabalık aracılığı ile icra edilen psikolojik savaş iki tür beden üzerinden icra edildi:


Hrant Dink'in cansız bedeni ve kaçak olarak çalışmalarına göz yumulduğu için her an sınırdışı edilme korkusu ile yaşayan Ermeni işçilerin rehin bedenleri.


İşte bugün o kaçak Ermeni işçiler Tayyip Erdoğan'ın o meşhur öfkeli belagatının konusu oldu.


Politika yapmayı refleksle karıştıran Erdoğan; soykırım iddiaları ile ilgili son gelişmeler doğrultusunda Türkiye'deki Ermenileri geri göndermekle tehdit etti. Tayyip Erdoğan o ölçüsüz öfkesini konuşturmadan önce aşağıdaki soruları cevaplamalı:


Türkiye bir işsizlik kapanında kıvranırken; onbinlerce evladı iş ararken; AKP hangi gerekçe ile onbinlerce Ermeni'nin Türkiye'de kaçak olarak çalışmasına izin vermiştir?


Dink suikasti aracılığı ile başlatılan Ermeni açılımının gerekli psikolojik etkiyi yaratması için ihtiyaç duyulan kalabalıklar bu kaçak Ermeniler aracılığı ile sağlanmıştır?


Bu kaçak Ermenilere aynı zamanda Türkiye'deki AKP destekçisi burjuvazinin, işgücü bolluğu üzerinden garanti altına aldığı ucuz işgücü havuzunu taze tutmak adına mı göz yumulmaktadır?


Ülkeye onbinlerce kaçak işçi girerken haberdar edilmeyen Türk Milleti'nin birden durup dururken ülkedeki onbinlerce kaçak Ermeniden haberdar edilmesinin sebebi AKP'nin dış politikada kendi kazdığı kuyuya düşmesi ve yeni bir "rest çekme" görüntüsüne ihtiyaç duyulması mıdır?


AKP ; bu kaçak ermeniler konusunun daha önce basında yeralmasını engellemeye yönelik bir çaba içinde bulunmuş mudur?


Ne yazık ki;


Bu toprağın Ermenisi vurulmuş...


Komşu toprakların Ermenilerine cenazesi kaldırılmış...


Komşu toprakların Ermenileri tarafından işleri elinden alınan Türkler seyretmiş...


Atlantik ötesi Ermeniler atmış...


Tayyip Erdoğan da tutmuştur.


Yerseniz. Bir Ermeni'den ancak bu kadar post çıkarılabilinir.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat

Taraf'tan Yıldıray Oğur "Ergenekon"'dan Nasıl Çıkar ?


Açık İstihbarat Özel


Taraf gazetesi kıyametin alametleri sergilemeye devam ediyor. İlk alamet; 1980'lerin başında Tan gazetesinin manşetten "müjdelediği" sakallı ve konuşan bebeğin büyümüş halini anımsatan Rasim Ozan Kütahyalı idi.


İkinci alamet ise geçenlerde peydahlandı.
Taraf gazetesinin yazarlarından Yıldıray Oğur'un bir sözü düştü gazete köşelerine.


İstanbul'da düzenlenen bir panelde konuşan Oğur;


"Ergenekon öyle bir örgüt ki, ona üye olduğunu bilmeyenler var"


demiş.


Her yerde "Ergenekon" görmeye başlayan ve yapılan her ihbarın üzerine mal bulmuş mağribi gibi atlayan paranoyak zihniyetin son incisi ile karşı karşıyayız.


Bu paranoyak ve hastalıklı zihniyet akıldan uzaklaştıkça ettiği lafın, attığı manşetin gerçeklikle alakası ile daha az ilgilenirken; kafasındaki hezeyanların sahte gerçekliklerle uyuşturulması ile daha fazla ilgileniyor.


Her seferinde daha yüksek dozda uyuşturucuya ihtiyaç duyuyor. Daha çarpıcı belge, daha şok ihbar, daha inanılmaz gerçek...


Sonunda gelinen nokta; sıradan bir mühimmat nakliyatını "Bir kamyon şüphe" başlığı ile manşete taşımak veya yukarıdaki gibi bir cümle kurmak oluyor.


Oğur'un öncelikle bir hukuk kavramına ihtiyacı var.


Türk Ceza Kanunu'nun 21. maddesinde altı çizilen bir kavram var.


Diyor ki TCK 21'in 1. fıkrası :


"Suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir."


Keza; yine kanunlarımızda örgüt üyeliği, bilerek ve isteyerek bir hiyerarşiye dahil olmayı gerektiriyor.

Oğur'un hem savcı, hem hakim , hem de gazeteci olduğu bir paralel evrende ise bunlara ihtiyaç duyulmuyor.


Taraf'ın gerçeklerden kopuk paralel evreninde ise bir örgüte bilmeden üye olmak bile mümkün oluyor.


Oğur'un kulağı ağzından çıkan lafa o kadar sağır ; beyni o kadar uyuşturulmuş ki, bu lafın nereye varacağının farkında bile değil.


Bu mantıkla insanları örgüt üyesi olmakla suçlamaya başladığımız noktada; Oğur'un da bilmeden "Ergenekon" üyesi olma ihtimali doğuyor.

Kim bilir; belki Taraf'ın bütün kadrosu bilmeden "Ergenekon" üyesi de haberimiz yok.


Hezeyanların ve akılsızlığın hüküm sürdüğü bu paralel evrende yaşayanların , toplumu McCarthy'nin veya Stalin'in cadı avı dönemine taşıması içten bile değil. En azından o dönemlerde abartıda olsa bir emare aranıyordu. Oğur'un paralel evreninde suçlu olmak için emareye bile ihtiyaç yok.


Kendi mantığı ile kendini sorguladığı takdirde "Ergenekon" üyesi olma ihtimali bulunan Oğur'un "Ergenekon"'dan çıkışı yine Türk Ceza Kanunu'nda gizli.


İlgili madde 32. Başlığı "Akıl Hastalığı".


Diyor ki bu madde :


"Akıl hastalığı nedeniyle işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. Ancak bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur".


Farkında bile olmadan bir örgüte üye olabileceğinizi düşündüğünüz noktada, TCK'nın bu maddesi imdadınıza yetişecektir.


Her yerde "Ergenekon"'a ait mühimmat yüklü kamyon görmeye başladığınız zaman ise hukuk bile sizi kurtaramayabilir.


Açık İstihbarat

Kaynak: Açık İstihbarat Özel


16 Mart 2010 Salı

İknâ olamadım Sayın Paşam, sorularım var…Fatma Sibel YÜKSEK


Başbakan olsun, Genelkurmay Başkanı olsun, Cumhurbaşkanı olsun; bu seviyedeki insanlar karşılarına hangi gazeteciyi oturtacaklarını çok iyi bildiklerinden bu türden röportajlar istisnasız “herhangi bir tatsız duruma mahal verilmeksizin” atlatılıyor. Onlar “gazetecilerini” nasıl iyi tanıyorlarsa, “gazetecileri” de onlara hangi sorunun sorulup hangi sorunun sorulamayacağını iyi biliyorlar.

“İlker Başbuğ ve kurmayları” derken, “kurmayları” kelimesini şunun için tırnak içine aldım:

Biliyorsunuz General Başbuğ, şimdiye kadar bu tip önemli konularda basın toplantısı yapmayı tercih etti. Basın toplantısının formatı da şöyleydi: Önde Genelkurmay Başkanı, yanında kuvvet komutanları, biraz arkada da ordu komutanları ve tümgeneraller…

Askeri konsey gibi!

Başbuğ, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu’na verdiği röportajla birlikte bu formatı değiştirmeye başladı. Artık “seçilmiş” gazetecilere özel demeç veriyor ve yanında “askeri konsey” değil; sadece Genelkurmay İkinci Başkanı Arslan Güner ile Genelkurmay Adli Müşaviri Hıfzı Çubuklu bulunuyor. Habertürk’ten Fatih Altaylı ve son olarak da Fikret Bila’nın karşısına bu yeni formatla oturdular.

Şu mesajı veriyorlar:

“İddiaların hepsiyle TSK’nın bütünü muhatap değildir.”

Nitekim, röportajın akışında General Başbuğ’un özenle bir takım ayrımlar yapmaya başladığını görüyoruz. Örneğin, “Askeri savcılık ayrı, karargâh ayrıdır; ikisini birbirine karıştırmayın” vurgusunu yapıyor sürekli. İyi de Sayın Paşam, askeri savcılık tarafından başlatılan soruşturmalar neden şimdiye kadar Genelkurmay’ın internet sitesinden duyuruldu? Soruşturmalar hakkında askeri savcılıkça yapılması gereken açıklamalar neden sizin tarafınızdan yapıldı?

Aynı şekilde, askeri savcılıkça yürütülmesi gereken soruşturmalara neden “sivil savcılar” el attı? Başbakan neden “Ben bu davanın savcısıyım” dedi? Bu şekilde tutuklanan askerlerin sayısı 100’ü buldu ve siz bu duruma hiç de itiraz etmediğiniz gibi muvazzaf askerlerin lojmanları aranırken, yanlarına bir de askeri savcı görevlendirdiniz?

Neden o zaman “suçlama yaptığınız konu, askeri bir mahalde işlenmiş suçu kapsamaktadır; dolayısıyla yetki askeri savcılıktadır; şuradan şuraya adım atamazsınız” demediniz de yaşını başını almış ordu komutanlarının 25 yaşındaki terörle mücadele polisleri tarafından kollarına girilerek götürülmelerini “hukukun gereği” diye açıkladınız?

Şimdi Fikret Bila hangi konuyu sorsa, “O askeri savcılığın yetkisinde, biz karışmayız” veya “O dediğiniz sivil savcılığın yetkisinde, biz bilmeyiz” diye kestirip atıyorsunuz?

Diyeceğim, Ba'de Harab'ül Basra, yani Basra harap olduktan sonra bu ayrımı yapmanın acaba geleceğe dönük olarak ne faydasını görmeyi ummaktasınız?

Saygıdeğer Paşam, Basra’nın harap olması şudur:

Genelkurmay, kendi teğmenini, albayını, generalini canı sıkıldıkça kumpas düzenleyenlere sorgusuz sualsiz teslim eden bir karargah durumuna düşürülmüştür. Ölümünden sonra suçsuzluğu ortaya çıkmış olan Yarbay Ali Tatar’ın canına kıymadan önce “Hukuka saygı adı altında bu linçe göz yumuluyor” diye yazdığı mektubun mahşerde bile yakaları bırakmayacağını siz de çok iyi biliyorsunuz.

Bundan daha kötüsü, Genelkurmay Başkanı “Bazı elit askerleri kurtarmak için Çankaya salonlarında pazarlık yapan, kelle alıp kelle veren” bir konuma düşürülmüştür. Ve hiç kusura bakmayın, siz bunun böyle olmadığı konusunda hiç de iknâ edici şeyler söyleyemiyorsunuz…

Aksine, “askeri yargı-sivil yargı-karargâh” arasında üstüne basa basa ayrım yaparak, iddiaları doğrulamış gibi oluyorsunuz…

Yani, Çankaya’da bir pazarlık yapıldığı iddialarını…

Öyle ya, durup dururken neden birden bire “askeri savcılık ile karagâhın ayrı şeyler olduğunu” kavrayıverdiniz?

Kusura bakmayın, ben bu durumda Çankaya’da “Bundan sonra askerlerin gelişigüzel tutuklanmaları meselesine bir düzen getirilecek; askeri konuları askeri savcılık, sivil konuları sivil savcılık ele alacak; hükümet ile Genelkurmay bu işlerden uzak duracak” şeklinde bir anlaşmaya varıldığını düşünürüm.

Siz de Fikret Bila’ya yaptığınız o açıklamalarla basında ancak Pakize Suda’yı, İclal Aydın’ı, Hülya Avşar’ı ikna etmiş olursunuz…

Örneğin, ne bendenizi, ne de Şamil Tayyar’ı iknâ edemezsiniz…

Yanlış anlaşılmasın, askeri savcılık ile Genelkurmay’ın, sivil savcılıklarla Adalet Bakanlığı’nın (dolayısıyla hükümetin) birbirinden uzak durması ilkesel anlamda kesinlikle doğru bir durumdur.

Sorduğumuz şu:

Neden ocaklar söndükten, onurlar lekelendikten, canlara kıyıldıktan, TSK’nın Türk Milleti nezdindeki saygınlığına bu kadar gölge düşürüldükten sonra?

Ve neden kapalı kapılar arkasında alınan kararlarla?

Son bir soru daha:

Siz bu mutabakata uyulacağını gerçekten düşünüyor musunuz?

Yani, yarın sabah uyandığınızda muvazzaf kuvvet komutanlarının gözaltına alındığını duymayacağınızdan emin misiniz?

HSBC'deki Hırsızlık Erdoğan'a Uzanır mı?


Açık İstihbarat Özel


"Bir Milli Güvenlik Sorusu : Erdoğan'ın Servetini Kim Yönetiyor" başlıklı haberimizde, İsviçre'den çalınan özel hesap bilgilerinin Almanya ve Fransa istihbarat servislerinin elinde dolaştığını ve bu özel hesap bilgilerinin Türkiye üzerinde bir şantaj unsuru olarak kullanılabileceğine dikkat çekmiştik.


Fransa Devlet Başkanı Sarkozy'nin; Erdoğan'a yaptığı , "Çok zenginleştiniz mösyö" şeklindeki imalı çıkışının da bu arka plan çerçevesinde okunması gerektiğini belirtmiştik.


Haberde İsviçre'den çalınan özel hesap bilgilerinin olası kaynaklarından biri de HSBC olarak belirtilmişti.


HSBC'den geçenlerde yapılan bir açıklama , bu bankanın özel bankacılık biriminde gerçekleşen veri hırsızlığının boyutunun tahmin edilenden de büyük olduğunu ortaya çıkardı.


HSBC daha önce yaptığı açıklamalarda bilgileri çalınan hesap sayısının 10'dan az olduğunu açıklamıştı. Geçen Perşembe günü yapılan açıklamada ise HSBC'nin İsviçre'deki özel bankacılık biriminden bilgileri çalınan hesap sayısının 15.000 olduğu belirtildi.


Çalınan hesap verilerinin 2006 Ekiminden önce açılan hesaplar olduğu belirtiliyor. Hesap bilgilerinin bir çalışan aracılığı ile bankadan çıkarıldığı ve daha sonra Fransız yetkililerin eline geçtiği belirtiliyor.


HSBC ; bir daha bu tarz bir veri hırsızlığı vakasının yaşanmaması için güvenlik sistemlerine 100 milyon İsviçre frangı (93.5 milyon dolar) yatırım yaptığını eklemeyi de unutmadı.

Amerikan Yahudi Kongresi'nden ödülünü, New York'taki HSBC binasında düzenlenen törenle alan Tayyip Erdoğan'ı bu bilgiler ne kadar ilgilendirir bilemiyoruz.


HSBC bombalamalarının Balyoz planı ile ilişkilendirildiği şu günlerde ; özel hesap bilgileri ve ülkenin başbakanının dillere destan servetinin kimler tarafından yönetildiği hepimizi ilgilendiren bir sorun olmaya devam ediyor.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat

15 Mart 2010 Pazartesi

Ve Başbuğ konuştu… Fatma Sibel YÜKSEK


Ancak yine de röportajın dün yapılan bölümünü okuduğumuzda, kamuoyunun kafasındaki soru işaretlerinin bütünüyle giderilebildiğini söyleyemeyiz. Bu şüpheler Başbuğ’un karşısına çıkamaya devam edecek gibi görünüyor.

Özellikle 25 Şubat’ta Çankaya Köşkü’nde yapılan “üçlü zirvenin” ardından kafalarda beliren soru işaretlerini ve Başbuğ’un bunlara ne kadar cevap verdiğini, Fikret Bila’ya söylediklerinin satır aralarını okuyarak anlamaya çalışalım:

(Sorular, Fikret Bila’nın değil bizim sorularımızdır)

- Çankaya zirvesi, bir “gizli mutabakatla” sonuçlandı mı? Bu mutabakata göre Ergenekon operasyonlarında adı geçen askerlerle ilgili soruşturma ve tahkikatları Genelkurmay mı yapacak? Dursun Çiçek olayı bu mutabakatın ilk uygulaması mıydı?

Başbuğ: Böyle bir şey olur mu? (pazarlık ve mutabakat iddialarını kastediyor) Bu nedenlerle 25 Şubat perşembe günü yapılan toplantıya değişik anlamlar yüklenilmesi kesinlikle doğru değildir. Benim Genelkurmay Başkanı olarak yaptığım her şey açıktır. Bu toplantı ile ilgili tabii ki tüm konuşulanı, tüm detayıyla anlatmamız zaten devlet adamlığıyla uyuşmaz.

Bir; bu toplantıda Sayın Cumhurbaşkanına ve Sayın Başbakan’a, 1. Ordu plan seminerine, yani oynanan plan seminerine ilişkin olarak elimizde TSK’da mevcut olan, bilinen, bulunan bilgileri sunduk. İkinci olarak da bu olayın TSK üzerinde oluşturduğu olumsuz duruma ilişkin değerlendirmelerimi sundum. Bakın bu toplantıda 1. Ordu plan semineri dışında başka konulara ilişkin bir şey konuşulmamıştır.

-Peki, zirvenin de devam ettiği saatler boyunca normalde Emniyet’te tutulmaması gereken eski kuvvet komutanları neden bekletildi ve savcının karşısına neden zirvenin sona ermesine yakın bir saatte çıkarıldılar? Daha da önemlisi, neden zirvenin hemen ardından serbest bırakıldılar? (Tabii bu soru Başbuğ’a sorulmuş değil ama dolaylı da olsa bu iddiaya verdiği bir yanıt var)

Başbuğ: 1. Ordu plan semineri kapsamındaki gelişmelerle özellikle iddia edilen belge konusuna ilişkin gelişmelerin arka arkaya gelmesi zamanlama olarak tamamen tesadüftür. Yani bu, iki olay arasında özellikle ikili ilişki kurulması doğru değildir. 1. Ordu plan semineri kapsamındaki gelişmeler ne zaman oldu? 22 Şubat 2010 Pazartesi günü. Olay ciddidir ve bugüne kadar belki yaşanan olayların Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki etkisi açısından en önemlilerinden birisidir. Ve en ciddilerinden birisidir.

Şimdi aynı gün öğleden sonra, Başbakan Vekili Sayın Çiçek ile bir görüşme yapılmıştır. Ertesi gün de, yani 23 Şubat günü de TSK’da görevli orgeneraller ve oramirallerin katılımıyla Genelkurmay Karargahı’nda bir durum değerlendirmesi yapılmıştır. Tabii ki olay ciddidir. Niçin? Bir; Türk Silahlı Kuvvetleri’ne uzun süre üstün, değerli hizmet vermiş arkadaşlarımız, komutanlarımız var.”

Başbuğ’a toplantıda tutanak tutulup tutulmadığı da sorulmamış. Gördüğünüz gibi Genelkurmay Başkanı, Balyoz operasyonundan sonra üst üste yapılan toplantıların “tamamen tesadüf” olduğunu ve Çankaya Zirvesi’nde bu konunun “kesinlikle konuşulmadığını” söylüyor…

Ve tabii, eski kuvvet komutanlarının, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı’nın “İlk gözaltına aldığımız günden beri kaçma olasılıklarının bulunmadığını gördüğümüz için serbest bıraktık” şeklindeki tuhaf açıklaması eşliğinde serbest bırakılmaları konusundaki soru işaretleri giderilebilmiş olmuyor.

Umarız Başbuğ, “her şeyin tesadüf olduğu” fikrine inanmamızı beklemiyordur…

General Başbuğ, zirvede bir mutabakat sağlandığı iddialarını reddediyor ama örneğin “Bundan sonra Ergenekon operasyonlarında adı geçen askerlerle ilgili soruşturma ve tahkikatları Genelkurmay mı yapacak” iddiasını doğrulayacak nitelikteki şu sözleri söylüyor:

“Adli soruşturma açtığınız zaman artık soruşturma açtıktan sonra bütün yetki, sorumluluk askeri savcıya aittir. Artık bundan sonra kimsenin soruşturma safhasında askeri savcıya herhangi bir şekilde müdahale etmesi mümkün değil, kanunen de suç. Doğru mu söylüyorum? (Adli Müşavir Çubuklu’ya soruyor)... Evet. Ön inceleme ise komutanın görevlendirdiği karargah personeli tarafından yapılır. Burada çok ince bir fark var. O halde bu olay 12 Haziran 2009 saat 10.50’den beri (Dursun Çiçek’in imzasını taşıdığı iddia edilen planı kastediyor) bugün, şu an dahil, askeri savcının konusudur. Bunu herkesin iyi anlaması lazım.”

Başbuğ’un açıklamaları Milliyet gazetesinde bugün de devam edilecek, biz de izlemeye devam edelim…

Eşcinsel Açılımında Beklenen Hamle


Açık İstihbarat Özel


Bu kimlik fetişizminin en utangaç adımı "Eşcinsel Açılımı".

Bir bakanın gayr-i bilimsel lafazanlığı ile gündeme gelen bu açılım aslında en çok AKP'ye yakışıyor.
Müslüman bir vücudla batının vaftiz teknesine gözü kapalı dalan AKP; kendi vücudları ile başka bir cinsellik yaşamaya çalışanların açılımını yapmak için ideal aday.

Akdamar'da kilise açan; Habur'da teröristi düğün dernek karşılatan AKP açısından bu açılımın en sembolik hamlesi ne olabilir?

Açık İstihbarat


Toplumları kimlik tabanlı cemaatlere indirgeyen kimlik fetişizmi; küresel demokrasi bezirganlarının son icadı. İstenen düşünce değil kimlik çeşitliliği ve bunun yarattığı sis perdesi arkasında sistemin ülkeleri ve toplumları kontrol etmesini kolaylaşıyor.


Gay ol ; yeter ki Tekel işçilerinden yana olma...


Kürt ol; yeter ki, ABD'nin senin topraklarından kalkıp çoluk çocuğun kanına girmesine karşı çıkma...


Alevi ol; yeter ki "Ergenekoncu" olma...


Roman ol; yeter ki, İstanbul'daki rant dağıtımı çerçevesinde mekanlarının yerle bir edilmesine muhalefet etme...


Türk ol ; yeter ki AB yolundan sapma...


Bu kimlik fetişizmi toplumların başına yerleştirilen "kanaat önderleri" ve siyasi önderleri aracılığı ile bireyin kendisini ifade etme çemberini kimliği ile sınırlıyor ve kimlik politikasından gayr-i bir sözü olanları kimlikler üstü olan imparator "devletin" gazabını üzerine çekme tehdidi ile sürünün içinde kalmaya mahkum ediliyor.


Mahalleler yokoldukça; baskı kimlik tabanlı cemaatler bünyesine taşınıyor.


Hrant Dink'in katli sonrasında; Hrant Dink'ten boşaltılan yere oturan Mahçupyan'ın Ermeniler adına; "Ermeniler AKP'yi destekliyor" demeçleri bu kimlik toptancılığının ve bezirganlığının en somut örneklerinden. Dink'in kendi cemaatine karşı birey olarak duruşunda aramak lazım biraz da o kurşunun adresini.


AKP'yi desteklemeyen Ermeniler ne düşünüyor sorusu; kimlik bazında inşa edilmeye çalışılan hadım demokrasinin sis bulutu arkasında kayboluyor.


Düşüncesini ifade edebilme özgürlüğü hadımlaştırılırken; kimliğini ifade edebilme özgürlüğü hormonlanıyor.


Bu kimlik fetişizminin en utangaç adımı "Eşcinsel Açılımı".


Bir bakanın gayr-i bilimsel lafazanlığı ile gündeme gelen bu açılım aslında en çok AKP'ye yakışıyor.

Müslüman bir vücudla batının vaftiz teknesine gözü kapalı dalan AKP; kendi vücudları ile başka bir cinsellik yaşamaya çalışanların açılımını yapmak için ideal aday.


Akdamar'da kilise açan; Habur'da teröristi düğün dernek karşılatan AKP açısından bu açılımın en sembolik hamlesi ne olabilir?


Türkiye'yi tanımlarken CIA almanağı söylemi ile konuşan (aynen aktarıyoruz : "Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı, Ermenisi, aklınıza ne gelirse") ve aklına ne gelirse açarak batının vaftiz teknesinden günahlarından arınmış olarak çıkacağını zanneden Erdoğan'a bu yolda yakışacak en şık hamle Cemil İpekçi'nin nikahını kıymak ve Ferhan Özpetek'le birlikte babasının mezarının başında dua etmek olacaktır.


Öcalan'ı Bahçeli'nin şahitliğinde ağırlatan "Batı" ; eşcinselleri de Erdoğan'ın şahitliğinde nikahlatacaktır elbet.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat

Başbuğ'un Görsel Diplomasisi Özkök'ü İşaret Ediyor


Açık İstihbarat Özel


Fikret Bila'nın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile gerçekleştirdiği röportaj; Başbuğ'un kayganlaşan zeminde nasıl denge kurmaya çalıştığının ipuçları ile dolu.


Bu dengeleri kurmaya çalışırken savrulan vücud söylemi de etkiliyor ve Genelkurmay Başkanlığı'ndan bu yana bir çok çelişkili demece imza atan Başbuğ, Fikret Bila'ya verdiği röportajda da Çankaya toplantısı sonrasındaki dengeleri kurarken ciddi çelişkilere düşüyor.


Başbuğ'un söylemi ne kadar çelişkili ise, "Poyrazköy lav silahları" ile ilgili açıklamasından sonra uyguladığı görsel diplomasi o kadar tutarlı. Önce söylemindeki çelişkiye dikkat çekelim; sonra uyguladığı görsel diplomasinin ayrıntısını masaya yatıralım.


Başbuğ; konjonktürü çok iyi koklayan ve ona göre pozisyon alabilen bir isim.


Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı, kendisi Genelkurmay 2. Başkanı iken yaptığı bir konuşmada, AB ile ilgili bakın neler demişti :


"Ulusların egemenlik haklarının belirli bir alanını, kendi arzusu ve kendi iradesiyle, o kuruluşun karar mekanizmalarında yer alması kaydıyla ve o kuruluştan kendi arzusuyla çekilebilmesi mümkün olduğu sürece, uluslararası bir kuruluşa devretmesi acaba tam bağımsızlığı zedeler mi? Sanırım bu soruyu tartışmalı ve bir uzlaşıya varmalıyız."


AB'ci Hilmi Özkök döneminde sergilenen bu söylemler daha sonra tekrarlanmadı. AB'ye uzak, ABD'ye ise askerinin başına çuval geçiren ülkenin büyükelçilik açılışına askeri bando yollayacak kadar yakın olan Yaşar Büyükanıt döneminde Başbuğ'dan bu tarz "bağımsızlık" kavramını tartışmaya açan sözler duyulmadı.


Başbuğ'un konjonktüre göre söyleminde sergilediği değişiklikler, Fikret Bila'ya verdiği röportajda sürekli vurguladığı;


"ben ne söylediysem arkasında dururum"


ifadesini daha bir anlamlı kılıyor. Bu iddialı cümle gerçek bir gazetecinin elinde Başbuğ'u hayli zor durumda bırakabilirdi ama neyseki karşısında Fikret Bila oturuyordu.


"Demirel'in Yavuz Donat'ı varsa; Genelkurmay'ın Fikret Bila'sı var" şeklinde özetleyebileceğimiz tablo içerisinde gerçekleştirilen bu röportajda, Başbuğ daha önce hiç dile getirmediği bir farkı sürekli vurguluyor.


Başbuğ Bila'dan sürekli; "Genelkurmay karargahı" ile "askeri savcılığı" ayrı tutmasını ve birbirine karıştırmamasını rica ediyor.


Teoride doğru ama pratikte bir anlam ifade etmeyen bu ayrım Başbuğ'un Çankaya'daki zirve sonrasında sahaya sürdüğü yeni bir koz.


Çiçek'e ait olduğu iddia edilen belge ile ilgili sergilediği çelişkili tutumu askeri savcılığın hareket kulvarı ile karargahın hareket kulvarını tamamen ayırarak ve Genelkurmay karargahını askeri savcılığın duyurularını yapan basit bir sekreteryaya dönüştürerek çözmeye çalışıyor.

"Burada karargah ifadesi doğru değil, lütfen bu işe karargâhı karıştırmayın. Basın toplantısını 26 Haziran’da yaptım. İki gün sonra.Şimdi şöyle deniyor; “Genelkurmay Başkanı erken davrandı, çabuk açıklama yaptı.” Ben hiç bir açıklama yapmadım ki. Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın basın açıklamasından sonra önemli bir konu olduğu için basın toplantısı ile bu konuların değerlendirmesini yaptım. Burada 12 Haziran’dan 24 Haziran’a kadar geçen 12 günlük süreye kimse tahammül edemiyor. "


"Şimdi bunu geri aldıktan sonra yine askeri savcılık 1 Mart 2010 tarihinde askeri mahkemeden tutuklama talebinde bulunmuştur. O ilk rapora göre 1 Mart 2010 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nca, askeri savcılık tarafından yürütülen faaliyetlere ilişkin kamuouyunu bilgilendirmeye yönelik bir açıklama yapılmıştır. "


Aynı gün Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan açıklama, savcılık tarafından yürütülen faaliyetler için kamuouyunu bilgilendirilmesidir. O açıklama Genelkurmay Başkanlığı’nın bir değerlendirmesi değildir. Bazıları bunu karıştırıyor. “Genelkurmay bu hükme varmıştır” diyor. Hayır. Genelkurmay Başkanlığı karargahı olarak biz bu olayın dışındayız. "


şeklinde konuşan bir Genelkurmay Başkanı daha bir kaç paragraf geçmeden;


Ben kanaat sundum diyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı da artık olumlu bakmalı, değil mi?


ifadesi ile karargahtan özenle ayrı tuttuğu savcılığın incelediği raporla ilgili bir tasarrufu hakkında net bir görüş bildiriyor.


Başbuğ'un cevaplaması gereken daha önemli bir soru var.


Eğer askeri savcılık ve karargah bu kadar ayrı kulvarlarda hareket eden yapılar ise; karargah neden savcılığın aldığı kararlar konusunda bilgilendirme toplantıları yapıyorda, bizzat savcılığın bu konuda yaptığı bilgilendirme ile yetinmiyor veya savcılık bu konuda bizzat kendisi bir bilgilendirme toplantısı yapmıyor?


Bu sorular zorlama sorular. En az İlker Başbuğ'un yapmaya çalıştığı ayrım kadar zorlama.


Başbuğ'un Bila üzerinden defalarca vurguladığı bu "karargah" , "askeri savcılık" ayrımını daha derinlemesine okumak için sözlerine değil, Başbuğ'un görsel diplomasisine bakmak lazım.


Başbuğ; bir süredir kamuoyu önüne yanında iki isimle birlikte çıkıyor.


Biri; Genelkurmay İkinci Başkanı Arslan Güner.


İkincisi ise ; Genelkurmay Adli Müşaviri Hıfzı Çubuklu.


Bu iki isim; Genelkurmay karargahının Hilmi Özkök'ten bu yana müdavim isimleri.


Arslan Güner; Turgut Özal'ın yaverliğini yaptığı günlerde keşfedilen ve bu günlere kadar değeri bilinen bir bürokrat. Genelkurmay bünyesinde istihbarat dahil üstlendiği görevler incelendiğinde; karargah denildiğinde ilk akla gelen isimlerden.


Bu geçmişi, son zamanlarda Genelkurmay Başkanlarında aranan özellikler ile uyumlu tarzı ile yanyana getirildiğinde; Aslan Güner'in karargahta daha uzun yıllar kalacağını söylemek yanlış olmaz.


Adli Müşavir Hıfzı Çubuklu ise yıllardır aynı görevde çok değerli hizmetler veren bir diğer bürokrat. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onurunu korumak adına bu güne kadar onlarca dava açması ile tanınıyor. Hukuksal mücadele verirken dava açacağı kişileri özenle seçmesi ve bu yönde gözettiği çok hassas dengeler bu ismin de gelecek açısından değerini arttırıyor.


Başbuğ'un kamuoyunun önüne sürekli bu iki isimle beraber çıkmaya başlamasının arkasındaki gerekçe ise bu iki ismin vaad ettikleri gelecek değil; temsil ettikleri geçmiş.


Eğer Genelkurmay içinde darbe planlayan bir cunta(lar) var ise; Hilmi Özkök döneminden bu yana karargah bünyesinde en hassas görevlerde bulunan bu iki ismin bu cuntalaşmadan haberdar olmaması eşyanın doğasına aykırı.


Çetin Doğan ile zamanında Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ arasındaki komuta/sorumluluk zinciri "Erdoğan" soyadlı (tarihin cilvesi!) binbaşının bilirkişi raporu ile kesilmesinden ardından, Başbuğ bu iki isimle birlikte verdiği görüntü ile çok ince bir görsel diplomasi uyguluyor.


Başbuğ; Hilmi Özkök döneminden bu yana en hassas görevlerde bulunan bu iki isim üzerinden, yaşanan süreçle ilgili sorumluluk zincirinin gölgesinin Hilmi Özkök üzerine vurmasını sağlıyor.


Dursun Çiçek'in kızının yaptığı açıklamada özellikle vurgulama gereği hissettiği konuyu hatırlayın :


“Ancak bu asker düşmanlığına ilâve olarak özellikle bu birimin liderlerinin, denizcilere tarihi bir kini olmalı. Müvekkilim de Bilgi Destek Dairesinde görev yapan tek Deniz Kuvvetleri mensubu şube müdürü olduğu için bu kin ve nefretin bir gereği olarak, sahte planın altına onun isminin bilinçli olarak yazıldığı ve onun imzası taklit edilerek, öncelikle denizcilerden intikam alma hedefine hizmet etmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.”


TSK içindeki klik savaşlarına hakim olmadan asla sağlıklı bir şekilde yorumlanamayacak bir dönemden geçiyoruz.


Röportajdaki bir diğer önemli ayrıntı ile sonlandıralım :


"İddia edilen belge, 12 Haziran 2009 tarihinde bir gazetede yayımlandı. Aynı gün saat 10.50’de Genelkurmay Askeri Savcılığı’nda soruşturma başlatıldı. "


Sizce; Taraf'ı yalan yanlış yazmakla bir çok kere suçlamış bir kurumun hukuk mekanizmasının bu gazetede çıkan bir haberden 1-2 saat sonra hemen işletilmeye başlaması dikkat çekici değil mi?


İnsanın aklına çılgın olasılıklar geliyor.


İlker Başbuğ'da bu çılgın olasılıkların gerçek olabileceğini gördükçe ve devraldığı sahnenin perde arkasındaki ayrıntılara daha fazla hakim oldukça ; sahnedeki yalnızlığını sahnenin çok eski müdavimleri ile gidermeye çalışıyor.


Her yiğidin et yiyişi farklı. Anlaşılan bazıları ete daha kasaptayken soğan doğrayarak mutfaktakilere bir mesaj vermeye çalışıyor.


Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat

13 Mart 2010 Cumartesi

Komutanı kucaklayan Başbakan fotoğrafı…Fatma Sibel YÜKSEK


Gözlerimiz yaşardı, ağlamaklı olduk… “Acaba TSK üzerinde yürütülen bu kirli operasyon son mu buluyor” diye umutlara kapıldık.


Başbakan Tayyip Erdoğan, Elazığ’ın Okçular köyündeki taziye çadırını ziyaret ederken, 8. Kolordu Komutanı Korgeneral Mustafa Korkut Özaslan’ı, “Yaptığınız yardım ve kurtarma hizmetlerinden dolayı size teşekkür ediyorum” diyerek sarılıp öptü. Bu fotoğraf, içinden geçtiğimiz şartlarda olağanüstü sembolik değerler taşıyan bir görsel malzeme olarak arşivlere girdi.

Mesele sadece içinde hükümetin de bulunduğu cephenin TSK’ya yönelik sistematik saldırılarının yarattığı kavga ortamı değil. Başbakan’ın sarılıp öptüğü Korgeneral Özaslan’ın adı, “Balyoz Planı”nın altına imza attıkları öne sürülen 24 general arasında geçiyor.

Medyanın pek hoşuna gittiği anlaşılan bu fotoğraf hakkında “Özlenen tablo” falan diye basmakalıp yorumlar yapmayacağız. Samimi olması ve sonuç vermesi şartıyla “özlenen tablo” olduğu doğrudur ama bizim sorularımız başka.

Sözü hiç dolandırmadan, direkt sorulara geçiyorum:

1- Kurumlar arası çatışma yaşandığı görüşünü şimdiye kadar şiddetle reddetmiş olan Başbakan, son kamyon olayıyla birlikte asker-polis çatışmasının alevlenmesi üzerine “çatışma yok, dayanışma var” görüntüsü vermek için mi böyle bir fotoğrafa ihtiyaç duymuştur?

2- Başbakan, bütün bu yaşananların neresinde durmaktadır? Tokat’ta askerlerimizin şehit edilmesi olayında, “Bu işin arkasında başkaları olabilir” diyerek TSK’yı işaret eden, eylemi daha sonra PKK’nın üstlenmesi üzerine hiç hicap duymadan yollarına devam eden iki AKP yetkilisinden birisi genel başkan yardımcısı, diğeri Başbakan yardımcısıdır. Başbakan’ın da zaman zaman konuşmalarında olayların yargıda olduğuna bakmaksızın, “Millete tuzak kuranlar” şeklinde konuşmalar yaptığına tanık olmaktayız. Bu soruyu daha önce sormuştuk ama yine soralım: Acaba Başbakan, TSK’nın içinde suç örgütler barındıran ve işi gücü hükümete darbe planlamak olan, yoldan çıkmış bir kurum olduğuna mı inanıyor; yoksa artık “Pes!” dedirtici noktaya gelmiş olan kasıtlı yayınların çığırından çıktığına mı içten içe inanıyor?

3- Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un kendisine defalarca “TSK’ya karşı medya üzerinden yürütülen kirli savaşa son verilmesi için etkinizi kullanın” şeklinde başvuruda bulunmasına ve bu konuda deliller sunmasına karşın, Erdoğan neden kendi parti yetkililerinin olsun daha dikkatli ve özenli konuşmalar yapmasını sağlayamamaktadır? Tamam, TSK üzerinde yürütülen büyük psikolojik savaşın bütününe AKP Hükümeti’nin hakim olmadığını hepimiz biliyoruz; örneğin Taraf gazetesini Başbakan’ın etki gücünü aşan başka odakların yönettiğini görmek için orta zeka seviyesine sahip olmak yeterli. İyi ama Başbakan, bu pervasız yayınlar konusunda Star gazetesinden Aziz Üstel’e olsun neden “ayar verememektedir”? Kendisi, daha geçen gün medya patronlarına “Maaşlarını veriyorsunuz, kontrol altında da alın” dememiş miydi? Maaşını hükümetten alan bir takım tipler nasıl bu kadar sorumsuzca habercilik yapabiliyorlar?

4- Geçelim Star gazetesini, devletin yayın kuruluşu TRT’nin adeta Roj Tv gibi “operasyon haberciliği” yapmasını Başbakan nasıl karşılamaktadır? Yoksa parti içi bir takım “dengeler” gereğince Bülent Arınç’ın uhdesinde bulunan TRT’ye müdahale etme yetkisi yok mudur? Daha açık soracak olursak, devletin kurumları iktidar partisini oluşturan ittifaklar arasında paylaşılmış mıdır? Herkes kendisine “özerk” alanlar mı oluşturmuştur?

5- Başbakan bu “kucaklaşma” fotoğrafıyla bizlere, “TSK’nın bu derece yıpratılması aslında benim de içime sinmiyor ama elimden gelen bu” mesajı mı vermektedir; yoksa aynı yerde, “Yardımlarından dolayı Deniz Feneri Derneği’ne de teşekkür ederim” diyerek kendince giderek tehlikeli bir hal almaya başlayan bu süreçte denge mi kurmaya çalışmaktadır?

6- Belki de Korgeneral Özaslan’la kucaklaşma olayı, Deniz Baykal’ın birkaç gündür gündeme getirmeye çalıştığı “Balyoz pazarlığının” yansımasıdır, kim bilir?

12 Mart 2010 Cuma

UTAN! Bir Subay Daha İntihar Etti


UTAN! Bir Subay Daha İntihar Etti


Artık ülkemizde gazetecilerin bir de "subay intiharları" dosyası var. Gün geçmiyor ki; ülkenin bir yerinden bir subay intihar haberi gelmesin. Bu haberleri; Aselsan/Havelsan gibi ordumuza yönelik hassas üretimlerin gerçekleştirildiği kurumlardaki mühendis intiharları ile yanyana koyduğunuzda; tablonun ciddi ve kapsamlı bir incelemeyi gerektirdiği açık.


Subaylarının başlarına geçirilen çuvallarının; dümendeyken üzerlerine atılan füzelerinin, helikopterindeyken taciz eden uçakların üzerine gitmeyenlerin; bu intiharların üzerine gidip kamuoyunu tatmin edici bir açıklama yapması gerekiyor.


Açık İstihbarat


Gazeteciler ülke gündeminde sürekli tekrarlanan olaylar için dosya açarlar ve gelişmeleri kişisel o dosya altına kaydederler. Böylece bir sonraki olay gerçekleştiğinde; geçmişle bağlantıyı kurmak ve okuyucuya bir perspektif sunmak kolaylaşır.


Artık ülkemizde gazetecilerin bir de "subay intiharları" dosyası var. Gün geçmiyor ki; ülkenin bir yerinden bir subay intihar haberi gelmesin. Bu haberleri; Aselsan/Havelsan gibi ordumuza yönelik hassas üretimlerin gerçekleştirildiği kurumlardaki mühendis intiharları ile yanyana koyduğunuzda; tablonun ciddi ve kapsamlı bir incelemeyi gerektirdiği açık.


Subaylarının başlarına geçirilen çuvallarının; dümendeyken üzerlerine atılan füzelerinin, helikopterindeyken taciz eden uçakların üzerine gitmeyenlerin; bu intiharların üzerine gidip kamuoyunu tatmin edici bir açıklama yapması gerekiyor.


Kırık kolların içinde sakladığınız yenlerin kolu nasıl çürüttüğünü hala göremediyseniz; bu vakaların üzerine gitmeye çalışanları çeşitli telkinlerle yolundan döndürmeye devam da edebilirsiniz. Daha önce yaptığınız gibi.


Korku cumhuriyeti bir şekilde telafi edilir ama korkaklar cumhuriyetinden çıkış yok. Seçim sizin.


Açık İstihbarat


------------Üsteğmen Ünal Sarıoğlu'nun İntiharı ile İlgili Medyada Yeralan Haber----------


Ankara'nın Polatlı ilçesinde Topçu ve Füze Okulu'nda görevli üsteğmen Ünal Sarıoğlu evinde intihar etti.


Polatlı'nın Şentepe Mahallesi'nde oturan evli ve 1 çocuk babası Üsteğmen İbrahim Ünal Sarıoğlu'nun neden intihar ettiği araştırılıyor. Yatak odasındayken tabancasını sağ şakağına dayayarak ateş eden Üsteğmen Sarıoğlu'nun kanları duvarlara sıçradı. Üsteğmen Sarıoğlu'nun gardrobunun açık olduğu ve cesedinin ise yatak odasında yerde olduğu öğrenildi.

SUBAY ARKADAŞLARI CESEDİ İLE KARŞILAŞTI

İntihar olayı, Üsteğmen Sarıoğlu'nun mesaiye gelmediğini öğrenen subay arkadaşlarının evine gelmesiyle anlaşıldı. Şentepe mahallesindeki evine gelen subay arkadaşları, komşuları ile birlikte kapıyı çaldı, ancak ses gelmeyince yatak odasının balkon camını kırıp içeri girdiklerinde genç üsteğmenin yatak odasındaki cesedi ile karşılaştı.

Üsteğmen Sarıoğlu'nun İlçe Tarım Müdürlüğü'nde mühendis olarak çalışan eşi Gül Sarıoğlu'nun ise Tarım Bakanlığı'nın Ankara'da düzenlediği Gıda Kontrolör kursuna katıldığı öğrenildi. Üsteğmen Sarıoğlu'nun 4 yaşında Alp isminde bir erkek çocuğu bulunuyor.

Talihsiz olay üzerine Polatlı Kaymakamı Gürsoy Osman Bilgin, Cumhuriyet Başsavcısı Veli San, İlçe Emniyet Müdürü Fatih Umutlu ile Topçu ve Füze Okulu'ndan bazı subay ve astsubaylar üsteğmenin evine geldiler. Üsteğmen Sarıoğlu'nun cesedi ise tabuta konularak Polatlı Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı.

Üsteğmen Saroğlu'nun eşi, Gül Sarıoğlu olayı öğrendikten sonra hastaneye geldi. Gül Sarıoğlu'nun, sinir krizi geçirdiği ve sakinleştirici yapılarak müdahale edildiği bildirildi. Acılı kadın yanındakilerin yardımıyla güçlükle ayakta durabildi.

SON İKİ YILDAKİ İNTİHARLAR

Emekli Albay Birol Atakan (2 MAYIS 2007):

İstanbul-Ankara yolunda şüpheli bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Atakan'ın Ergenekon'la ilgili önemli bilgilere sahip olduğu iddia edildi. Albay Atakan'ın, Özden Örnek'e ait olduğu iddia edilen darbe günlüklerinin internete sızmasında ihmali ve kastı olabileceği iddia edilmişti.

Emekli Jandarma Albay Abdülkerim Kırca (10 OCAK 2009):

Ankara'da Etimesgut'taki evinde silahıyla intihar etti. 1998'de teröristlerle girilen çatışmada belden aşağısı felç olan Kırca'ya, 2004'te "Devlet Övünç Madalyası" verilmişti. JİTEM'in eski Diyarbakır Bölge Komutanı olan Kırca'nın adı Ergenekon soruşturmasında geçti.

Özel Harekât Dairesi Başkanı Behçet Oktay (27 ŞUBAT 2009):

Emniyet Özel Harekât Dairesi'nin 13 yıllık başkanı Oktay, 27 Şubat'ta tabancasıyla makamında intihar etti. Oktay'ın, Ergenekon soruşturmasında adının geçmesi ve hakkında medyada çıkan haberler nedeniyle zor günler geçirdiği ileri sürülmüştü.

Kıdemli Yüzbaşı Olgun Ural (26 MART 2009):

Yalova'da beylik silahıyla başına ateş ederek intihar etti. Eğitim Komutanlığı'nda görevliydi. Ural'ın adı 1. Ergenekon davasında deliller bölümünde geçmişti. İntihar eden Ali Tatar'ın personel alımında görevli olduğu öne sürülmüştü. Ural, 2. Ergenekon iddianamesinin açıklanmasının ardından intihar etti. Sessiz sedasız gömüldü.

Emekli Albay Belgütay Varımlı (21 KASIM 2009):

Milli Savunma Bakanlığı Teftiş Kurulu'nun eski başkanı emekli Albay Belgütay Varımlı İstanbul Göztepe'de 9. kattaki evinin balkonundan atlayarak yaşamına son verdi. Varımlı'nın Sarıkız ve Ayışığı darbe planlarını deşifre eden subay olduğu iddia edilmişti.

Deniz Yarbay Ali Tatar (21 ARALIK 2009):

Yarbay Ali Tatar, amirallere suikast soruşturması kapsamında Poyrazköy'de ele geçirilen belgelere ilişkin 9 gün tutuklu kaldıktan sonra 16 Aralık'ta serbest bırakılmış ancak daha sonra hakkında tekrar yakalama kararı çıkmıştı. Bu karar üzerine Yarbay Tatar evinde tabancayla intihar etti.


Kaynak: Açık İstihbarat

TSK adlı silahlı örgüte kamyon çarptı! Fatma Sibel YÜKSEK


Ankara’da ailemin oturduğu ev şehir merkezine hayli uzaktır. Geçen yıla kadar Meclis’e ve bakanlıklara gitmek için bu 40 kilometrelik yolu her gün katederdim; şimdi Ankara’ya ayda iki-üç kez gidebilmekteyim. Gitmişken şöyle Meclis’ti, bakanlıklardı, eski dostlardı dolaşıp sizler için Başkent’in havasını koklayayım diye Kızılay civarına günde bir kez uğrarım.


Bu 40 kilometrelik güzergâhta “askeri vesayetten” çekindiğim için yıllardır söyleyemediğim bazı “hareketlilikler” dikkatimi çekmiştir. “İleri demokrasi” kavramını bizlere öğreten hükümetimiz ve cesur yayınlarıyla TSK’nın nasıl “silahlı bir suç örgütü” olduğunu ortaya koyan The Taraf Gazetesi sayesinde artık korkmadan konuşabiliriz…

Örneğin, bu güzergâhta Etimesgut ilçesinin batısına düşen genişçe bir arazi üzerinde “Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı” diye bir yer var. Kapısında komando giyimli bir takım insanlar ellerinde otomatik silahlarla bekliyorlar! Yüksek kulelere de aynı şekilde silahlı insanlar yerleştirilmiş, boyunlarında dürbün bile var…

Yüksek tel örgülerle çevrili bu arazinin içine baktığımızda, üzerleri haki renk kaputlarla örtülmüş dev demir gövdeler görüyoruz. Bunların “tank” olduğundan şüpheleniyorum…

Evet, yanlış okumadınız, tank!

Ankara’nın göbeğinde tankın ne işi var? Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ bu sorunun cevabını derhal açıklamalıdır. Öyle “yurt savunması, envanter” filan diyerek geçiştiremezsiniz. Ankara’da sana kim saldıracak ki tank bulunduruyorsun? “Stratejik derinlik” dehası Sayın Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu sayesinde komşu ülkelerle “sıfır problem” noktasına gelmişiz, bu şartlar altında değil Ankara’da, Suriye sınırında bile tank bulundursan senin niyetinden şüphe ederim…

Ankara’nın bağrından Millet’in sinesine uzanmış olan bu silahlara derhal el konulmalıdır. Yazdıkları iddianamelerle hukuk dehalarını kanıtlamış olan Sayın Savcılarımız -İlk harfleri imla bilmediğimden değil, kendilerine duyduğum saygıdan dolayı büyük yazdım; hemen aşağıya “Fatma hanım, ‘sayın savcılar’ büyük harfle yazılmaz diye yorum yazmayın..-harekete geçmeli ve “Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı” adı altında faaliyet gösteren bu silahlı örgüt merkezini dağıtmalıdır. Bir arama yapılsa Allah bilir havan topu, lav silahı, balistik füze bile bulunur. Bir vatandaş olarak insan dehşete düşüyor vallahi!

Sonra, bu “zırhlı birlik” denilen yerden 5-6 kilometre ötede “Güvercinlik Lojistik Komutanlığı” diye bir merkez daha var. Darbeciler kendilerine resmen havaaalanı inşâ etmişler! Uçaklar iniyor, uçaklar kalkıyor! Böyle bir pervasızlık dünyanın neresinde görülmüş? Ankara’da hangi “düşman birliği” var da, sen uçak indirip kaldırıyorsun? Resmen gözümüzün içine baka baka darbe tehdidinde bulunuyorlar!

Yemezler Paşa yemezler, geçti o günler…

Sen bu kadar tankı, topu, mermiyi ne amaçla elinde tutuyorsun onu izah et! Kimseyle sorunu olmayan bir ülkeyi zorla savaşa mı sokacaksın? Lüksemburg ordusu gibi bir manga asker neyimize yetmiyor? Haydi on kişilik bir de idari kadro bulunsun, Ankara’daki asker ataşeliklere mektup getirip götürsünler… Bu kadar silahla ve zorla askere aldığın bu kadar silahlı insanla sen kime mesaj veriyorsun?

Güzergâhımıza devam edelim… Şehrin merkezine yaklaştıkça devasa “kuvvet komutanlıkları” kendini göstermeye başlıyor. Yine yüksek duvarlar, yine elinde otomatik tüfeklerle bekleyen haki giyimli, sert bakışlı insanlar. Neymiş, “karargâhmış”!

Milletten gizli gizli, yüksek duvarlar ardında neyin kararını alıyorsun o “karargâhlarda”? Niyetin düzgün olsa, şeffaf olur, günlük bülten yayınlarsın da biz de öğrenmiş oluruz ne işler çevirdiğini…

Ya Genelkurmay Başkanı’nın belinde silahla dolaşmasına ne demeli? Kaç kez gözümle gördüm, Başbakanlığa belindeki silahla girdi! İnsan Başbakan’la görüşmeye niye belinde silahla gider ki? Aynı davranışı bir daha tekrarlayacak olursa, Başbakanlık korumaları kendisini yere yatırıp belindeki silaha el koymalı, Terörle Mücadele’den arkadaşlar da derhal gözaltı işlemi yapmalıdır. Aynı şekilde, Milli Güvenlik Kurulu toplantısına silahla girmeye kalkışan kuvvet komutanlarına da polisimiz müdahale etmelidir…

Daha bunlar bir şey değil sayın okuyucu, internetten bir taradım, “Kuzey Deniz Saha Komutanlığı” diye bir yer var, adamlar resmen savaş gemisi hazır bulunduruyor!!

O savaş gemilerini denizi olmayan kardeş ülke Ermenistan’a karşı kullanmayacaklarına göre belli ki darbe ortamı yaratmak için Haliç’ten Süleymaniye Camii’ni bombalayacaklar…

Onu da “Fethullahçılar yaptı” diye halkı kandıracaklar!

Kıssadan hisse: Silahlı bir örgüt olan TSK lağvedilsin, ellerindeki silahlar toplanıp silahsız ve barışçı bir örgüt olan PKK’ya aktarılsın. Sayın Öcalan’a da “mareşal” ünvanı verilsin, şu cennet vatanımızı artık Sayın Öcalan ve Kandil’deki kahramanlar korusun…

NOT: Ahmet Altan olmak zannettiğiniz kadar kolay değil. Her akşam bir şişe viski devirip ertesi gün saat 14.00’de yataktan kalkacaksınız. İpek robdöşambrınızı giyip sert bir Jamaican Cafe içmeden yazılamıyor böyle önemli yazılar. Emek işi anlayacağınız