31 Ekim 2009 Cumartesi

Başbakanlık açıklamasının izini sürelim... / Fatma Sibel YÜKSEK


Başbakan Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ arasında heyecanla beklenen görüşmenin gerçekleşmesinden sonra Başbakanlık'tan yapılan yazılı açıklama, ''krizi dondurmak'' olarak yorumlandı.


Oldukça özenli cümlelerle bezenmiş olan açıklamanın kim tarafından kaleme alındığı bilinmiyor, ancak o açıklamaya “memur kaleminin” üstünde bir elin değdiği kesin.

Bir kere açıklamada, Başbakan’ın Pakistan’da “Döner dönmez Genelkurmay Başkanı’mla görüşeceğim” demesinin aksine, görüşmenin “rutin bir görüşme olduğunun” altı ” Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan, bugün saat 18.30’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın İlker Başbuğ’u kabul ederek, haftalık olağan görüşmesini gerçekleştirmiştir” cümlesiyle çizilmiş.

Oysa Başbakan Pakistan’da, “Döner dönmez Genelkurmay Başkanı’mla görüşeceğim” ve “TSK böyle bir lekeyi kaldıramaz” derken, hem olayın kendisine, hem de Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile yapacağı görüşmeye olağanüstü bir önem atfetmiş oldu… Konu madem “haftalık rutin görüşmede” ele alınacaktı, o zaman Başbakan daha temkinli cümleler kurup, “Dönüşte zaten Genelkurmay Başkanı ile haftalık olağan görüşmemiz var, bu konu da gündeme gelebilir” diyemez miydi?

Kaldı ki, önceki günkü görüşmenin ne kadar “haftalık olağan görüşme” olduğu da tartışılır. Sırf perşembe günü yapıldı diye bunun böyle olduğunu savunan varsa diyecek bir şey yok ama Erdoğan ile Başbuğ arasındaki “olağan görüşme” ritminin özellikle askeri mahkemelerle ilgili yasanın gece yarısı Meclis’ten geçirilmesinden sonra bir hayli bozulduğunu da biliyoruz. Neyse, yine de bu görüşmenin “olağan olduğunu” kabul etmek herkesin yararınadır.

Görüşmeden yansıyan hava, görünürde ortada bir gazete haberinden başka bir şey yokken Başbakan ta yurt dışından “kriz alarmı” vermesine rağmen araya Cumhuriyet Bayramı’nın girdiği süreçte ayakların suya erdiğini ve tansiyonu düşürme kararı alındığını gösteriyor. Oysa, Taraf gazetesi gibi mahfillerin yaymaya çalıştığı hava, “Başbakan gelir gelmez Genelkurmay Başkanı’nı çağıracak, hesap soracak ve istifasını isteyecek” yönündeydi. Bir kısım cenahta böyle bir “umut” doğmuştu.

Yalnız, Taraf’taki “Başbakan kelle isteyecek” haberinin yalanlanmamış olması hâlâ manidardır. “Koskoca Başbakanlık Taraf’ı mı muhatap alacak?” diyen varsa, bu yaklaşımın ne kadar geçersiz olduğunu Haziran ayından beri yaşadıklarımızdan biliyoruz. Taraf pek âlâ da muhatap alınması kaçınılmaz olan ve şimdiye kadar da muhatap alınmış olan bir gazetedir. Acaba bu “Çağırıp haddini bildirecek” haberi AKP koridorlarında biraz da hoşa gitmiş olabilir mi? Hani, “Esmesen de gürle” manasında?

Başbakanlık açıklamasında, kimilerinin “Demokrasiye müdahale planı” dedikleri (sahte veya gerçek) belgeden “İrticayla Mücadele Eylem Planı” diye söz edilmesi de dikkat çekmiştir. Biliyorsunuz, gelinen nokta itibarıyla, biraz satır aralarında kalmış olsa da “İrtica ile mücadele ne zaman suç oldu?” diye bir tartışma konumuz daha başlamış bulunmaktadır. “Demokrasiye müdahale planı” derseniz kimseye diyecek bir şey kalmaz ama “İrtica ile mücadele planı” denilirse, “İrtica ile mücadele suç mu?” sorusu ister istemez gündeme gelir. Acaba, Başbakanlık açıklamasını yazan kişi veya kişiler, bu ifadeyi kullanırken bu hususları düşündüler mi? Yani, olay belgeye “irtica ile mücadele planı” demek bir tercihi veya bir uzlaşıyı mı yansıtıyor?

Başbakan ile Başbuğ arasındaki görüşmeden sonra dikkat çeken bir gelişme de adliyeye çağrılmış olan ve aralarında Albay Dursun Çiçek’in de bulunduğu subayların, savcıların çağrısına icabet etmeleri oldu. Oysa subaylar, savcılar tarafından tam bir hafta önce ifadeye çağrılmışlardı. Bu konuda Erdoğan ile Başbuğ arasındaki görüşmenin beklendiği anlaşılıyor. Tabii konunun görüşmede gündeme geldiği de ortaya çıkmış oluyor. Şimdi şuna bakacağız: İfadesi alınan subaylardan bazıları, özelikle Dursun Çiçek, “yeni deliller kapsamında” tutuklanmaları talebiyle mahkemeye sevk edilecekler mi?

Eğer öyle olur ve de tutuklanırlarsa, “kelle verme süreci” başlamış demektir.


30 Ekim 2009 Cuma

DERİN GÜÇLER …/ Ali İhsan GÜRCİHAN



Son günlerde Ülke’nin gerçek gündeminde ne vardı?
Demokratik Açılımdan cesaret bulan Bölücülerin T.C.Devleti’ni takmayan
söylem ve eylemlerine karşı, Vatandaşlarımızın ve özellikle Şehit Ailelerimiz
ile Gazilerimizin duyduğu haklı tepkiler.

Başka ne vardı?
Ermeni Açılımı nedeni ile, Azerbaycan’la olan dostluğumuzu tehlikeye
sokan olumsuzluklar ve bu konuda gösterilen hassasiyetler.

Peki bu durum kime zarar veriyordu ve hangi kesimi yıpratıyordu?
Ebette iktidar ile ona içeriden ve dışarıdan destek verenleri.

Peki, halka bu konu nasıl unutturulur ve zarar nasıl önlenebilirdi?
Her zaman olduğu gibi gündemi değiştirerek.

Halkın dikkatini çekecek yeni bir gündem ne olabilirdi?
Elbette, demokrasi adına gürültü koparabilecek ve mağduriyeti
oynayarak halkın da desteğini sağlayabilecek bir konu olmalı idi.

Hazırda böyle bir konu var mıydı?
Olmaz olur mu?.
Silahlı Kuvvetler ya da Ergenekon’la ilgili yedekte tutulan
ısmarlama bir konuyu sürersin piyasaya iş tamam.

İşte aynı yöntem, basın yolu ile bir defa daha tekrar edildi.
Genelkurmay’da hazırlandığı iddia edilen “İrtica Eylem Planı” uzun bir aradan
sonra bu sefer ISLANMIŞ bir vaziyette yeniden gündeme düşürüldü.

Yanlış anlaşılmasın.
Eğer, Demokrasimize ve Cumhuriyetimize gerçekten zarar verecek
bir hareket varsa, tasvip etmek elbette mümkün değildir.
Hukuk’un üstünlüğünü kabul ediyorsak Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi herkesin
hesap vermek zorunda olduğuna biz de inanıyoruz.
Ancak Cumhurbaşkanı’nın kendisi hakkındaki iddialar karşısında da Hukuk’un üstünlüğü inancı ile
hesap verme konusunda bizzat örnek ve öncü olmasını bekliyoruz.

Hukuk’a duyduğumuz bu güveni belirtirken, öte yanda Hukuk’un elindeki konuların,bazı
güç odakları çıkarına hem de saptırılarak basın yolu ile bir nevi yargısız infaz yapılmasından
da Hukuk adına ciddi bir endişe duyuyoruz.

Özellikle son yıllarda siyasi açıdan yaşanan her tıkanıklıkta,tekrarlanan bu çirkin yaklaşımın
bir tesadüf olduğuna inanmakta da artık zorluk çekiyoruz.

Bir suç iddiasının, yargı hâkimiyetinden çıkıp özellikle yandaş basın kanalı
infaz yapılmasının, en az işlendiği iddia edilen suç kadar Hukuk’a
aykırı ve Devlet adına da yüz kızartıcı bir durum olduğunu düşünüyoruz.

Ortaya çıkan bu tür haberler ve onların zamanlaması düşünüldüğünde;
Bu faaliyetin, istihbaratçısı,teknik adamları ve basın mensubu ile eğitimli ve deneyimli
ÇOK ÖZEL EKİP ya da EKİPLER tarafından bir EYLEM PLANI’NA dayalı olarak yapıldığı
endişesini de taşıyoruz.

Bu olaylarda, sızılan ve hedef alınan kurumlara, yapılanlara ve sonuçlarına bakacak olursak;
bu özel ekiplerin ve onları yöneten DERİN GÜÇ ODAKLARI’NIN, iddia edilen DERİN DEVLET yapılanmasından çok daha güçlü oldukları ve meydanı boş buldukları Ülkemizde ciddi bir PSİKOLOJİK HARP faaliyetine giriştikleri endişesini taşıyoruz.

Kısacası eğer bu Devlet’i kurda kuşa yem etmek ve birbirimize düşmek istemiyorsak;
Derin Devlet’i ortaya çıkaracağız iddiası ile Devleti ve özellikle Silahlı Kuvvetleri
hedef tahtasına koyanların ve “İrtica Eylem Planı” konusunda şahin
kesilenlerin, geldiğimiz bu noktada artık sözde Derin Devlet’in yanı sıra, öncelikli olarak
Türk Devleti’ni hedef alan gerçek DERİN GÜÇLER’i ve onların EYLEM PLANLARI’NI da tespit etmeleri gerektiğine inanıyoruz.

Ve işin özü diyoruz ki ;
Bu Ülke’de örtülü ve kirli amaçlar uğruna faaliyet göstermesi kuvvetle muhtemel
DERİN GÜÇLER’i ve İŞBİRLİKÇİLERİNİ ortaya çıkarmak, iddia edilen DERİN DEVLET’i
ortaya çıkarmak kadar önemli ve öncelikli MİLLİ BİR GÖREVDİR.

30 Ekim 2009


Kaynak: Ali İhsan Gürcihan

28 Ekim 2009 Çarşamba

Islak İmza Otomasyon Sistemleri ile Taraf'ı Eşzamanlı Kullanırsanız...







Açık İstihbarat






(Açık İstihbarat : Islak İmza üzerinden ıslak rüya görenlerin çoğaldığı günümüzde, "özür dileme" yarışına girenlere yine de itidal tavsiye ediyor ve 22 Temmuz 2009'da yayınladığımız aşağıdaki haberi tekrar hatırlatıyoruz)



-----------------------------------------------------------------------------------------------






Teknoloji ile hukukun kesişme kümesinden hayatımızı şekillendiren içtihatlar doğar.






Bilgisayar üzerindeki işleme teknolojilerinin gelişmesi ile birlikte ses kayıtlarının hukuki delil olarak şüpheli konuma düşmesi buna güzel bir örnektir. Günümüzde insanların başka bir konuda söylediklerinin işlenerek, onlara farklı bir şey söyletilebileceği gerçeği, ses kayıtlarını mahkemeler önünde şüpheli konuma getirmiştir.






Keza aynı şekilde; teknolojiyi arkadan takip eden hukuk sistemi, "Ergenekon" davasında bilgisayar disklerinin kopyalanması konusunda sürekli çelişkili sonuçlar üretmektedir. Teknolojinin bilincinde olarak kaleme alınan Ceza Muhakemesi Kanunu, bilgisayarına el konulan şüpheliye bilgisayar sabit disklerinin bir kopyasının verilmesi şartını koşarken; hukuku uygulamakla yükümlü olanlar teknolojik gelişmelerin şart ve mümkün kıldığı bu tedbiri layıkıyla uygulamamakta ve nihayetinde "Ergenekon" davasındaki bütün sayısal "delilleri" şüpheli konuma düşürmektedirler.






Basının "Ergenekon" davasında "belge" diye kamuoyunu ayağa kaldırdığı bir çok "delil" bu kapsamda bu davanın aynı zamanda en zayıf halkasını oluşturmaktadır.






Son olarak; "polis bülteni" olmakla eleştirilen ve bünyesinde en fazla istihbaratçı, "genç sivil" , polis çalıştıran gazete Taraf'ta yayınlanan fotokopi "belge" yine teknoloji sınavını geçememiştir.






Ortada bir fotokopi vardır fakat belgenin aslı olmadığı için ıslak imza üzerinde gerekli kriminolojik inceleme yapamadığından belgenin sahipliği konusunda belirleyici bir sonuca ulaşılamamıştır. Buna rağmen haftalarca bir fotokopi üzerinden gündem yaratılarak TSK üzerindeki operasyonun son ayağında da maksat hasıl olmuştur.






Her faşizan kafanın alameti farikası olan prensip burada da yürürlüktedir : önemli olan gerçeklik değil algıdır. Türkiye'de bir Goebbels demokrasisi (herkes istediği propagandayı seçmekte özgürdür) uygulamakla yükümlü görevli gazateciler de bu yüzden belgenin gerçekliği ile değil "neyi temsil ettiği" ile uğraşıp durmuşlardır.






Teknoloji bu aşamada hukuku bir kere daha zorlayacağa benziyor.






http://hhmemis.blogspot.com/ adresinde yayınlanan görüntüler ; el yazısı otomasyon sistemlerine ait. Internet üzerinde ufak bir araştırma yaptığınızda karşınıza bu alanda sistemler üreten Rockville , Maryland merkezli Damilic şirketi (http://www.damilic.com/) çıkıyor.






Yukarıda bu firmanın ürettiği sistemlere dair iki resim bulabilirsiniz.



Teknolojinin var ve mümkün olduğu noktada, bu teknolojiyi kullanan, daha doğrusu suistimal eden var mı sorusu da hukukun ilgi alanına giriyor.






Son yaşadığımız tartışmalar ışığında, Türkiye'de bu ıslak imza otomasyon teknolojisinin kullanılıp kullanmadığının araştırılması gerekecek gibi. Ve belki de teknolojinin geldiği noktada ıslak imzanın bile mahkeme önünde delil niteliğini kaybedeceği bir geleceğe doğru ilerliyoruz.






Teknolojiyi suistimal edenlerin, teknolojiden anlamayanları oyunlarına alet edip manşet attırdığı bir dünyada hukuk ve onun namuslu uygulayıcıları diken üstünde oturtmak zorunda.






Kaynak: Açık İstihbarat

CUMHURİYET’İ HABUR KAPISINDAN İTİBAREN YAŞATMAK / Ali İhsan GÜRCİHAN


Cumhuriyet Bayramı,onunla var olmanın ,onu yaşatmanın onur ve kıvancını doyasıya hissedebilen,ülkesine sadakat duyan, alnı açık,başı dik dolaşabilen CUMHUR’un ( Halk’ın) coşku içinde kutlayacakları bir bayramdır ve onun için de adı CUMHURİYET BAYRAMI’dır.

Ne yazık ki Cumhuriyetimiz’in 86 ncı yılını,Milletçe içimize bir türlü sindiremediğimiz açılımlar sonucu yaşanan olumsuz gelişmelerin üzüntüsü içinde ama bu YÜCE DEVLET’e olan inancımızı da muhafaza ederek kutlamaya çalışıyoruz.

Cumhuriyet ve onun kuruluş felsefesine inanmış bireyler olarak şunu bilmeliyiz ve hissetmeliyiz ki;

Marifet ve sadakat Cumhuriyet’i sadece Törenlerle kutlamak değil,esas marifet CUMHURİYETİ İLİKLERİNE KADAR YAŞAMAK ve HABUR SINIR KAPISINDAN İTİBAREN DE CUMHURİYETİ ADIM ADIM YAŞATABİLMEKTİR.

Kısacası CUMHURİYET BAYRAMI ;

Özellikle bireysel anlamda insan hak ve özgürlükleri ile demokrasi yaygarası kopararak,gizli amaçlarına ulaşmak üzere ULUSAL ve MİLLİ DEĞERLERİMİZ’i hiçe sayan sahte DEMOKRATLAR’ın değil,

Hem DEMOKRASİ hem de CUMHURİYET’in kıymetini bilerek ÜLKEMİZ’e,BAYRAĞIMIZ’a ve de İSTİKLAL MARŞIMIZ’a sahip çıkabilenlerin,egemen olma hakkını her türlü şartta muhafaza edebilen ve HABUR KAPISINDAN itibaren de onurumuzu koruyabilenlerin bayramıdır.

CUMHURİYET BAYRAMI KUTLU OLSUN.

27 Ekim 2009 Salı

Islak İmza'nın İki Boyutu- Fatma Sibel Yüksek


Anketçiler Erdoğan için şimdi bir de bu soruya cevap arayan kamuoyu araştırmaları yapmalılar.

Vatandaşa şu sorulmalı:

“Islak imza mı daha vahim, yoksa şehit katillerinin törenle karşılanması mı?”

Bu soruyla birlikte, AKP’nin oyları yüzde 15’in altına düşerse, Taraf gazetesi o zaman da İlker Başbuğ ile Alpaslan Arslan arasında geçen samimi bir telefon görüşmesini yayınlar herhalde(!) Nasıl olsa Taraf ne derse o oluyor…

Adı ve rütbesi bilinmeyen bir subay savcılığa 5 sayfalık bir ihbar mektubu yazıyor. Savcılık hemen bir nüshasını Adli Tıp’a bir nüshasını da Taraf gazetesine gönderiyor. Dursun Çiçek’in avukatı dahil kimsenin belgeyi gördüğü yok ama yine Taraf’ın haberlerinden öğreniyoruz ki Adli Tıp belgenin altındaki imzanın “ıslak” olduğuna karar vermiş…

Yani, anladığımız kadarıyla şimdilik Dursun Çiçek’e ait olduğuna değil, sadece “ıslak” olduğuna karar verilmiş.

Peki her “ıslak imza” Dursun Çiçek’e mi aittir?

Bunu bilmiyoruz. Bunu bilmediğimiz gibi meçhul ihbarcı subayın Taraf gazetesinin 12 Haziran’da yayımlanan haberinden sonra memlekette yer yerinden oynarken, elinde belgenin aslı olduğu halde bunu neden o gün ortaya çıkarmadığını da bilmiyoruz. Beş sayfalık mektubunda Ergenekon savcılarına “sizler demokrasi kahramanlarısınız” diye övgüler dizen ihbarcının, çok büyük bir saygı duyduğu anlaşılan savcıları neden aylarca zor durumda bıraktığını da bilmiyoruz.

Bildiğimiz tek şey var, hislerine kapılan Necati Doğru’nun Taraf gazetesinden özür dilediği.

Acaba Taraf gazetesi de benzer bir jest yapıp sanıklar tarafından mahkemede aylardır çürütülen iddialar için özür diler mi?

Örneğin, fotoğrafta birlikte görüldüğü kişinin Alparslan Aslan değil bir Azeri genci olduğu ortaya çıktığı için Veli Küçük’ten özür diler mi?

Belli bir tarihte Ataşehir’de toplantı halinde oldukları iddia edilen Muzaffer Tekin, Oktay Yıldırım ve Rasim Görüm, o tarihte bambaşka yerlerde olduklarını baz istasyonu kayıtlarıyla kanıtladıkları için bu sanıklardan özür diler mi?

İşçi Partisi’nde yapılan aramalar sırasında 3 adet CD’nin bizzat polis tarafından bırakıldığı ve bu durum bizzat savcının el yazısının dosya içinde unutulması ile ortaya çıktığı için Doğu Perinçek ve arkadaşlarından özür diler mi?

Behiç Gürcihan’ın evinde “yeni darbe günlükleri bulunduğu” haberini yazdıktan sonra , iddianame eklerinde böyle bir günlüğe rastlanmaması üzerine Gürcihan’dan özür diler mi?

Bunun gibi yüzlerce örnek sıralayabiliriz.
Sadece Taraf gazetesi değil, acaba Hürriyet, Milliyet, Vatan, Radikal, Sabah vs. gibi gazeteler Ergenekon hakim ve savcıları ile soruşturmayı yürüten Emniyet istihbaratçılarını samimi pozlarda gösteren fotoğraflarda haber değeri bulmazken, Dursun Çiçek olayını sürmanşet yaptıkları için sanıklardan değilse bile kendi vicdanlarından özür dilerler mi?

Ve Milliyet gazetesi, Başbakan Erdoğan ile Mehmet Ali Talat arasındaki telefon konuşmasını “içerik” itibarıyla değil de “Başbakan’ı da dinlemişler” şekilciliğiyle haberleştirdiği için okuyucusundan özür diler mi?

Gelelim “ıslak imza” olayının iki boyutuna.

Eğer bu belge, kamuoyundaki genel kanaatin yansıttığı gibi, “açılım rezaletini unutturmak için” ortaya atılmışsa geç kalınmıştır. Hiç bir manşet ve hiç bir belge, PKK’lı katillerin devlet eliyle onore edilmelerini unutturamaz. AKP’nin PKK terör örgütü ile pazarlık yürüttüğü ve böyle rezil bir pazarlıkta bile PKK tarafından kandırıldığı ortaya çıkmıştır. Bunun bedelini ödemekten AKP’yi hiç bir gündem değiştirme çabası, hiçbir siyaset mühendisliği kurtaramaz.

Seçimle gelmiş bir iktidarın , askeri karargâhlarda hazırlanan “Eylem planları” ile alaşağı edilmeye çalışılması doğru mudur? Elbette değildir, ancak böyle pespaye “planlarla” bitirilmek istenen AKP ve Gülen cemaatinin de sütten çıkmış ak kaşık olmadıkları ortadadır. 7 yılda ülkeyi PKK ve yabancı istihbarat servisleri ile el ele vererek bölünmenin eşiğine getirmişlerdir. O bakımdan, -evet, tasvip edilemez ama- AKP ve Gülen’i bitirme planı hazırlamanın, şehit katillerini baş tacı etmekten daha kötü olduğuna artık kimseyi inandıramazlar. Bu mesele kamuoyu tarafından “demokrasiye müdahale planı” diye algılanmayacaktır; çünkü AKP ve Gülen Cemaati’nin demokrasi, hukuk devleti ve ülke bütünlüğünün önündeki en büyük engel olduğu giderek somut örneklerle ortaya çıkmıştır. AKP ve Gülen cemaati, askeri karargâh köşelerinde hazırlanan planlarla değil, Türk Milleti’nin meşru gücü ve kararlılığı ile mutlaka bitirilmelidir; yoksa ülkemizin bu işbirlikçiler tarafından paramparça edilmesine ramak kalmıştır.

Islak imza olayının ikinci boyutu şudur:

İhbarcı subayın mektubunda “toy” bir üslûp göze çarpıyor. Ergenekon savcılarına yaptığı gereksiz dalkavukluk, muhalefet partilerini eleştirmeye yönelik siyasi mülahazalar vs. bu subayın çok tecrübeli biri olmadığını düşündürüyor. Muhtemelen rütbe olarak en fazla üsteğmen veya yüzbaşı. Mektubunda terfi alamamaktan dolayı kızgın olduğu, bu ve başka sebeplerden ötürü mesai arkadaşları ve amirleri ile arasının açık olduğu da seziliyor. . Yani, büyük ihtimalle bu kez “cemaatçi” bir subayla karşı karşıya değiliz.

O zaman, TSK içerisinde olup biten bir takım olaylara ve bir takım ekipleşmelere tepki duyan biri olduğunu düşünebiliriz. Ordu’da önünün açık olmadığını gördüğü için yoluna siyasette devam etmeye karar vermiş de olabilir.

Böyle bir kişi, kurumlar içindeki ekipleşmelerde “asli oyuncu” olabilecek yeterliliğe sahip değildir. Uyumlu bir kişiliği varsa sorunsuz bir ekip elemanı olur ama hak ettiği yeri bulamama duygularıyla boğuşan uyumsuz bir kişilikse içinde öfke biriktirir ve fırsatını yakaladığı noktada da ekip arkadaşlarına en büyük kötülüğü yapacak olanların safına geçer.

Artık o “saf” Ergenekon savcıları mı olur, AKP mi olur, cemaat mi olur, yoksa aylarca tutuklu kalmanın psikolojisi ile “Ben niye buradayım da başkaları dışarıda” diye sorma sürecine geçip sağa sola mektuplar göndermeye başlayanlar mı olur izleyip göreceğiz.


Kaynak:
Açık İstihbarat

''İhbarcı subay'' hakkında bazı sorular / Fatma Sibel YÜKSEK



a- Hemen telefona sarılıp olayı Taraf gazetesine bildirir

b-Hemen kağıda kâleme sarılıp olayı Ergenekon savcılarına bildirir (Dikkat edin, sivil savcılığa bile değil illâ da ‘Ergenekon savcısına).

c- Olayı üstlerine rapor eder.

Son zamanlarda, TSK içinde “darbe karşıtı” oldukları belirtilen ama tıpkı Mustafa Balbay’ın “genç subayları” gibi isimleri cisimleri ortada olmayan, kim oldukları bilinmeyen bazı “subaylar”, her nedense yukarıdaki seçeneklerden sadece A ve B şıkkına başvuruyorlar.

C şıkkının gereğini yapmak kimsenin aklına gelmiyor. Oysa, TSK’nın emir-komuta zinciri içinde yar alan bir subay, yapması gereken tek şeyin olayı üstlerine rapor etmek olduğunu bilir.

Taraf gazetesi, Albay Dursun Çiçek tarafından yazıldığı iddia edilen bir raporun fotokopisini Haziran ayı başlarında yayımladı. Haber, hatırlanacağı gibi büyük ses getirdi. Ordu ile hükümet, uzun bir uyum döneminden sonra tekrar karşı karşıya geldi. Olaya askeri savcılık el attı ve ortada belgenin aslı bulunmadığı için takipsizlik kararıyla birlikte dosya sivil savcılığa gönderildi. Bu arada, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, söz konusu raporun TSK’nın emir-komuta zinciri içinde hazırlanmadığını, Albay Dursun Çiçek’in bilgisayarında da böyle bir belgeye rastlanmadığını açıkladı. TSK üzerinde “sistemli bir psikolojik harbin” yürütüldüğünü vurgulayan Başbuğ, hükümet çevreleri, sivil savcılıklar ve bir kısım basını “komplo” olarak nitelediği bu olayı aydınlatmaya çağırdı. İmzanın gerçek olduğunun ispatlanması halinde “gereğini yapacağını” söyleyerek de kendisini bağladı.

Şimdi aylar süren bir sessizlikten sonra Dursun Çiçek’in “ıslak imzasını” taşıyan belgenin savcılığa ulaştığı söyleniyor. Kim söylüyor? Taraf gazetesi…

Peki neden raporun ulaştığı belirtilen savcılık değil de Taraf gazetesi açıklıyor bu yeni durumu? İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin’in bile “benim bilgim yok” dediği bir evraktan Taraf gazetesinin nasıl bilgisi oluyor ve bunu savcılıktan önce açıklayabiliyor? Taraf gazetesi, yargının belli bir cenahının basın sözcüsü mü? İlgili savcılar bu durumu nasıl içlerine sindirebiliyor?

Bunu bilmiyoruz; soranlara da “Sen boş ver kimin yayımladığını, ıslak imza var mı yok mu onu söyle” deniliyor. Oysa, ıslak imzanın varlığı kadar bu belgenin hangi yoldan kamuoyuna ulaştığı da önemli.

Mantıken, bu haberi Taraf gazetesine Haziran ayında sızdıran meçhûl “subay” ile aylar sonra ıslak imzalı bir raporu savcılığa gönderdiği bildirilen “subay” aynı kişi. Bu subay kimdir, rütbesi nedir bilmiyoruz. “Muvazzaf” olduğu vurgulandığına göre asteğmen veya astsubay değil. Öğleyse, teğmenden orgenerale kadar her rütbeye sahip olabilir.

Bu subay, iddiaya göre belgenin “orijinal halini” savcılığa gönderdikten sonra hızını alamayıp Ergenekon savcılarına gönderdiği 5 sayfalık mektubu da Taraf gazetesi ile paylaşıyor. (Belki de savcılıktan sızıyor).

Yukarıdaki soruyu tekrarlamamız şart: Bu subay, tanık olduğu bir “cunta girişimini” neden üstlerine değil de Ergenekon savcılarına ve Taraf gazetesine bildiriyor? Bu kişi acaba kendisini TSK’nın değil de “başka bir otoritenin” disiplinine bağlı hissediyor olabilir mi? Mesele bir cuntayı ihbar etmekse -her ne kadar tartışmalı yasa Anayasa Mahkemesi’nde de olsa- ortada hâlâ görev yapan askeri savcılıklar var. Bir subayın tanık olduğu bir suçu, (diyelim ki üstlerine güvenmedi veya olayın ciddiye alınmasını sağlayamadı) mevcut şartlarda askeri savcılığa ihbar etmesi gerekmiyor mu?

Neden öyle yapılmadığını, Taraf gazetesinde tam metni yayımlanan mektuptan öğreniyoruz:

Çünkü plan Orgeneral Hasan Iğsız’ın emriyle hazırlanmış ve olanlardan Genelkurmay da haberdarmış!

“Meçhul kahraman” mektubunda öyle diyor…

Şimdi bu nedir biliyor musunuz?

Türkiye’nin gündemini yaklaşık 3 yıldır sarsan malûm operasyonu sürdürenleri artık öyle dernekler, siviller, emekliler, mitingler, bilemediniz Ordu içindeki “cuntalar” kesmiyor demektir.

Sıra muvazzaf generallere ve doğrudan TSK’nın kurumsal kimliğine gelmiş demektir.

Hayırlı, uğurlu olsun...


Abdullah Gül’ün CV’sindeki Bilinmeyen - Meyyal Uygur


ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi kayıtlarına dayanarak, sizlere özet bilgi arz edeyim. Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir Eğitim ve Kültür İşleri Bürosu var ve bu büro yıllardan beri “Uluslararası Ziyaretçi Liderlik Programı” adı altında bir kurs düzenliyor. Kursa öyle kendiliğinizden başvuramıyorsunuz, ABD Yabancı servis görevlileri, denizaşırı ülkelerden mevcut veya potansiyel lider adaylarını seçiyor. Hangi alanlarda mı; Hükümet, siyaset, medya, eğitim, sanat, iş dünyası ve diğer alanlar…

AB üyesi ülkelerin Ankara’daki 14 Büyükelçisi geçenlerde, AB Türkiye Temsilcisi Marc Pierini başkanlığında Trabzon’a gidip, Sümela Manastırı’nı ziyaret etti. Çaktırmadan burasının yeniden ibadete açılmasını dayattılar. Bu arada Avrupalı elçileri gülme krizine sokan bir şey oldu; kilisenin içindeki Hz. İsa figürünün etrafındaki azizlerden birisini Abdullah Gül’e benzetmişler!..Şaşırırsın, “aaaa..” falan dersin ama, bu gülme krizi neyin nesidir, anladıysam Arap olayım!..Ya Müze yetkililerinin, “Burası 24 saat korunuyor, gece de kapalı” diyerek, adeta bu aziz figürünün orijinal olduğuna yemin billah etme çabalarına ne demeli?

Neyse…Geçen sene şöyle üstünkörü gündeme girip, çıkan bir konu aklıma geldi. ABD’den, galiba CHP’ye, Abdullah Gül’ün, oradaki bir “liderlik kursundan” mezun olduğuna dair bilgiler gelmişti. “Üzerine niye gidilmedi, acaba doğru muydu, doğruysa önemsiz miydi?” diye düşündükten sonra ABD Dışişleri Bakanlığı internet sitesinde kısa bir tura çıktım.

O da ne; 22 Ekim 2009 tarihi itibariyle güncellenen bir liste gördüm. Listenin üstünde “ECA Alumni who are Chiefs of State/Heads of Government (60)”, yani “Eğitim ve Kültür Bürosu mezunu Devlet ve Hükümet Başkanları” yazıyordu. 60 isim vardı. “Afrika, Doğu Asya ve Pasifik, Avrupa, Yakın Doğu, Güney ve Orta Asya, Batı Yarımküre“ şeklinde sınıflandırma yapılmıştı.

Avrupa bölümünde “Türkiye” başlığı altında tek bir isim yer alıyor; Abdullah Gül…Mevcut pozisyonu için de “Başkan” deniliyor.

Listede başka kimler mi var; Gana, Kenya, Mozambik Cumhurbaşkanları, Çad, Uganda, Zimbave Başbakanlarından tutun, Avusturalya Genel Valisi, Japonya ve Güney Kore Başbakanına, Filipinler ve Tayvan Cumhurbaşkanına kadar kimler yok ki!..

60 ismin hepsini saymayacağım. Nasılsa göreceksiniz…Ama en dikkat çekici olanlardan bazılarını daha sayayım:

Avusturya Cumhurbaşkanı Fischer, Danimarka eski Başbakanı, yeni NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Gürcistan Cumhurbaşkanı Saakasvili, Yunanistan’ın eski Başbakanı Karamanlis, Hollanda Başbakanı Balkanende, İngiltere Başbakanı Brown, Rusya’dan kopartılan veya Yugoslavya’nın dağıtılması ile ortaya çıkartılan devletlerin Başbakan ya da Cumhurbaşkanlarının tamamı…Bitmedi; Mısır Başbakanı, Afganistan Devlet Başkanı, Hindistan’ın hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakanı, Kolombiya, Kosta Rica, Meksika, Uruguay devlet başkanları ile devam eden koca bir liste…

Dünya siyasetini en doğru şekilde yorumlamak açısından bu isimlerin hepsi önemli elbette…Ancak bizim için ehem ve mühim olan bu listede Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı pozisyonunda olan Abdullah Gül’ün isminin bulunmasıdır.

Bu ne menem bir “mezuniyet” listesidir? ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi kayıtlarına dayanarak, sizlere özet bilgi arz edeyim. Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir Eğitim ve Kültür İşleri Bürosu var ve bu büro yıllardan beri “Uluslararası Ziyaretçi Liderlik Programı” adı altında bir kurs düzenliyor. Kursa öyle kendiliğinizden başvuramıyorsunuz, ABD Yabancı servis görevlileri, denizaşırı ülkelerden mevcut veya potansiyel lider adaylarını seçiyor. Hangi alanlarda mı; Hükümet, siyaset, medya, eğitim, sanat, iş dünyası ve diğer alanlar…

Programın tarihçesi de epey derin. 1940’da Nelson Rockefeller tarafından ilk olarak Latin Amerika için başlatılmış ve 130 gazeteci ABD’ye getirilmiş. Gelişerek, devam eden program daha sonra Truman doktrini kapsamında Muhabere Bilgi, ardından Uluslararası Bilgi ve Eğitim Değişim bürosuna dönüştürülmüş. 1952’de de ABD Dışişleri Bakanlığı bünyesine alınmış. 1953’te Başkan Eisenhower tarafından ABD Bilgi Ajansı adı verilen program, daha sonra sırasıyla Eğitim ve Kültür İlişkileri Bürosu, ABD Uluslararası İletişim Ajansı, Uluslararası Ziyaretçi Programı ve son olarak 2004’te Uluslararası Ziyaretçi Liderlik Programı ismini almış.

Kurslar gruplar halinde olduğu gibi, özel de verilebiliyor. Grup kurslarında meslektaşların bir araya getirilmesine dikkat ediliyor.

Açık misyonu belli; ABD eğitim ve kültürünü kamu diplomasisi yoluyla dünyaya yayma!..Kapalı misyonu da geleceğin liderlerini peşinen kafakola alma veya “Başkanın adamlarını” yetiştirme olmalı!..

ABD’nin dünyayı yönettiği söyleniyordu da, herhalde böyle belgelisi görülmemiştir!..Sadece şu anda dünyanın en önemli, en stratejik ülkelerinden üçte birinin yönetimlerinin ABD’nin rahleyi tedrisatından geçmiş olması ne demektir?

70 yıllık bilançoyu da vereyim…Resmi rakamlara göre, toplam 290 mevcut ya da eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile 2 bin bakan bu kurstan geçmiş. Dünyanın çeşitli ülkelerinden kursa seçilen kamu ve özel sektör liderlerinin miktarı için ise, “Çok sayıda” demekle yetiniliyor. Ve yıllık ortalama 5 bin kişi bu kurstan geçiriyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, bu görevlerdeyken kursa alınmış değiller. Bu kurstan geçtikten yıllar yıllar sonra ülkelerinde etkin konuma gelmişler. En eski kursiyerlerden birkaç örnek vereyim; Filipinler Cumhurbaşkanı Arroyo ve Avusturya Cumhurbaşkanı Fischer 1964, Hindistan Cumhurbaşkanı Patiel 1968, Kosta Rica Cumhurbaşkanı Sanchez 1971, Sri Lanka Başbakanı Wickemanyake 1975, Güney Kore Başbakanı Seung Soo 1977, Portekiz Cumhurbaşkanı Silva da 1978’de kurs görmüş.

En taze kursiyerlerin başında ise Kırgızistan Cumhurbaşkanı Bakiyev geliyor. Bakiyev 2004’te kursa alınmış. Şu isimlerin yılları da şöyle: Makedonya Başbakanı Gruevski 2000, Togo Cumhurbaşkanı Gnassingbe 2001, İsveç Başbakanı Reinfeldt 2002…
Bir kez değil, iki kez kurstan geçirilmiş iki isim de var; Biri Tayvan Cumhurbaşkanı Ma Ying-Jeou, önce 1971, sonra 2003’te kursa alınmış. İkinci isme çok şaşıracaksınız; İngiltere Başbakanı Brown…Brown da 1984 ve 1992 olmak üzere iki kez kurstan geçirilmiş.

Kursun Abdullah Gül kısmına dönersek; Bu kursa 1995 yılında seçilmiş. Yani Refah Partisi’nde olduğu dönemde. ABD Dışişleri kayıtlarında Gül’ün gördüğü kursun süresi veya özel mi, genel mi olduğu hakkında bir bilgi yok. Daha ilginci, Gül’ün özgeçmişinde, önemli, önemsiz bir yığın husus yer alırken, bu kurstan hiç söz edilmemiş, edilmiyor olmasıdır. Mesela İngiltere Exeter mezunu olması…Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı iken, Türkçe özgeçmişte Exeter’den söz edilmese bile İngilizcesinde vardı. Şimdi Cumhurbaşkanlığı sitesindeki özgeçmişin hem Türkçesi, hem İngilizcesinde Exeter var, ama bu kurs yok. Acaba Gül, ABD’nin, “Uluslararası Ziyaretçi Liderlik Programı” kursundan mezun olduğunu neden gizleme ihtiyacı duymaktadır? Unutmuş olabilir mi?

Detaylı bilgi almak ve bu listeyi görmek isteyenler;

14 Nisan 2009 tarihli liste için
http://exchanges.state.gov/ivlp/alumni.html

22 Ekim 2009’da güncellenen son liste için
http://exchanges.state.gov/alumni/prominent-alumni.html

adreslerine bakabilir. ABD Dışişleri Bakanlığı Eğitim ve Kültür İşleri Bürosu ya da bu kurs hakkındaki tüm bilgiler de http://exchanges.state.gov/ adresinde.

Kaynak: Açık İstihbarat

26 Ekim 2009 Pazartesi

Telefon Kaydı İspatlıyor : Erdoğan'ın Gizli Kasası Var


Tayyip Erdoğan, gizli kasasına talimat veriyor:
-20-25 gibi gitmesi lazım.
Nereye gitmesi lazım? Güya kızı Sümeyye’ye. Peki nedir bu 20-25? Bin Dolar mı, Milyon Dolar mı, Milyar TL mi?
Nedir, kaç paradır? Peki Sümeyye’nin konumu nedir?


Bu İddiaları Sağlık Bakanlığı'na Soruyoruz


Açık İstihbarat Özel



Show TV'nin 25 Ekim 2009 tarihli ana haber bülteninde; "Domuz Gribi'nden İlk Ölüm Vakası" olarak kanal kanal "reklamı" yapılan vatandaşımızın acılı eşi mealen şöyle konuştu :


"Bize eşimle ilgili bu konuda bir şey söylenmedi. Eşim ; öldüğü ana dek hep üç yataklı bir yerde, başka hastalarla beraber yattı. Biz de hep yanındaydık, bize de maske felan verilmedi. Domuz gribi idiyse niye ayrı odaya alınmadı"


Bunlar eşinin domuz gribinden öldüğünden kuşku duyan bir kadının sözleri. Vatandaşlar da, son günlerde "domuz gribi" furyası üzerinden koparılan yaygaradan şüphelenmiş olacaklar ki; medyada yeralan anketler halkın %85'inin "domuz gribi" aşısına güvenmediği ve yaptırmayı düşünmediği yönünde.


Türkiye'de de; dünya ile birlikte yaşanan/yaşatılan domuz gribi paniği ilaç üreten bir kaç küresel firmaya üç yönlü yarıyor.


"Domuz gribi" aşısını üreten firmalar aynı zamanda , ABD gibi fabrika mantığı ile işletilen büyük domuz çiftliklerinin bulunduğu ülkelerde, domuzların tutuldukları sağlıksız şartlarda hastalık kapmamaları için bolca verilen antibiyotiklerin üreticileri. Hem antibiyotiği , hem de aşıyı üreten Baxter ve Novavax gibi firmalar aynı zamanda "domuz gribi" üzerinden yaratılan kamuoyu sayesinde yükselen hisse senetleri sayesinde de kazançlı çıkıyorlar.


27 Nisan'da Novavax'ın hisseleri 2.55 dolardan satıyordu. Ağustos itibarı ile bu rakam 5.21 dolara çıktı. Şirketin hisseleri şu sıralar 4.04 civarında işlem görüyor. Bir kaç ay içinde ikiye katlanan hisse senetleri sözkonusu.


Türkiye bir kalemde 1 milyon 800 bin doz aşıyı satın alarak, panik havasının her türlü aşırılığı örtbas ettiği bir ortamda, bu tarz yeni üretim/teknolojilerin en önemli maliyet kalemi olan "ilk üretim maliyeti"ni karşılar bir pozisyona kendisini sokmuş durumda. İktidara oturduğu günden beri küresel sermayeyi mutlu eden yüzlerce karara imza atan AKP hükümeti; bizzat Sağlık Bakanı aracılığı ile halk üzerinde yaratılmaya çalışılan panik ortamına malzeme sağlıyor.


Her gün "Domuz Gribi Paniği" gibi başlıklarla haber yapan medyayı da bu resme eklediğinizde; Türkiye , bir kez daha "barış teknolojilerinin" laboratuvar ülkesi haline dönüştürülmüş durumda.


Açık İstihbarat; yıllardır, dünyanın belli ülkelerinin savaş ve barış teknolojileri adına "laboratuvar" olarak seçildiğini ve Irak, Afganistan gibi coğrafyaların her türlü savaş teknolojisinin test edildiği coğrafyalar olarak kullanılırken; Türkiye'nin de barış teknolojilerinin (gözetleme teknolojileri, toplumsal mühendislik teknolojiler, kitle kontrol teknolojileri , gıda teknolojileri, sağlık teknolojileri, v.s.) laboratuvarı olarak konuşlandırıldığının altını çiziyor. "Domuz Gribi" operasyonu , Türkiye'nin bir kez daha birileri tarafından laboratuvar olarak görüldüğünün bütün emarelerini taşıyor.


Bu sağlıksız sağlık tartışması ortamında, sağlıklı ve dengeli bilgi akışı sağlanamadığı için de, "komplo teorileri" ve çeşitli iddialar ortalığa yayılmış durumda. Güvenilir kaynaklardan bizzat tarafımıza ulaşmış bir kaç iddiayı Sağlık Bakanlığının dikkatine sunuyoruz:


1) İllerdeki ilgili makamlara şifahi emirler vererek, hastanelerdeki normal grip vakalarının belirli oranlarda "domuz gribi" vakası olarak tanımlanarak, kayda geçirilmesi yönünde talimat verdiniz mi?


2) Bu şifahi emirlerinizi haber yapan bazı sağlık muhabirlerinin haberlerine müdahale edilerek, gazetelerde yayınlanması engellendi mi?


3) Bazı eczanelere normal grip aşısı için başvuran vatandaşlara, "normal grip aşısı verilmemesi, başvuranların domuz gribi aşısına yönlendirilmesi yönünde talimat var. O yüzden satamıyoruz" mealinde açıklamalar yapılıyor. Bu bir kaç eczanenin işgüzarlığımı , yoksa Bakanlığınızın bu yönde de şifahi bir yönlendirmesi mevcut mu?


Sağlık Bakanı'nın dünyada hiç bir ülkede görülmeyecek bir şekilde, "ülkede yaşayan 100 kişiden 33'ünün domuz gribi olabileceği" yolunda demeç verdiği;


medyanın, kendi paniğini yaratıp, sonrada bunu haberleştirdiği bir ülkede bu tarz iddiaların bir an önce cevaplanarak; virüs paniğinin virüsten daha hızlı yayılmasının önüne geçilmesi gerekir.


Aksi takdirde Oktar Babuna vakası ile başlatılan Türkiye'yi laboratuarlaştırma sürecinde küresel güçler yeni bir cephe kazanacaktır.


Kaynak: Açık İstihbarat

24 Ekim 2009 Cumartesi

''Sil baştan'' yapmak mı? / Fatma Sibel YÜKSEK



Habur'da ortaya çıkan ''açılım'' manzarasına Cumhurbaşkanı şöyle tepki verdi:


“Hoş olmadı. Ben de bunları tasvip etmiyorum. Bunlar provokatif görüntülerdir. Herkesin şöyle bir kendine gelmesini ve yapılan bu işler karşısında ölçüsüz davranışlardan kaçınmasını tavsiye ediyorum"

Başbakan:

“O tür şeylerin olması doğru değil. Bu sürece tuz biber eker. 34 kişi serbest. Bundan siyasi bir rant devşirme gayretine girmek... Arzu etmeyiz ama bu işi tamamen sil baştan yaparız. Bu işin başladığı noktaya dönülür Bu giyim şekliyle Türkiye’ye ’ye girmeleri dahi, batıdaki vatandaşları rahatsız eden şeyler. Araya çomak sokmak yanlış olur. Bu son şanstır diye düşünüyoruz. Bu dönemde başarılırsa, başarılır. Kimse de bizim gibi cesaret etmez bu işe. Birçok riski göze alarak adım attık”

İçişleri Bakanı:

''Bu tür görüntülerin tekrar sergilenmesini kimse aklından bile geçirmesin. Bu konuda asla müsaade ve müsamaha gösterilmesi düşünülemez''

Bu da Genelkurmay Başkanlığımızın Genel Sekreter Tümgeneral Ferit Güler vasıtasıyla kamuoyuna duyurduğu değerli görüşleri:

“19 Ekim günü ve müteakip günlerde yaşanan olayların hiçbir şekilde kabul edilmesi mümkün değildir. Ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına çekebilecek tutum ve davranışlardan kaçınılmalıdır. Demokrasiler savunmasız rejimler değildir. Gelişmeler terörle mücadeledeki azim ve kararlılığımızı etkileyemez.''

Yukarıdaki tepki sahiplerinin hepsi, Milli Güvenlik Kurulu’nun asli üyeleri. Cumhurbaşkanı da, Başbakan da, İçişleri Bakanı da, Genelkurmay da…

Peki o Milli Güvenlik Kurulu hatırlarsınız, 4 ay önceki toplantısında her ne kadar “açılım” kelimesini kullanmasa da ne kararı almıştı?

“Süreci faydalı buluyoruz”

Hatta, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “koordinatör bakan” olarak MGK’nın başı Abdullah Gül tarafından resmen görevlendirdikten sonra yaptığı çalışmalar hakkında Kurul’a uzun uzun bilgi vermişti. İnsan şimdi sormadan edemiyor;

Acaba, yapılan çalışmalar arasında “dağdan indirme hazırlıkları” yok muydu?

Yani, İçişleri Bakanı veya MİT Müsteşarı (bu özel görevle her kim ilgileniyorsa) kendilerine göre “teslim olma”, PKK’lılara göre “Önderliğin kararıyla sürece katkıda bulunma” olan “şeyin” detayları hakkında MGK’ya bilgi vermemişler miydi?

Yani, “şu kadar kişi gelecek, şu şartlarda gelecek, etkin pişmanlıktan yararlanacaklar mı, yararlanmayacaklar mı, DTP gelişi bir siyasi zafer gösterisine dönüştürmeye kalkışırsa ne yapılacak, kamuoyunun psikolojisi böyle bir işe hazır mı vs.” gibi konular MGK’da konuşulmadı mı?

Konuşulmadıysa, 7 saat süren o toplantılarda ne konuşuldu? Koordinatör Bakan Kurul’u saatlerce hangi konuda bilgilendirdi?

Yukarıdaki tepkileri okuyan, bu organizasyondan ne Cumhurbaşkanı’nın, ne Başbakan’ın, ne İçişleri Bakanı’nın, ne de Genelkurmay Başkanı’nın “haberdar olmadığını” düşünür.

Yani şartlar tek taraflı olarak PKK’ tarafından mı belirleniyor?

Biz burada aylarca “devlet teröristle pazarlık yapıyor” diye kızıp durduk ama galiba pazarlık bile yapılmamış. Eğer pazarlık yapılmış olsaydı, en azından peşmerge kıyafeti burnumuza dayatılmaz, DTP’nin “zafer törenleri” yapmasına, Devlet Bahçeli’nin deyimiyle “Hacı kafilesi gibi” karşılanmalarına izin verilmezdi.

Pazarlık yapılmış olsaydı, teröristin ayağına giden hakimler, orada etkin pişmanlıktan yararlanmak için gelmiş insanları karşılarında bulacaklarını zannederken, “Sayın Öcalan” diyen tiplerle karşı karşıya kalıp telaşlara kapılmazlardı… Türk yargısının ayaklara düşmesine vesile olmazlardı…

Bu şartlar altında hiç kimse “sil baştan” falan yapamaz.

Artık başa sarılması mümkün olmayan bir filmle karşı karşıyayız...


22 Ekim 2009 Perşembe

Türk yargısının Habur'da tükenişi / Fatma Sibel YÜKSEK


Bir grup teröristin teslim olmalarından, pardon, ''Liderliğin emriyle barışa katkıda bulunmak için Türkiye'ye giriş yapmalarından'' bir gün önce, yani 18 Ekim'de Taraf gazetesinin manşeti şöyleydi:

"4 Saatte Serbest Bırakılacaklar"

Washington ve Kandil hapşırsa nezle olan bu gazetenin bu süreçte yazdığı her şeye inanmak durumundayız. "Otuz dört teröristin 4 saatte serbest bırakılacaklarını Taraf gazetesi önceden bildiğine göre, sınırda ifade almak üzere görevlendirilen hakim ve savcılara figüran muamelesi mi yapıldı?" diye sorabilirsiniz.

Evet, aynen öyle oldu.

Maalesef, Türk hakimleri ve savcılarına bu çirkin parodide "figüran" rolü verildi. Baksanıza, teröristlere, "Pişmanlık yasasından yararlanmak istiyor musunuz?" sorusunu bile soramadılar. Soramadılar, çünkü anlaşma öyle yapılmış, Kandil ve İmralı bu konuda taviz vermemişlerdi. Zaten gelen teröristlerde daha kapıdan girmeden, "Biz teslim olmaya ve pişmanlık yasasından yararlanmaya gelmedik" dediler.

"Sorgulama" adı verilen tiyatronun daha kahredici detaylarla dolu olduğunu ertesi gün öğrendik. Otuz dört "Sayın teröristlerin" sorgulanmaları ortalama 7 dakika sürmüş! Ergenekon davasında dernek çaycısının sorgulaması tam 28 ay sürerken, yirmi yıldır dağda gezen teröriste sadece 7 dakika soru sormak yeterli görülmüş...

Milliyet gazetesinin sınırdaki "sorgu dramının" ayrıntılarını anlatan haberi şöyle başlıyor:

"Yargı, terörist Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, Mahmur Kampı’ndan gelen 26 ve Kandil’deki örgüt kamplarından gelen sekiz kişinin tutuklanmaması için seferber oldu. Grubun gözaltına alınmaması için Habur’da mahkeme kuruldu. Savcılar, sorguladıkları isimleri, 'Sayın Öcalan' ve 'önderlik' ifadelerini kullanmamaları konusunda ikna etmeye çalıştı".

Hakimlerin ve savcıların bütün "ricalarına" rağmen "Sayın Öcalan" ve "önderlik" ifadelerini kullanan 5 terörist tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk edilmiş…

Dahası var, sorgu öncesi hakimler, teröristlerin avukatlarıyla "toplantı" yapıp, “Suça konu kelimeler kullanılmasın. Üsluplara dikkat edilsin. Bu kritik süreçte, kimse zor durumda kalmasın” ricasında bulunmuşlar. Buna rağmen "Sayın Öcalan" diyenleri "suçu ve suçluyu övmek" fiilinden tutuklama yetkisine sahip olmadıkları için, bu ifadeyi kayıtlara geçirmemekle yetinmişler.

(Şırnak Vali Yardımcısı Abdullah Aktaş'ın sınırda teröristleri "Hoşgeldiniz" diyerek karşıladığı da biliyorsunuz…)

Yargının düştüğü hallere devam edecek olursak:

Önceden hazırlanan odalarda tutulan ve sağlık kontrolünden geçirilen teröristler, özel yetkili savcılarca akşam saat 21.00’den gece saat 02.00’ye kadar sorgulanmış. Sorgu sürerken, polis bariyerleriyle çevrilen binanın önünde sürekli olarak bir ambulans bekletilmiş. (Allah korusun teröristlerden biri rahatsızlansa ne yapardık?) Bina ise, güvenlik şartları uygun olduğu için önceden hazırlanmış (Maazallah, şehit aileleri falan basmasın diye...)

Teröristlere sadece “Örgüte ne zaman katıldın?”, “Nerelerde bulundun?”, “Neden geldin?” soruları sorulmuş. Bu sorulara karşılık hep birlikte ortak ifade kullanarak, “Tıkanan barış sürecini açmak için Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye geldik” cevabını vermişler. Tutuklanmaları talebiyle mahkemeye sevk edilen 5 kişi ise diğer 29'undan farklı olarak, “Kürt halkının önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine, barışa katkı sağlamak üzere Türkiye’ye geldim” şeklinde ifade vermişler...

Mahkemeye sevk edilmeleri de öyle hemen olmamış. Savcılar saatlerce bu ifadeleri kullanmamaları için iknâ etmeye çalışmışlar. Bu arada hakimler ve savcılar ile terörist avukatlarının temasları sürekli devam etmiş. Avukatlarla görüşen hakim ve savcılar sık sık kendi aralarında toplantılar da yapmışlar. Bütün bu "çabalara" rağmen 5 terörist ifadelerini değiştirmeyince, TCK’nın “örgüt üyeliği” başlıklı 314. maddesi uyarınca tutuklanmaları talep edilmek zorunda kalınmış.

Bitmedi...

5 teröristin tutuklanma talebiyle önüne geldiğini gören hakim telaşa kapılarak çabalarını sürdürmeye karar vermiş. Savcılara gidip, “Bu ifadeleri mahkeme huzurunda tekrarlarlarsa, tutuklamak zorunda kalırım. Hâkim huzurunda böyle söylememeleri gerekir” demiş…

Tutukla o zaman kardeşim!

Hâlâ neyin pazarlığını yürütüyorsunuz?

Hâkim Bey, savcılar etkili olamayınca bir de avukatlara gidip “Suça konu kelimeler kullanılmasın. Üsluplara dikkat edilsin. Kimse zor durumda bırakılmasın. Biz de sürece katkı sağlamak istiyoruz” ricasında bulunmuş. Bunun üzerine 5 terörist lütfedip "önderlik" kelimesini kullanmamışlar ama "Sayın Öcalan" demekten hakim karşısında da geri adım atmamışlar.

Hakimim yapabildiği tek şey de, savcının yaptığı gibi bu ifadeyi tutanağa geçmeyip sanıkları serbest bırakmak olmuş...

"Eğer Milliyet gazetesinin haberi doğruysa, bu hakimler ve savcılar hakkında soruşturma başlatılmalıdır" diyeceğiz ama...

Kime diyeceğiz?

19 Ekim 2009 tarihi itibarıyla Türk yargısının düştüğü durum budur...


CIA Facebook ve Twitter'ı Nasıl Takip Ediyor?


Açık İstihbarat



Internet'te bazı şeyler bir anda moda oluyor ve bir anda moda olmaktan çıkıyor. Bunun nedenlerini düşünüp , araştırdığınızda arka planında çok da şaşırmayacağınız dinamikler çıkıyor.


Zamanın en popüler aleti ICQ mesajlaşma yazılımını hatırlayan kaldı mı? Ya da Facebook furyasından önce revaçta olan siteleri. Küresel bir medya halkla ilişkiler çalışması ile bir anda insanların üzerine ağ gibi atılan bu teknolojilerin arka planında CIA gibi istihbarat servisleri yeralıyor. İnanmayanlara işte kanıtı....


Geçenlerde Visible Technologies isimli şirket bir basın bülteni yayınladı...

Yayında aynen şöyle diyordu :

"Sosyal medya ve sosyal ağ çözümlerinde lider firmalardan olan Visible Technologies;

CIA'in ve ötesinde ABD İstihbarat camiasının misyonunu destekleyen yaratıcı teknolojiçözümlerini belirleyen stratejik yatırım firması In-Q-Tel ile stratejik ortaklık veteknoloji geliştirme anlaşması imzaladı"

Visible Teknoloji şirketi, günde yarım milyonun üzerinde sosyal ağ sitesini tarayabilecekteknolojiye sahip olmakla övünen bir firma. Bu firmanın ana yazılımlarından olanTrueCast ; firmanın deyimi ile , Internet üzerindeki canlı sohbetlerin içeriğine anlam katıyor.

İşte CIA; taşeronu In-Q-Tel firması üzerinden bu firma ve teknolojisi ile bir işbirliğine gitmiş durumda.

Visible Technologies firmasını daha da ilginç kılan; ABD'nin Stratejik Komutanlığı ve

Genelkurmayı için medya izleme ve çeviri servisleri sunan Concepts & Strategies ile beraber çalışıyor olması.

Facebook kullanıcılarının %70'inin ABD dışında, 180 ülkeye yayıldığını düşünürseniz ve200'ün üzerinde de Twitter benzeri , İngilizce dili dışında yayın yapan mikro-blogsitelerinin varlığını gözönüne alırsanız, CIA'in bu sosyal ağ sitelerindeki iletişimi neden takip altına aldığını daha net anlarsınız.

CIA Başkanı'nın zamanında Wired dergisine verdiği demeç şuydu :

"Bilgi gizli değil, tasnif dışı . Fakat bizim bu bilgiye olan ilgimizin içeriği gizli. İstihbarat işinde açık istihbarat toplamanın garip yanı, bu işi ne kadar iyi yaparsak hakkında o kadar az konuşabiliyoruz."

Ne diyelim...

Facebook'ta ve Twitter'da "geyiğe" , ayakkabı numaranıza kadar yayınlamaya devam...


Kaynak: Açık İstihbarat

21 Ekim 2009 Çarşamba

TERÖRİST İŞGALİNE UĞRADIK !.../ Ali İhsan GÜRCİHAN


Adına ne derseniz deyin…..
Teröristlerin silahı bırakıp dağdan inmesini,
Artık akan kanın durmasını,
Böyle bir durumda Devlet’in de kucaklayıcı olmasını elbette isteriz.

Ancak bu terörist ve yandaşlarının ;
Kimin talimatı ile geldiklerine,
Geliş şekillerine ve tavırlarına,
Karşılayanların söylem ve davranışlarına,
Taşınan terörist resimlerine ve pankartlara,
Attıkları sloganlara,
Yol boyunca yapılan taşkınlık ve gösterilere,
Yapılan mitingler ve siyasi açıklamalara,
Getirdikleri mektuptaki Kürdistan tanımlarına,
Kameralara karşı yaptıkları zafer işaretlerine,
Kullandıkları Savaş, Barış ve Taraf kelimelerine, bakacak olursak,

Ne gelenlerin ne de karşılayanların söylem ve tavrı,hiçte öyle Devlet’in iyi niyetine vefa gösteren bir yaklaşım içerisinde olmamıştır.Tam aksine, aynen savaş kazanmış işgalci edası içerisinde olmuştur.Bırakın bu Ülke’nin vatandaşı olma sorumluluğunu,en ufak bir kardeşlik emaresi dahi görülmemiştir.

Bir an için,Açılım konusunun iyi niyetle ele alındığını kabul etsek dahi,teröristlerin ve yandaşlarının buna karşılık verdiği cevap ve sonuç gözler önündedir.Asıl amaçlarının ne olduğu da ortadadır.
Müteakip safhada ki tutum ve yaklaşımları da bundan daha farklı olmayacak,güç ve cesaret buldukları bu ortamı istedikleri gibi yönlendirmeye devam edeceklerdir.
Sanırım TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ gözümüzün içerisine bakarak inkâr etmelerine rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi içerisinde dahi kabul göreceklerdir.

Kısacası;
Geçmişte olanları bir kenarı koysak bile,sadece dün Habur kapısından itibaren gördüklerimiz ve duyduklarımız, TÜRKİYE HALKI VE SORUMLULAR ADINA UTANÇ ve ENDİŞE VERİCİDİR.

Tarihe kısaca not düşecek olursak;
Ülkemiz 20 EKİM 2009’de HABUR KAPISINDAN itibaren TERÖRİST İŞGALİNE UĞRAMIŞTIR.

Bu üzücü durum göstermektedir ki ;
GELİŞMELER BÖYLE GİDERSE, GELECEKTE BU ÜLKEDE YENİ BİR KURTULUŞA İHTİYAÇ DUYULACAKTIR.
20 Ekim 2009


Kaynak:Ali İhsan GÜRİHAN

20 Ekim 2009 Salı

Bir Gram Şerefi Olan İstifa Eder


Açık İstihbarat

Yıllarca dağa taşa "Vatan Namustur" yazdırıp, onlarca evladını şehit verip , sonra namus bildiğin sınırlardan eli kanlı teröristler neredeyse devlet töreni ile geçiriliyorsa bir gram şerefi olanın yapacağı tek şey kalmıştır




İstifa Etmek




Aşağıdaki fotoğraf; Türk askerinin başına geçirilen son çuvalın resmidir






İlk çuvalın hemen sonrasında ; başlarına çuval geçirenleri gülerek makamlarında ağırlayanlarla başlayan sürece, Dolmabahçe ile resmi damga vurulmuş ve bu resimle alenen ilan edilmiştir.




Artık söylediğiniz tek bir lafın bile kıymeti harbiyesi yoktur. Nutuklarınızı kendinize saklayın ve istifa edip, kapıda audiniz, torunlarınıza masal anlatın.




NATO amblemleri önünde; AB'ye bağlılık yeminleri edilerek, "vatan müdafaası" ancak bu kadar yapılır. Sizler verilen görevi layıkıyla yaptınız. Elbet birileri size minnettardır.




Bu görüntülere şahit olmak zorunda kalan şehit analarına ve yakınlarına Allah'tan sabır diliyoruz.




Kaynak: Açık İstihbarat

Teslim oluş mu, gövde gösterisi mi? / Fatma Sibel YÜKSEK


Silopi'den başlatılan teslim olma komedisini daha iyi anlayabilmek için lütfen bu röportajı gazetenin arşivinden bulup dikkatle okuyun. "Kürt açılımının" mimarlarından olduğu da bilinen Öneş, olayın genel çerçevesini ve "prensiplerini" özetle şöyle çiziyor:

"-Bu görüşmelerde terör örgütünün yegâne muhatabı İstihbarat Teşkilatı'dır; hükümet böyle bir işe bulaştırılmaz.

-MİT, bu tür temasları bir süredir sürdürmektedir, ancak açılım süreci ile birlikte ilk kez somut adımlar atılabilecek noktaya gelinmiştir.

-Görüşmelerde iki tarafın birbirine saygısı esastır.

-Silahların bırakılması için henüz ortam sağlanamamıştır ama bir yıla kadar bu konuda da sonuçlar alınmaya başlanacaktır.

-Lider kadronun teslim olması ayrı bir süreçtir ve en önemli mesele de budur. Şu aşamada Türkiye'ye gelmeleri sağlanamayacaksa, yaşamlarını nasıl sürdüreceklerini, ne yiyip içeceklerini de düşünmek zorundayız."

Cevat Öneş'in verdiği bilgiler, dün Silopi'de yaşananların tamamen PKK'nın inisiyatifinde bir tiyatro oyunu olduğunu adeta kanıtlıyor. Çünkü, bir kere "çözülme" sonucu bir teslim oluş yok, aksine terör örgütünün belirlediği şartlarda ve seçtiği kadrolar üzerinden bir taktik yürütme var.

Yani Deniz Baykal'ın dediği gibi bir "ön ödeme" ile karşı karşıyayız. (Bunun bir "ön ödeme" olduğunu gören Baykal'ın "teslim olma" adı altında yürütülen bu tiyatroya neden destek verdiği anlaşılamamıştır, o da ayrı konu...)

Güya "teslim oluşun" İmralı'daki'nin emri üzerine başatılması zaten herşeyi yeterince açıklamıyor mu? Kimsenin Türk Devleti'ni taktığı falan yok, kendileri nasıl uygun görüyorlarsa öyle hareket ediyorlar. Bunun adı da "silah bırakma" oluyor.

MİT'in ismi açıklanmayan "yetkili bir ağzı" dün Hürriyet gazetesine şu açıklamayı yaptı:

"İlk dilek sürecin silahlı bir eylemle kesilmemesi, ikincisi işin gösteriye çevrilmemesi. Bu risk biraz var. DTP bayram havası yaratma peşinde. Bu, toplumu gerer. Böyle yapılmazsa sorunsuz ailelerine kavuşurlar. O zaman her şeyi daha rahat zeminde konuşuruz. Şu kesin: Gelenler arasında eyleme karışanlar yoksa, TCK 211 dışında bir işlem yapılmayacak. Bir sorun da silahlı gelinmesi. Böyle geleceklerini sanmıyoruz. Bunu yaparlarsa Ateşli Silahlar Yasası ortada. Silahları var mı, nerede bırakırlar bilemeyiz; ama sınırdan adım attıkları an silahsız olmaları şart. Başkaca hiç sorun çıkmaz.”

DTP'nin bu işi "bir bayram havasına dönüştürmesi" engellenebildi mi? Hayır...

Sürecin silahlı bir eylemle kesilmemesinin garantisi var mı? Yok..

Peki madem MİT bir kaç yıldır terör örgütü ile -karşılıklı saygı çerçevesinde!- görüşmeler yapıyormuş da böyle bir provokasyon olmayacağının garantisini neden alamamış?

Bu soruyu ise ne soran, ne de cevaplayan var...

Ayrıca bu beyler, Türkiye'ye giriş yaptıklarında "tutuklanmama" garantisi isterlerniş.

Böyle bir risk zaten yok da propaganda yapıyorlar işte…

Zaten bizim yetkililerin deyimiyle "herhangi bir suça karışmamış olanlar" nasıl tespit edilecek? Dağa çıkmak başlıbaşına suç değil mi? Herhangi bir suça karışmamışlarsa yıllardır dağlarda çiçek mi toplamışlar?

Dikkat ederseniz, ortada silah bırakma falan da yok. Hürriyet'e konuşan MİT yetkilisi ne diyor?:

"Silahları var mı, nerede birakırlar bilemem" diyor.

"PKK gurusu" Cevat Öneş de bu işin 2010'dan önce olmayacağını söylüyor. Lider kadrosundan teslim olan zaten yok, ayrıca yine Öneş'in yaklaşımına göre onlara belli bir yaşam standartı sağlamadan böyle bir işe girişemezmişiz…

E peki geriye ne kaldı? Bir kutu lokum yaptırıp gelen beş-on hurdaya çıkmış terörist...

Silopi olayının en önemli özelliği, 19 Ekim 2009'un Öcalan'ın artık resmen muhatap alınmaya başlandığı tarih olmasıdır. PKK kadroları onun emri ve inisiyati altında teslim oluyormuş gibi bir tarihi mizansen yaratılmıştır. Ana muhalefet partisi başkanı da dahil olmak üzere devlet de bu mizansene alkış tutmuştur.


17 Ekim 2009 Cumartesi

ŞOK BASKINLAR…/ Ali İhsan GÜRCİHAN


Cuma günü basında geçen haberlere göre;
Deniz Feneri ile ilgili soruşturma kapsamında 17 ayrı adrese baskın düzenlenmiş.
Manşetlere bakarsak,hem de ŞOK BASKINLAR…
………………………………
Hepimizin az çok bildiği bu konunun biraz geçmişini düşünürsek;
Ülkemiz’de ve Avrupa’da insanlarımızın inancına ve insani duygularına seslenerek, Deniz Feneri adlı bir dernek tarafından muhtaçlara yardım görüntüsü altında, para ve malzeme yardımları toplandığı bilinmektedir.
Daha da ötesi,bu derneğin bazı siyasi güç odaklarınca bir şekilde KIZILAY’ı ve
TÜRK HAVA KURUMU’nu ikinci plana itecek şekilde ön plana çıkarılmaya çalışıldığı da bir gerçektir.
………………………………..
Yaklaşık iki yıl önce Almanya’da yürütülen bir soruşturma ve dava sonucu basın kanalı ile verilen haberlerden öğrendik ki ;
Hayırsever, inançlı ve vefalı insanlarımız din ve inanç sömürüsü ile kandırılmış.
Toplanan bu yardımlar ne yazık ki,özellikle ticari ve siyasi güç yaratma adına amacı dışında kullanılmış.
Paraların önemli bir kısmının da , şirketin Türkiye’deki uzantılarına gönderildiği ve bu soygun işinin Türkiye’deki ortak ve kardeş kuruluşlarla birlikte yapıldığı iddia edilmiştir.
…………………………………….
Nerede ise iki yıldır konuşulan tüm bu iddialardan ve konuşulanlardan sonra geçtiğimiz Cuma günü (16 Ekim) basında geçen haberlerden anlıyoruz ki;
Konu ile ilgili olduğu iddia edilen dernek,adres ve televizyona baskınlar, hem de ŞOK BASKINLAR yapılarak evrak ve belge araştırması yapılmış.
Umarız,baskın tarzında yapılan aramalar sonucu iddiaları ortaya koyacak bilgi ve belgelere ulaşmak mümkün olmuş ve ilgili kişiler üzerinde de basının ifade ettiği ŞOK etkisi yaratılmıştır.
……………………………………
Temenni ederiz ki,şok etkisi yaratacak benzer çalışmalarla ;
İnanç ve insani değerleri kendilerine maske yaparak vatandaşlarımızı istismar eden, TARİKAT ( Cemaat )-TİCARET ve SİYASET bağlantılı üç ayaklı CUMHURİYET KARŞITI çete’lerin gerçek yüzünün ve bu ülkede nerelere kadar ulaştıklarının ortaya çıkarılması mümkün olabilsin.

17 Ekim 2009

16 Ekim 2009 Cuma

Sivil Darbe Evlatlarını mı Yiyor? –Meyyal UYGUR


Emniyet teşkilatına, FG cemaatinin damgasını vurduğu tartışmasız bir gerçek. Ancak teşkilatın ortadan ikiye bölündüğü, huzursuzluğun had safhaya ulaştığı da gizlenemez durumda. “Laikler” bertaraf edildi ya, FG ile diğer cemaatler arasında paylaşım savaşı yaşanıyor olabilir mi?

İşte bu ortamda Erdoğan’ın Suriye açılımı ve “İsrail krizi”nin yanı sıra zaten yeterince yıpranmış olan Akyürek üzerinde yapılan operasyonla da diğer cemaatlere, özellikle Milli Görüş’e gül attığı söylenebilir.


“Kürt, Ermeni, Kıbrıs” gibi bilumum açılımlarımızın öncü habercisi Uluslararası Kriz Grubu’nun 14 Nisan 2009 tarihli, “Türkiye ve Ermenistan: Zihinlerin Açılması, Sınırların Açılması” başlıklı raporda yer alan bir cümle aklımdan hiç ama hiç çıkmıyor. Türkiye’de “Ermeni” açılımının “miladı” şöyle ifade ediliyordu:

“Gerçek dönüm noktası, çok sevilen İstanbul’un entellektüel elitine mensup Ermeni Türk Gazeteci Hrant Dink’in Ocak 2007’de, bir milliyetçi ekip için çalışan silahlı bir adam tarafından öldürülmesi oldu…”

“Kürt açılımı”nın “dönüm noktası” ise ABD-Barzani destekli, video kayıtlı Dağlıca, Aktütün baskınları olmuş, Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, “Dağlıca’dan sonra Türkiye ile Kürtler arasında bir çatışma olacağı bekleniyordu, ama en kapsamlı ilişkiler sağlandı. Biz bölgeyle ilgili politikalarımızda krizleri büyüterek değil, işbirliğini artırarak sonuç almayı tercih ediyoruz…” sözleriyle, o acı gerçeği itiraf etmişti. Ama görüyoruz, dört koldan baskı, tehdit, şantaja rağmen bu “açılım” özellikle içerde hazmedilemiyor, çok ciddi direnişle karşılaşıyor. İşte o hallerde “Ermeni açılımı” ile ilgili bu satırlar beynimi hep burgu gibi deliyor…Ya “Kürt açılımında da gerçek dönüm noktası” sayılacak kurban veya kurbanlar verilirse diye!..

Neyse!..

Dink’in öldürülmesi ile başlayan ”Ermeni açılımı”, iki gün önceki Bursa maçıyla zirveye ulaştı…Ne tesadüf zirve noktasında Dink’in öldürülmesinden “sorumlu” olduğu iddia edildiği halde makamında tutulan, hakkında soruşturma açılmasına dahi izin verilmeyen Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek görevden alındı…Neden alındı ve neden şimdi? Bu ne cins bir “kurbanlık”tır?..

“Maksat hasıl oldu”ğundan mı, Dink Ailesi’nin “hesapları” bozmaması için “sus payı” mı, herkesin kendi “izleme-dinleme mekanizmasını” kurmasından sonra artık Emniyet İstihbarat’a ihtiyaç kalmaması mı, Başbakan Erdoğan’ın aleniyet kazanan “baskın erken seçim” hesapları mı? Yoksa hepsi birden mi?

Elbet gerçekler er-geç ortaya dökülecek. Ama Hrant Dink’in öldürülmesi olayının tüm boyutlarıyla aydınlatılması en acili. Çünkü bu cinayet sayesinde Türkiye’ye, Gül’ün ifadesiyle “tarih yaptırılıyor”, dahası Türkiye, bağırta bağırta Türk Dünyası’ndan kopartılıyor. Maç bahanesiyle Azerbaycan bayrağının yasaklanabilmesi az şey mi? Türkiye’ye başka konularda da “tarih yaptırılmasına” örnek olmaması için acil…

Evet, Akyürek’in görevden alınmasıyla bu meselenin kapandığı varsayılmamalı, buna izin verilmemeli. Mesela Dink cinayetinin azmettiricisi olduğu iddia edilen, 1 numaralı sanık “Büyük Abi” Erhan Tuncel’in bağlantıları, “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle imha edildiği söylenen telefon görüşmelerinin kayıtları mutlaka bulunmalı. Tabii Başbakanlık Teftiş Kurulu ve MİT’in tespitlerine rağmen Erhan Tuncel’in kökü-kökenine ilişkin bilgilerin ısraren neden görmezden gelindiği sorusu da mutlaka cevaplandırılmalı.

Emniyet, Erken Seçim, Milli Görüş

Akyürek operasyonunun “baskın erken seçimle” ne ilgisi mi var?

Emniyet teşkilatına, FG cemaatinin damgasını vurduğu tartışmasız bir gerçek. Ancak teşkilatın ortadan ikiye bölündüğü, huzursuzluğun had safhaya ulaştığı da gizlenemez durumda. “Laikler” bertaraf edildi ya, FG ile diğer cemaatler arasında paylaşım savaşı yaşanıyor olabilir mi?

İşte bu ortamda Erdoğan’ın Suriye açılımı ve “İsrail krizi”nin yanı sıra zaten yeterince yıpranmış olan Akyürek üzerinde yapılan operasyonla da diğer cemaatlere, özellikle Milli Görüş’e gül attığı söylenebilir.

Hemen buradan fokur fokur kaynayan Saadet Partisi’ne geçelim. Genel Başkan Numan Kurtulmuş’un “Kürt açılımına” verdiği destek, “Ne Mutlu Türküm Diyene” dizesiyle biten Öğrenci Andı’nın kaldırılmasını istemesi, Suriye açılımı için Erdoğan’a teşekkür etmesi bilmem dikkatinizi çekti mi? Kurtulmuş’un bu açılımları en çok Erbakan ve ekibini rahatsız ediyor, zaten beyanlarına da yansıyor. Bardağı taşıranın ise Kurtulmuş’un, partiye ait Tv-5’in Aydın Doğan’a satışından elde edilen 15-20 milyon doları, borçların tasfiyesi için Erbakan ekibine vermeyip, kendi kadro ve politikalarını oluşturmada kullanması olduğu öne sürülüyor. Bir de Milli Gazete’de Hasan Ünal ve Afet Ilgaz gibi Erbakan yanlısı kalemlerin yazılarına süresiz ara verilmesi var ki, kelimenin tam anlamıyla “savaş baltalarının” çıkarılması addediliyor.

Yani Erbakan’ın, Kurtulmuş’un tasfiyesi için düğmeye basması mukadder görünüyor. Ancak Hoca’nın açmazı büyük. İddialara göre, daha önce milletvekilliği, bakanlık vaadlerini elinin tersiyle iten Kurtulmuş’a, AKP tepelerinden bu defa, “Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığından sonra AKP’nin başı olması” teklifi geldi!. Bundan haberdar olan Erbakan bir türlü düğmeye basamıyor olabilir mi?

Tam bunların konuşulduğu bir dönemde Erdoğan’ın gazete takımının en üstünde Milli Gazete’nin durduğunun ve güne bu gazeteyi okuyarak başladığının duyurulması tesadüf olabilir mi?

(Açık İstihbarat: Son günlerde “Emniyet teşkilatına yakın” yeni yazarlar üzerinden Emniyet içindeki kavgaların deşfre edilmeye başlandığı ve en son olarak “Ergenekon” savcı ve hakimlerini samimi pozlarla yan yana gösteren fotoğrafların yayımlandığı Odatv, bu kez de Tayyip Erdoğan’ın güne Milli Gazete’yi okuyarak başladığı haberini “Başbakanlık kaynaklarına dayanarak” verdi. Daha önce de Tayyip erdoğan’ın güne Vakit gazetesini okuyarak başladığı söylentisi yayılmıştı)

Evet Erdoğan içeride, dışarıda gerekli yığınakları yapıp, tam gaz erken seçime gidiyor…Ya da oraya sürükleniyor…Sonucu mu? Galiba son galibiyetin, ilk “mağlubu” kendisi olacak!..

Kaynak: Açık İstihbarat

14 Ekim 2009 Çarşamba

Bayrak Yasağı “Gül” Gibi!.. Meyyal UYGUR


Türkiye-Ermenistan maçında stada Azerbaycan Bayrağı sokulması yasağının ardından hedef tahtasına oturtulan isim Bursa Valisi Şehabettin Harput oldu.

Bütün faturayı Harput’a çıkarmadan önce Başbakan Erdoğan’ın, “Benim Valim” jargonunu hatırlamanızı istesem!..

Bir de iktidara yakın Yeni Şafak Gazetesi’nde 7 Ekim günü yayınlanan şu haberi…"Sarkisyan Kriterleri" başlığıyla verilen haberde, şöyle deniliyordu:

“ Cumhurbaşkanı Gül, Bursa’da oynanacak olan Türkiye-Ermenistan milli maçı öncesi Bursa Valisi Şehabettin Harput, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Bursa Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya ve beraberindeki heyeti Tarabya Köşkü’nde kabul etti. Gül, Türkiye-Ermenistan milli maçının dostluk havasında geçmesi için “iyi bir misafirperverlik” gösterilmesini istedi. Toplantıda Türkiye-Ermenistan arasındaki siyasi açılımı hedef alacak siyasi sloganların atılmaması için alınacak tedbirler masaya yatırıldı. Tüm dünyanın dikkatinin 14 Ekim’de yapılacak olan Türkiye-Ermenistan maçına odaklandığını belirten Cumhurbaşkanı Gül, maçın dostluk havası içinde geçmesi ve iyi bir misafirperverlik gösterilmesinin önemini vurgulayarak herkesi hassas ve sorumlu davranmaya çağırdı. Toplantıda Yukarı Karabağ’a ilişkin döviz ve pankartların açılmaması, Azerbaycan bayraklarının stada sokulmamaması da alınacak tedbirler arasında yer aldı."



İşte Gül’ün bu kabulü ve bu kabulde masaya yatırılan tedbirler kapsamında o yasak kararı alındı. Nitekim Vali Harput o toplantının ardından yine Yeni Şafak Gazetesi’ne, “Türk Milleti’nin Azerbaycan ile ilgili hassasiyeti ve milli duygularının üst seviyede olduğunu” hatırlatıp, “Bu hassasiyeti farklı istikametlere çekmek isteyen kitleler olabilir. Bu maçın Türkiye-Ermenistan ilişkileri kadar, Azerbaycan’a da olumlu etkileri olacağını gözününde bulundurmalıyız. Bu sebeplerle maça bazılarının Azerbaycan bayrağı ile gelmesine müsaade edilmeyeceğini Valilik olarak ifade ediyoruz. Maçta, tek bayrak Türk bayrağı, tek pankart Türkiye pankartı olacaktır. Bunun dışındaki bayrak, flama ve sloganlara müsaade edilmeyecek” diye konuştu.

Şeytan ayrıntıda gizlidir değil mi?..Bilmem, bayrak yasağının gerçek adresini tarif edebildim mi?!..

Gül, maçta “iyi bir misafirperverlik gösterilmesini” istemişti. Başbakan Erdoğan da son grup toplantısında, “Türk misafirperverliğinin gösterilmesi” çağrısında bulundu. Bu vesile ile nihayet uzun aradan sonra “Türk”ü hatırlamış olmasına sevindim…Ama hemen peşinden kendi kendime, “Neden her zamanki gibi Türk, Kürt, Laz, Çerkez vs. misafirperverliği diye sıralamadı ki?” sorusunu sordum. Olası bir tatsızlığı “Türklere” yıkmak için olmasın gibi bir vehme kapıldım nedense!..

FIFA da Tezgahın İçinde

Duyarlı iki vatandaşımızın mahkemeye müracaatı üzerine bayrak yasağı kaldırıldı, ama o da ne, ne tesadüf, bu defa FIFA’nın, “Azerbaycan Bayrağı istemezuk” diye karar aldığı duyuruldu.

Belki inanmayacaksınız ama dünden beri, Zürih’lerde, perde arkalarında “açılım” yemeği pişirilirken, Türkiye-Ermenistan’nın eşleşmesinde, 14 Ekim tarihinin (Kars Antlaşması’nın yapıldığının bir gün sonrası) belirlenmesinde mutlaka bir bit yeniği olduğunu düşünüyor, içimden “Keşke spor muhabirliği yapsam, FIFA çevrelerinde tanıdıklarım olsa bu işi mutlaka çözerdim” diyordum. “Elbet bir gün Erman Toroğlu gibi ‘kodu mu oturtan’ bir spor adamı bu işin üzerine gider” umuduyla, meseleyi kafamdan atmaya çalışırken, FIFA’nın son dakika atağını duydum.

İşte o zaman FIFA’nın da bu tezgahın içinde olduğuna kesinlikle kâni oldum.

Neden mi? Türkiye-Ermenistan’nın karşı karşıya geleceği ve ilk maçın Erivan’da yapılacağı belli olduğunda, Başbakan Erdoğan’ın, “Maçın üçüncü bir ülkeye alınması için FIFA’ya müracaat ettik. Ancak kabul edilmedi” dediğini hatırlıyor musunuz? Acaba niye? Kabul etseler, Gül, Erivan’a gider, bu “açılım”, Ermenistan tezlerinden tek milim kıpırdamadığı halde bu kadar hızlanır mıydı?

Haa, bir de Türkiye Ermeni Patrikliği Başpiskoposu Aram Ateşyan’ın söyledikleri vardı. “Türk ve Ermeni toplumunun muhakkak bir araya gelmesi gerektiğini, bunun için bir vesileye ihtiyaç olduğunu” söyleyen Patrik, “İki toplum da bir adım atmadı. Bence ilk adımı Tanrı attı. ‘Dur’ dedi, iki takımı karşı karşıya getireyim” şeklinde konuşmuştu. Ben de bunun üzerine, yine bu sütunlarda, “Yok Sayın Başpiskoposum, yok; Tanrı değil, ‘ilahlar’ öyle istedi!..” demiştim.

Anlaşıldı ki, o “ilahlar”dan biri de FIFA’ymış!..

Maç sebebiyle Türkiye’yi “şereflendiren” Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan için, sipariş üzerine Bursalı bir firma tarafından rugan deriden, Swarovski’nin kristal taşlarıyla süslü, ayakları lake bir koltuk takımı hazırlanmış. Değeri 10 bin Dolar’mış.

Kendi “davaları” adına 100 yıllık başarıya imza atan Sarkisyan, böyle süslü ve pahalı bir koltukta oturmayı hak etti!..Merakım, o koltukların siparişini kim veya kimlerin verdiği…Millet ağlarken, bunu düşünebilene bir çift söz söylemek için!..

Kaynak: Açık İstihbarat

Baykal'ın kamera önerisi ciddiyetten uzaktır / Fatma Sibel YÜKSEK


CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, önceki gün Meclis’te gazetecilerle sohbet ederken, Başbakan ile eski Genelkurmay Başkanı emekli yaşar Büyükanıt’’ın Dolmabahçe’de yaptıkları görüşmeyi ve yapılan eleştirileri hatırlatıp, “Bu görüşmeye dönmemeli. Görüşme yayımlanacak diye bir ısrarımız yok. Zamanı gelince yayımlanmasına ortak karar verilebilir” demiş.

Peki devletin kayıt tutma sistemine ne oldu da Mete Han’dan beri uygulanan bu yöntemin yerini mektuplaşmalar, kameralı sohbet önerileri vs. aldı?

AKP’nin iktidara geldiği günden beri kayıt tutma işine sıcak bakmadığı biliniyor. Bu önemli gelenek 7 yıldır neredeyse ortadan kalkma noktasına geldi.

Eğer Dolmabahçe görüşmesi normal şartlarda yapılmış bir görüşme olsaydı, Başbakan’ın tavrı ne olursa olsun Yaşar Büyükanıt böyle bir riske girmezdi ama belli ki üzerinde bugün hâlâ sırrı çözülememiş olan bazı baskılar vardı.

Onların ne olduğunu bilmiyoruz…

Deniz Baykal’ın “Görüşme kamera kaydına alınsın, Başbakan’ın istediği bir televizyon kanalının bu işi üstlenmesine itiraz etmeyiz” şeklindeki önerisi, kusura bakılmasın ciddiyetten uzaktır. Hangi televizyon kanalının böyle bir yetkisi var?

Herhangi bir televizyon kanalına iktidar ile muhalefet arasında “noterlik” yapma statüsü verilebilir mi? Başbakan, “Samanyolu televizyonu yapsın” derse ne olacak? Samanyolu, televizyonu o saatten sonra memleketin “ombudsmanı” muamelesi mi görecek? Düşünsenize, o iki şanslı kameraman her kim olacaksa, bir anda ülkenin en önemli insanları konumuna gelecekler!

Ayrıca Başbakan, örneğin patronajı ve yayın politikası itibarıyla hükümete yakın bir çizgide duran ATV veya Kanal 24’ün kayıt yapmasını isterse, Baykal bu kayıtlara güvenecek mi? Dolmabahçe’de olanlara benzer hadiselerin yaşanmaması ve kamuoyunun bilgilenme hakkını savunmak anlaşılır bir şey ama ortada tutanak tutulması gibi ciddi ve güvenilir bir yöntem varken “kamera kaydı” önermek, Baykal’ın 6 sayfalık cevabi mektubunun ciddiyetini tamamen öldürdü.

Baykal aslında 6 sayfalık mektupta bu konuda söyleyeceği her şeyi söyledi. Başbakan Erdoğan ile yapacağı görüşme bundan sonra formaliteden ibarettir. Bu durumda aslında Erdoğan, görüşme talebini geri çekmeyi bile düşünebilir, çünkü Baykal Başbakan’a ne söyleyeceğini dün grup toplantısında da detaylı olarak açıladı.

Bununla kalmadı, “kamera önerisi” kabul görmese bile görüşmede neler konuşulduğunu kamuoyuna açıklayacağını duyurdu. Bu durumda görüşme “partiler arası bayramlaşma” havasından öteye gidemeyecek demektir.

“Eee, daha daha nasılsınız? Ne yaptı sizin oğlan askerliği tamamladı mı? Maşallah, maşallah…” şekline dönüşecektir; çünkü böyle kritik bir konuyu hiç kimse-hele de Başbakan Erdoğan- kameraların önünde konuşmaz.

AZERBAYCAN BAYRAĞI…

Yazıyı yazarken Bursa Valisi Şehabettin Harput’un Türkiye Ermenistan maçına Azerbaycan bayrağı sokulmaması yönündeki yanlış karardan geri döndüğü haberi geldi.

Zaten, iki vatandaş hemen yürütmenin durdurulması talebiyle Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurmuşlardı. Sayın Vali’nin mahkeme kararını beklemeden yanlışı düzeltme yoluna gitmesi gayet iyi oldu -ki Harput gibi devlet tecrübesi olan bir valiye de bu yakışırdı-.

Yine de Azerbaycan bayrağına “terör örgütü bayrağı” muamelesi yapmaya kalkışmanın tarihi sorumluluğundan tam kurtulduğumuzu düşünmeyelim. Böyle şeylerin şuurlarda bıraktığı iz önemlidir. Ankara’nın orta yerinde yapılan bir takım parti kongrelerinde terör örgütünün bayrakları, teröristbaşının posterleri açılabilirken, maçta Azerbaycan bayrağını yasaklamaya kalkışılıyor.

Azeri bayrağı ile Türk bayrağını birbirinden ayrı düşünemeyeceğimize göre bu girişim maalesef sadece Azeri kardeşlerimiz değil bizleri de rencide etti.


12 Ekim 2009 Pazartesi

Kafkasya politikasının çöküşü / Fatma Sibel YÜKSEK


Ermenistan gibi dünya dengelerinde hiçbir ağırlığı olmayan, Ankara’nın Batıkent semti büyüklüğündeki bir ülke ile eşit tutulup “çocuk muamelesi” gördüğümüze mi yanalım; yoksa Kafkasya’da bundan sonra başımıza gelecekleri düşünüp karalar mı bağlayalım…

Protokolün 3 saat gecikmesine neden olan şu “krize” bakar mısınız.. Nalbantyan, Davutoğlu’nun konuşma metnindeki “Kafkasya’da istikrar” sözüne takılmış. Düşünün, Karabağ’dan söz edemediğimiz gibi, bu sorunu çağrıştıracak bir imâ da bile bulunamıyoruz. Bunun üzerine Davutoğlu da “Ben de bir problem çıkarmasam olmaz” deyip, O da Nalbantyan’ın konuşmasındaki ‘Without precondition” yani “Ön şart olmaksızın” kelimesine itiraz etmiş.

Olayı izleyen gazetecilerin anlatımına göre, sorunu önce Ermeni tarafı başlatıyor. Bizim o aşamaya geldikten sonra bir sorun çıkarmayacağımız biliniyordu, çünkü Başbakan haftalar önce “Biz imzalamaya hazırız” demişti. Ermenistan Dışişleri Bakanı Eduard Nalbanytan, Ahmet Davutoğlu’nun konuşma metnini önceden görmek istiyor. Davutoğlu da bu istekte bir beis görmeyip, “O zaman biz de sizinkini görelim” diyor. Bizzat Başbakan’ın Azerbaycan’a verdiği güvenceye rağmen Karabağ’ın adını bile anmamıza engel olmayı başaran Ermeniler, konuşma metnindeki “Kafkasya’da istikrar” deyimini de münasip bulmuyor. Yukarı Karabağ sorununu “çağrıştırıyormuş”!

Böyle çocukça bir kapris karşısında organizasyonu düzenleyenlerin bulup bulabildiği çare ise “konuşmaların iptal edilmesi”...Bazı gazetelerimiz de “Öneriyi biz getirdik, ABD, Rusya ve Fransa destek verdi” diyerek böyle uyduruk bir olaydan züğürt tesellisi çıkarıyorlar.

Azerbaycan cephesine bakacak olursak: İlham Aliyev’den beklenen tepki gecikmedi. Azerbaycan televizyonuna konuşan Aliyev, “Türkiye ile Ermenistan arasında uzlaşı protokollerinin imzalanmasıyla iki ülke arasındaki sınırın açılacak olmasının Azerbaycan ile Ermenistan arasında devam eden Karabağ sorununa barışçıl çözüm bulunması görüşmelerine de katkıda bulunacağı görüşüne kesinlikle katılmıyorum.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın ancak ve ancak Karabağ meselesine çözüm bulunduğunda açılması gerektiğini dile getirmiştik. Bu prensipten sapmalar olumlu değil, istenmedik sonuçlar veriyor. Türkiye Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Meclis Başkanı bize defalarca Ermenistan ile sınır konusunda güvence verdi. Karabağ meselesi çözüme kavuşmadan sınırın kapalı kalacağı teminatı verildi. Azerbaycan, bağımsız devlet olarak başka ülkelerin aralarındaki ilişkilerin nasıl düzenleneceğine karışmayı asla düşünmemekte. Ancak Azerbaycan kendi içişlerine de başkalarının müdahale etmesine karşıdır. Sonuç olarak Türkiye yönetiminin bize verdiği sınır güvencesi sözünün arkasında duracağını ümit ediyoruz” diye konuştu.

Bir şey daha söyledi Aliyev… 8-9 Ekim’de Moldova’nın başkenti Kişinev’de yapılan bağımsız Devletler Topluluğu toplantısından Azerbaycan lehine hiçbir sonuç çıkmamış. Oysa biz, uluslararası toplumun bu toplantıda, bizim yapmadığımızı yapmasını, yani Azerbaycan’ı teskin etmesini ummuştuk. Dahası, bu toplantıda Ermenistan, Karabağ’dan çekilme takvimi gibi bir şey açıklayacak diye kandırmıştık kendimizi. Ermenistan ise, şekilde görüldüğü gibi bu konuyu “Kafkasya’nın istikrarı” başlığı altında bile konuşturmadı. Bu, Türkiye’nin Kafkasya ve Türk dünyasında bitirilmesi değil de nedir?