31 Temmuz 2009 Cuma
İslamcı Burjuva'dan Allah'a Şirk Koşan Sözler
30 Temmuz 2009 Perşembe
Paşalar "Terörist" ; Öcalan "Paşa" Oluyor / Meyyal Uygur
Anlaşıldı değil mi, Öcalan’a “Paşa”lık rütbesi verilmesini istiyor.
TİSK’in Temmuz 2009 ekonomi bültenine göre, Türkiye ekonomisinin durgunluk içine girdiği artık kesinleşmiş…II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli krizini yaşıyormuşuz…Ve yüzde 14.9’luk işsizlik oranıyla dünya dördüncüsü olmuşuz!..
Ekonomiyi düzeltemeyen, aksine 7 yılda iyice batıran AKP, “insan hakları türküsü” çalıyor, vatandaş aldırıyor mu, aldırmıyor mu bilmiyoruz, ama koca koca adamlar, anlı-şanlı medya, “Türkiye ağırlıklarından kurtuluyor, uçuşa geçiyor…” diye oynuyor.
Yoksa şu kaynağı meçhul 18.3 milyar doların, “Kürt sorunun çözümünde tarihi ve kaçırılmaz fırsat”la bir alakası mı var?
Gül, Erdoğan, Atalay üçlüsü, en revaçtaki “sorunsalın” daha adını koyamamış, “Kürt sorunu, Güneydoğu sorunu, terör sorunu ne derseniz deyin, çözmeliyiz” buyuruyor.
İçişleri Bakanı Atalay, “milleti alıştırma” toplantısında, “Milletçe çok bedeller ödediğimizi, artık sorunu çözme zamanı geldiğini” söyledi. Evet çoook bedeller ödedik, hala da ödüyoruz. İyi ama o bedeller, neticede bölücülerin istediği olsun diye mi ödendi?
Ha bu arada terörle de güya “mücadele ediliyor”!..Bakan Atalay, “çözüm” toplantısından bir gün önce Türkiye-ABD-Irak üçlü toplantısını yaptı. “Üçlü” dendiğine bakmayın, aslında “dörtlü”ydü, Barzani’nin temsilcisi de katıldı. Bildim bileli bu toplantılardan, “Mahmur kapatılıyor, Irak’a 150 kişilik liste verildi, PKK Irak topraklarından çıkarılacak, Barzani Kandil’i sıkıştıracak” sonucu çıkmıştı, yine aynısı oldu. Diyelim ki, Irak’ın sözde Cumhurbaşkanı Talabani’nin Nisan tarihli,
Bu açıklamalar, “Üçlü mekanizma, terörle mücadele” falan diyerek, birilerinin bizi fena halde işlettiğini göstermiyor mu?
Diğer “sorunsallar” ve “çözümler” deki gidişat da farklı değil. İşte bazıları:
Kıbrıs sorununuz var…Ne yapalım?...Sakın masadan kalkmayın…
Liste uzayıp, gidiyor, Türkiye’nin önünde de iki seçenek var:
A-Abi dükkan senin, al bu da anahtarı B- Anan güzel mi?
Bunlardan hangisinin seçildiği belli olduğuna göre, bu ülke, bu sınavdan “sıfır” çekmez mi?
“Kürt sorunsalının çözümünde” sahneye sürülen son aktörü de es geçmeyelim.
Görünürde yazar, hukukçu ve STÖ’lerin, gerçekte İmralı’dakinin talimatıyla 13-14 Ocak 2007’de Ankara’nın ortasında yapılan, Türkiye ile PKK arabuluculuğunu hedefleyen, aynen bugün konuşulanların paketlendiği “Türkiye Barışını Arıyor” konferansını hatırlıyor musunuz?
Hatırlamadığımız içindir ki Yaşar Kemal bu defa da, ticari kazancı, Batı’ya ve iktidara yaranma uğruna artık Türkiye’yi pazarlık masasına koyan Aydın Doğan medyasının Radikal kanadı üzerinden yeniden sahneye sürülebildi.
Yaşar Kemal’in, o “Türkiye Barışını Arıyor” konferansından sonra Gül’le görüştüğünü, yine Gül döneminde, “Çankaya Nobeli” denilen Kültür ve Sanat Ödülü’nün Yaşar Kemal’e verildiğini biliyorsunuz değil mi?
Bu isimlerden, “Mümtaz” veya “er”liği tartışmalı, ama “Türk-arkaya” felsefesinin yılmaz savunuculuğunu yaptığı kesin olanın son açılımına değinme zamanıdır.
Anlaşıldı değil mi, Öcalan’a “Paşa”lık rütbesi verilmesini istiyor. Bu isteğini, eski camiasının piri sayılan isimlerinden birisine söylediğimde tepkisi aynen şu oldu: “Osmanlı, elebaşlarına ‘paşa’ unvanı veriyor, sonra da gidip, kellesini alıyordu!..”
Bu nasıl bir mekanizmadır ki, boynuz kulağı geçiyor?
Peki, “Üç Havari”lerden Eser Karakaş’ın son önerisinden haberiniz oldu mu?
Mehmet Ali Birand da, “Şehit sayısı 5’ten az olursa haber yapmayalım” demiş, ardından Yaşar Büyükanıt tarafından Eğridir Dağ Komanda Okulu’nda el üstünde tutulmuş ve gerçekten 5’ten aşağı şehit haberleri sansürlenmişti. Eser Karakaş, devir-teslim törenlerine “Baş Denetçi” olarak davet edilir mi bilmem, ama işte nasıl zıvanadan çıktığımızın resmi; “Milliyetçi”den, teröristlere “Paşa”lık, “Havari”den, Paşalara “sansür” teklifi!..
Bu öneri bolluğu karşısında, en kesin ve toptan çözüm için benim de fikrim geldi; Bakkallara söyleyin de, 30 Ağustos’a kadar askerlere ekmek bile vermesinler…Bakın, görün Öcalan’ın “Paşalığı”nın önü nasıl açılır!..
Yönetimde Mustafa Kemal’e kulak veren kalmadı ya, belki bir umut Abraham Lincoln’ü dinlerler; Bölünmüş bir ev ayakta kalamaz!..
5 Genelkurmay Başkanı Niçin Ergenekonla Suçlanıyor?
29 Temmuz 2009 Çarşamba
Ertuğrul Özkök Neyin Pazarlığını Yaptı? / Fatma Sibel YÜKSEK
En çok şunu merak ediyorum:
Her iki Sayın Paşa da “Biz bu kadar açık, samimi, uyumlu, “demokrasinin” emrine amâde davranıyoruz, karşılığında sızdırma haberlerle kamuoyu önünde zor duruma düşürülüyoruz; bu reva mıdır” şeklinde bir hislenme, bir burkulma yaşamışlar mıdır?
İki eski genelkurmay başkanı, kendileri ne düşünmüş olurlarsa olsunlar, sözkonusu haberlerle kamuoyu önünde küçük düşürülmüşledir.
Özkök ise, silah arkadaşlarına ağır suçlamalar yöneltilen ve üzerinde hukuki bakımdan çok büyük tartışmaların devam ettiği bir soruşturmada, arkadaşları aleyhine bilgi vermek için can atan bir “Sayın muhbir vatandaş” hüviyetine bürünmüştür.
“Herkesin bir fiyatı, bir fiyatı yoksa bir açığı mutlaka vardır” diye düşünmemiz için daha kaç örnek göreceğiz dersiniz?
Anlaşılan daha çok örnek göreceğiz….
“Kuyruğu kulağına denk” trampet çalan, hercai bir köşe yazarı olunca iş kolay.."Varmış Ergenekon, ben bilememişim” diye özür dileyip, üste bir de Tayyip Bey’in sarı bıyıkları ve ray ban gözlükleriyle “ne kadar karizmatik durduğuna” dair bir yazı yazarsınız, sizi istediğiniz tahtırevana bindirirler…
Bu uzun girizgâhtan sonra soralım:
Ertuğrul Özkök, İmralı teröristinin devlet tarafından doğrudan muhatap alınması konusunda neden öncülük yapmaya başladı?
İşi neden, “Bebek katili adını ben koydum” dedikten sonra teröristten özür dileme noktasına getirdi?
Oysa daha haftalar önce, Ergenekon operasyonlarının tümünü önceden haber vermiş olanlar, “Sırada medya var. 28 Şubat’a destek vermiş büyük bir gazetenin sahibi ve genel yayın yönetmeni tutuklanacak” diye yazılar yazmaktaydılar…
Ne oldu da bu yazılar birden bire bıçakla kesilir gibi kesildi?
“Ergenekon terör örgütü üyesi” zannıyla bir sabah tutuklanmamanın “karşılığı” mı var?
Nedir o “güvencenin” bedeli?
28 Temmuz 2009 Salı
AKP’den Muhafazakârlara “Sus” Payı- Meyyal UYGUR
Hadi ulusalcı-milli güçleri ve TSK’yı böyle bertaraf ettiler. İyi ama muhafazakâr kesimin “PKK’yla anlaşma ve Kürdistan” projelerini desteklediğini mi zannediyorlar?
YÖK’ün üniversite katsayılarını düzenleyip, İmam-Hatiplilerin “önünü açması” ilk adım. Öncelikle belli bir kesimde yeniden “Laiklik elden gidiyor. Şeriat geliyor!..” korkusunu hortlattığı için AKP’ye artı bir getirisi oldu. Yeter ki, yolsuzluk, yoksulluk, ama illa da “ülkeyi bölme” projeleri konuşulmasın!..Hele katsayı projesinin öncüsü TÜSİAD’ın düşürüldüğü hal, her tarafı mennun etmeye yönelik o tırsık yazılı açıklamanın bile Mustafa Koç tarafından düzeltilmesi, AKP’ye yeter de artar!..Ama asıl hedef, "Müslüman Cumhurbaşkanı, Müslüman parti" zannıyla AKP’yi destekleyenlerin yanı sıra, Milli Görüş, BBP, hatta MHP’liler. Baksanıza nasıl da “mağduriyet giderildi” diye seviniyor, iktidarı kutluyorlar. Bir süre için bile olsa ülkenin temel sorunları, bu cenahın da gündeminden düştü, yani yine AKP kazandı!...En önemlisi, “Bunca yıldır iktidardalar, Batı’nın bütün isteklerini yaptılar, ama bizim tek bir sorunumuzu çözmediler” diye düşünen tabanla, yeniden “güven tazelendi”, yeni beklentiler yaratılarak, yeni bir avans alındı.
İmam-Hatip meselesi ve devamı gelecek “dini açılımlar” için tarafların hiçbiri “kaybediyoruz-kazanıyoruz” sendromuna girmesin, zira topyekûn kaybediyoruz. Neyi mi; Türkiye’yi!..
Öncelikle “Laiklik gidiyor” cephesi telaşlanmasın. Zira “kalmayan” şey gitmez!..Görünürdeki ölçü “türban” olduğuna göre bundan başlayalım. Devletin her kademesi “türbanlı” erkeklerle dolu…TSK dışında “hizmet özelleştirmesi” adı altında her kurumda işler özel firmalara devredildi, firmaların çalıştırdığı personeli AKP’liler belirliyor ve nedense çalıştırılan hanımların büyük bölümü “türbanlı”…Aslında Anayasa Mahkemesi, “AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağıdır” kararını verdiği gün bu iş bitti. Şimdi tüy dikme sürecindeyiz. İmam-Hatip sadece ilk adımdı. Arkası var!..
Mesela YÖK Başkanvekili’nin, “Dini eğitimi cemaatler versin” açıklamasının, Ruhban Okulu’nun açılması kampanyasına denk getirildiğini fark ettiniz mi? Ruhban Okulu’nu açtıkları gün emin olun, “Hıristiyan’a tanınan hak Müslüman’dan esirgenecek değil ya” denilerek, din eğitimi özelleştirilecek, camiiler bile cemaat-tarikatlara göre ayrılacak.
Mesela, “Kürt açılımlarına” paralel, YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması gündeme getirilecektir. İzninizle bu konuda bir parantez açıp, (özellikle de 28 Şubat sürecinde Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol’un maruz bırakıldığı haksızlıklar yüzünden) son derece hassas olan milliyetçi-muhafazakar okurlara bir iki kelâm etmek istiyorum.
TSK bir siyasi parti, dernek veya örgüt değil, tamamen disiplin üzerine kurulu bir teşkilat. O yüzden de TSK düşmanı Batı’nın yargı organı AİHM’in Büyük Divanı bile, YAŞ kararlarına yargı yolunun kapalı tutulmasını onaylamıştır. Evet muhakkak haksızlığa uğrayanlar vardır, bunların bir şekilde giderilmesi, kararların daha titiz incelemelerden sonra alınması talep edilebilir, ama “tüm YAŞ kararları yargı denetimine tabi olsun” demek, o disiplin mekanizmasının alt-üst edilmesi, bugün birçok kurumda yaşandığı gibi, başka tür bir ast-üstlük mekanizmasının oluşması demektir. Bundan önce, şunu soralım; Demokrasinin temeli siyasi partilerde demokrasi var mı, Genel Başkanın kararları yargıya götürülüp, netice alınabiliyor mu? İşte en canlı örneği, MHP’de son yaşananlar!..Parantezi kapatıp, devam ediyorum.
Yine “Kürt açılımları” veya bunun ardından sırasını bekleyen Kıbrıs ya da Ermeni açılımları için belki 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasından vazgeçilip, 5+3’e geçilmesi dahi söz konusu olacaktır.
Bunları nereden mi çıkarıyorum? Hatırlar mısınız, çok değil Aralık 2007’de bir “kelle” uyarısı da YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a yapılmıştı. Neydi o uyarı, Özcan’ın ağzından kaçırdığına göre, hem Gül, hem Erdoğan, “Aman hocam, bir şey söylersin ipimizi çekerler” demişti. Türbanı gündeme getirmek için 5 yıl “sabreden” Erdoğan, acaba YÖK’te 1.5 yıl geçmeden niye düğmeye bastı? Seçim hazırlığı olabilir mi? Veya sonradan “teşekkür” etse bile acaba katsayı operasyonundan haberdar mıydı? YÖK Başkanı’nın, Gül’e, Erdoğan’dan daha yakın durduğu, epeyce “ortak dostlarının” bulunduğu, operasyondan bir gün önce yaptığı iki atamayla YÖK dengelerini değiştirenin de Gül olduğu malum ya, ondan bu şüpheye düştüm. Her neyse, “Dini açılımlarda kim düğmeye bastı”dan ziyade, “Neden şimdi”si önemli. Doğru, o faili hala meçhul “kağıt parçası” çok şeyi yıktı, artık hiçbir şey eskisi gibi değil, açıkçası TSK engeli ortadan kalkmış gözüküyor.
Ancak ben yine de Gül ve Erdoğan’ın, “Tamam, zamanı geldi, artık kendi gündemimize geçebiliriz” düşüncesiyle harekete geçtiğine, yani birilerinin iddia ettiği gibi “şeriat” peşinde olduğuna inanmıyorum. Niye mi? AB-ABD kızdığı için Cuma hutbelerinde, “En yüce din İslam’dır” ayetinin okunmasını yasaklayanların, yine onların isteği üzerine TCK’dan zina suçunu çıkaranların, misyonerliğin önünü açanların, azınlık vakıflarına sınırsız mal-mülk edinme hakkı tanıyanların, yurdun her bir yanında kilise açıp, apartman kiliselerini legalleştirenlerin “şeriat” gibi bir hedefi olamayacağından!..Baksanıza, Ermeni çetelerinin karargâhı Akdamar Kilisesi’ni vergilerimizle onarmaları yetmiyormuş gibi şimdi de ibadete açıp, tepesine haç dikmenin yolunu hazırlıyorlar. Demem o ki, aynen “AB’ye girecek-miş”teki gibi, sadece “şeriatı getirecek” “miş” gibi yapıp, hem “laiklik” tahrikiyle siyasi rant elde etme, hem de muhafazakar kitleleri o “ana projeler” tamamlanana kadar kontrolde tutma siyaseti izleniyor.
O “ana projeler” için ne ocaklar yıkıldı, kimler ne ihaleler veya tehditlerle susturuldu, susturuluyor!..Ama dedik ya, başkaları da var. Mesela AKP içindeki milliyetçi veya Milli Görüşçüler, bir Erbakan Hoca, Numan Kurtulmuş, Haydar Baş, tek kişilik muhalefet ordusu Mehmet Şevket Eygi ya da milli cemaatler, acaba Türkiye’nin bölünmesini, “Kürdistan”ın kurulmasını, Ermeni soykırımı iftirasının tanınmasını, Patriğin ekümenliğinin tanınmasını, Kıbrıs ve Ege’den vazgeçilmesini ister mi? Evet, rejimle sorunları olsa bile, onların nazarındaki Türkiye hiç de “gavur malı, fethi vacip” bir ülke değil.
Peki bu engeller bertaraf edilmeyecek mi? Gördüğüm, onlara da “sus payı” için “Silivri” değil, ama “dini açılımlar” programı uygulanacak!..Tutar mı?..Yaşayıp, göreceğiz.
26 Temmuz 2009 Pazar
Üniversiteye Sokulmayan Siyasi Lider Kim? / Meyyal UYGUR
1- Başbakan Erdoğan 18 Temmuz’da İstanbul Kongre Vadisi inşaatında incelemelerde bulunmaya giderken Maçka’da Unirock Festivali’ne katılan gençleri görür, manzaradan rahatsız olur ve ertesi gün partisinin Ankara İl Kongresi’nde “Bu şekilde sınırsız, kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu bu yapılanma bizi dertlendiriyor. Kendi başına bırakılan unutmayın ya davulcuya, ya zurnacıya…”der. Sonradan ortaya çıkar ki, Başbakan’ın geçişi sırasında gençler “metalci selamı” vermiş, hemen ardından 5’i Başbakanlık korumalarının talimatıyla, “devlet büyüğüne saygısızlık”tan gözaltına alınmış. 21 saat karakolda tutulan gençlere, “siyasi görüşleri, seçimlerde hangi partiye oy verdikleri, Cumhuriyet mitinglerine katılıp, katılmadıkları” sorulmuş.
3- Üniversiteliler, hem harç zamları, hem de üniversite sorunlarının öğrenciler olmaksızın konuşulması sebebiyle, hafta sonu İstanbul’da düzenlenen “Yükseköğretim Sorunları Çalıştayı”nı protesto eder. Polis, göstericileri gözaltına alır. Daha sonra iki öğrencinin salona girmesine izin verilir, ancak bunlar da, arkadaşlarının gözaltına alınmasını protesto etmeye kalkınca, Prof. Burhan Şenatalar’ın ifadesiyle, “Böcek gibi ezilir”.
Geliyoruz, öyle ufak-tefek değil, etkili ve yetkili bir siyasi liderin yaşadıklarına;
Yaklaşık bir ay önce, bir gece yarısı ev telefonu çalar, kendisi açar. Arayan bir hanımdır. Aralarında mealen şu konuşma geçer:
-Filancayla mı görüşüyorum?
Karşılıklı teşekkür ve saygı ifadelerinden sonra telefon kapanır. Siyasi liderimiz, bu genç kızın medeni cesaretinden, ama özellikle de mezuniyet gibi çok önemli bir günü için kendisinden böyle bir talepte bulunmasından oldukça etkilenir. Anında Özel Kalemi’ne konunun takibi talimatını verir.
Ve o lider, o mezuniyet törenine gitmez, daha doğrusu üniversiteyi sıkıntıya sokmamak için gidemez!..Ama bir şey yapar, genç kızı telefonla arayıp, henüz yolun başındaki bir gencimizin ülkeden umudunu kesmemesi için, sözcüklerini olabildiğince dikkatli seçerek, kendi hal-i pür melalini, daha doğrusu ülkenin, hepimizin hal-i pür melalini izaha çalışır. “İnşallah daha başka mutlu günlerinde yanında olacağına” dair söz verir.
Bugün bir siyasi parti lideri bunu yaşıyorsa, en az bunun kadar önemlisi bir özel üniversitede “korku dağları bekliyor”sa, sıradan vatandaşların başına gelenlere hiç şaşmayalım!..Sessizlik ve teslimiyetin devamı halinde, daha büyük ve yaygınlarına da hazır olalım. Tabi bu baskıları duyuracak bir medya, soruşturabilecek bir yargı kalırsa!..
23 Temmuz 2009 Perşembe
Erdoğan’ın “Kelle” Korkusu- Meyyal UYGUR
Kaldı ki Başbakan’ın açıklamaları “Kürt açılımlarının” içeriğine kızmadığını ortaya koyuyor. “Kürt açılımının iktidarları süresince ele aldıkları bir mesele olduğunu” söylüyor, meşhur Diyarbakır konuşmasını –ki o konuşmanın mimarı da İhsan Arslan’dı- hatırlatıyor. “MGK üyesi arkadaşlarıyla, bu konuda İçişleri Bakanlığına görev verdiklerini” açıklıyor. Dikkat buyurun “MGK” değil, “MGK üyesi AKP’liler” diyor. Ama bu ayrıntıya kim bakacak? Böylece millette, “Bu açılım MGK kararı, yani askerler de istiyor” zannı oluşturuluyor.
Sadece İhsan Arslan’la “özel hukuku” değil, Başdanışmanlarından Yalçın Akdoğan’ın Yasin Doğan adıyla son dönemde Yeni Şafak’ta kaleme aldığı, “PKK çözümün neresinde?..DTP’nin dönüşümü şart” başlıklı yazıları, “Çözüm iradesi”nden söz ederken, sıraladığı maddeler arasında “Ülkenin bölünmez bütünlüğünün” yer almaması ve SETA Vakfı yöneticisi iken “Kürt raporu” hazırlayan Prof. İbrahim Kalın’ın bugün Erdoğan’ın Dış Politika Başdanışmanlığını yapıyor olması, Erdoğan’da bir “içerik” sorunu olmadığının diğer delilleri. Yani her şey yolunda.
O’nu rahatsız eden, bu “açılımların” ülkeyi böleceği gerçeğini, uyumaya devam eden milletin kafasına dank ettirecek kadar açık konuşulması…"Ben şahsen partimin milletvekillerinin bu söylem birliğini zedeleyecek açıklamalarda bulunmasına da doğrusu hoş bakmam. Çünkü bizim bir söylem birliği içerisinde olmamız lazım" sözlerinin anlamı ve sebebi budur, “pişmekte olan aşa su katmayın” mesajıdır.
Hemen buradan “kelle” meselesine geliyorum…Ürdün gazetesi Ghad’da 2 Temmuz 2009’da İbrahim Garaybe imzalı, “Irak’ta ‘Iraklılar’ azınlığa dönüştü”, Birleşik Arap Emirlikleri Gazetesi Haliç’te de 3 Temmuz 2009’da Saad Muhyu imzalı, “Irak’ın dağılmamak için Atatürk gibi bir lidere ihtiyacı var” başlıklı yazılar yayınlandı. Bu yazılar bana bir şeyi hatırlattı. Mesela bir AKP milletvekili, Erdoğan’ın karşısına geçip, “Sizin Türk kökenli olduğunuzu biliyoruz. Ama son yıllarda yaşanan ve söyleyenlerle Türkler Türkiye’de azınlığa düştü, Türklük aşağılanır, utanılır bir şey haline geldi. Ne olur, bazı kişileri etrafınızdan uzaklaştırın…” der mi veya demiş midir? Demem o ki, bu konuda Orta Anadolu ve Ege başta olmak üzere AKP milletvekilleri arasında çok ama çok büyük huzursuzluk var. Hatta, “Anayasa’yı tebdil, tağyir ve ilga ile devleti ortadan kaldırmaya teşebbüsten” AKP hakkında yeni bir kapatma davası açılmasından korkuyorlar!..Bence Erdoğan’ın "kelle" sözünün altında da bu korku var. Acaba milletvekillerine, “Dikkatli olun, kellemiz gidebilir” mi demek istiyor?
“Kelle”deki ikinci korku ve mesajı da şöyle okuyorum. Başından beri “Kürt sorunun çözümü” Gül’e “tevdi edilmiş” durumda. Nitekim Başbakan’ın “kelle”den bahsettiği sırada Gül de Erzurum’dan, “Kısa süre içinde Türkiye’de çok büyük değişiklikler olacak” diyordu. İhsan Arslan, Erdoğan’ın 2005 Diyarbakır çıkartması üzeri, “En iyi ittifak Türkiye-Barzani ittifakıdır. Bu soruna Sevr ve Lozan görüşmelerindeki perspektiften bakamayız” açıklamasını yaparken, “Bu görüşlerinizi bir rapor halinde Başbakan’a ilettiniz mi?” sorusu üzerine şunu da söylemişti: “Daha çok Dışişleri Bakanı’yla (Gül’ü kast ediyor) sohbetlerimiz oldu…(Ne yanıt aldınız diye sorulduğunda) Hiçbir karşı görüş olmadı. Bence hepsi de onaylamak zorunda!..”
İhsan Arslan’ın güya Başbakan’ı kızdırdığı sanılan, Akşam’dan İsmail Küçükkaya’ya yaptığı son açıklamada, “Cezayir Modeli”ni önerirken, “Samimi ve güçlü olmak, cesur davranmak gerek. Güçlü bir liderlik başarır. Tayyip Bey bunu uygulayabilecek tek adamdır…Cumhurbaşkanı zemin hazırlama rolünü üstlendi. Tarafların sürece ilgi göstermesi misyonunu yerine getiriyor. Yoksa yol haritasını çizmek ve uygulamak makamı Cumhurbaşkanı değildir. Onun adresi Başbakandır. İşin riski vardır, onu Başbakan üstlenir” şeklinde sözleri çok ama çok önemlidir. Keza Radikal’dan Murat Yetkin’in “Erdoğan’ın üçüncü şansı olmayabilir” tespiti de…Adeta Erdoğan’a son bir “şans” veriliyor. Gayet açık ki, davul boynunda, tokmak başkalarında bu sorunu “çözse” de, “çözmese” de “kellesi” tehlikede olan Erdoğan!..Öyle veya böyle, siyasi, hukuki bir bedel ödeneceğini söylemek için müneccim olmaya herhalde gerek yok.
Başbakan Erdoğan’ın, hem kendisine, hem Gül’e yakın İhsan Arslan’a kızmasına imkan ve ihtimal bulunmadığını iddia etmiştim. Sebeplerini özetleyeyim:
-Mazlum-Der Başkanlığı yaptı, “Mazluma kimliği sorulmaz” sloganını yerleştirdi.
-1996’da PKK’nın esir aldığı 8 asker kurtarmak için Irak’ın kuzeyindeki kamplara gitti.
-Zaman Gazetesi’nin imtiyaz sahibiydi, sonra bugünkü kadrolara devretti. Aynı şekilde Star Gazetesi’ne el atıp, bugünkü kadrolarını ve çizgisini belirledi.
-Erdoğan’ın Diyarbakır açılımının mimarlığını yapıp, “Kürt sorunu vardır ve benim sorunumdur” dedirtti, “devlet adına özür” diletti.
-Mahalli seçimlerden hemen önce “Öcalan muhatap alınmalı” dedi, Aktüel Dergisi’ne de şunları söyledi: “T.C’nin kuruluş felsefesinde toplumun ihtiyaçlarını karşılamayacak belirlemelere gidilmiştir. Bunlardan biri de etnik unsurları yok sayan bir anlayışın geliştirilmesidir…Devletin kurumu olan TRT içinde Kürtçe yayına izin vermemiz 85 yıldır yok sayılan etnik kesimin varlığının kabulü anlamına geliyor…Bazı engellerin bir günde kalkmasını beklemek yanlış olur. Herkesi sabırlı, sağduyulu, akıllı davranmaya çağırıyorum…Herkesin Türk olduğu, Türklüğün etnik kimlik olmadığı tezleri çürümüştür. Türkiyelilik kavramının anayasal zemine dayanması gerekiyor…Türkiyelilik kimliğinin Anayasa'da ifade edilmesi sorunun çözümü için ilk ve son adımdır…Cezayir iç savaşında 10 yılda 150 bin insan öldü. Bizde 40 bin kişinin hayatını yitirdiği söyleniyor. Cezayir Devleti, bu olaylar dolayısıyla ölen insanların yakınlarına maddi tazminat ödeyerek yanlarında olduklarını ve özür dilediklerini ifade etti. Devletin bütçesinde bu olaydan mağdur olmuş insanların yaralarını sarıcı imkânlar bulunmalıdır. Bu, yol ve baraj yapmaktan daha önemlidir. Bunun yanında Avrupa’da yaşayan, cezaevlerinde olan ve dağlarda suça bulaşmamış insanlar topluma kazandırılmalıdır.”
-Mahalli seçimlerden sonra, Haziran başında “Kürdistan Haber Ajansı”na yaptığı açıklamada, “rencide ettiği” için “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarının silinmesini, yerleşim yerlerinin Kürtçe adlarının iade edilmesini, Kürdoloji bölümlerinin kurulmasını istedi (Açıklanacağı söylenen pakette bunların olduğuna dikkatinizi çekiyorum). Başbakan’ın Ahmet Türk’le görüşmesini son şehit haberleri üzerine iptal ettiğini ilk o açıkladı.
Peki Erdoğan, Arslan’ı görevden alır, etrafından, ailesinden uzaklaştırır mı? Bunu yaparsa da bilin ki sebebi, “Kürt açılımı”ndan rahatsızlık değil, kafasında “erken genel seçim tarihini” netleştirmesi olur. Son kez, “Esas milliyetçi biziz”i ispatlayıp, oyları topladıktan sonra, “yola devam” için!..
Islak İmza Otomasyon Sistemleri ile Taraf'ı Eşzamanlı Kullanırsanız.../ Açık İstihbarat
22 Temmuz 2009 Çarşamba
Yıldıray Oğur Varken Mahkemeye Ne Hacet? / Fatma Sibel YÜKSEK
Davutoğlu'nun Sözettiği Zeminlerden Biri ABD Dışişleri Bakanlığı mı?/ Meyyal UYGUR
Bu notu bir kenara kaydettikten sonra, ikinci notumuza geçip, 28 Mayıs 2004 tarihli yine ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki toplantıda cevabı aranan soruları hatırlatalım:
Üçüncü notumuz ise şu; Soros’un seslerinden Zaman Yazarı İhsan Dağı, Ocak 2009’da NTV’de mealen,
ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki o toplantılarla ilgili notları niye hatırlattığımıza gelince; Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu (Radikal’den Deniz Zeyrek, ‘Davutoğlu’nu Obama mı istedi?’ diye sormuştu) bugün, Türkiye’ye Aktütün değil, Dağlıca saldırısı ile “diz çöktürüldüğünü” itiraf ediyor, yetmiyor o toplantılardaki kararların hayata geçirileceğini ilan ediyor da ondan.
- Dağlıca’dan sonra Türkiye ile Kürtler arasında bir çatışma olacağı bekleniyordu, ama en kapsamlı ilişkiler sağlandı. Biz bölgeyle ilgili politikalarımızda krizleri büyüterek değil, işbirliğini artırarak sonuç almayı tercih ediyoruz…
- Türkiye geçmişte sıcak takibi çok yaptı, kara harekatı yaptı. Artık kapsamlı çözüm yollarına ihtiyaç var…
- Türkiye için Basra neyse Kerkük de odur. Irak’ta Erbil dahil tüm şehirlerde konsolosluk açmayı düşünüyoruz…
- (Kürt sorununa çözüm sürecine İmralı’nın dahil edilmesi konusunda) Türkiye kendi iradesiyle çözüm üretir. Türkiye’de bu sürecin yürütülmesi için meşru zeminler bellidir. MGK ve Bakanlar Kurulu var, o zeminlerde yürür. Kimse başka bir zemin aramasın…
Bu açıklamalar, 25 yıldır PKK maşası üzerinden “Kürdistan” kurulması planlarını önleme uğruna kan, can, büyük ekonomik kayıplar veren Türkiye’nin, hem PKK’yı, hem “Kürdistan”ı tanıması, yani “teslim bayrağı” çekmesi değilse, nedir?..
“Türkiye’nin kendi iradesiyle çözüm” dediği, ABD Dışişleri’nde kotarılan, 2007’de David L. Phillips, 2009 başında Henry Barkey’e yazdırılan, Soros’un Türkiye Şubesi TESEV’in de son şeklini verdikleridir. Bunların içinde Barzani’nin tanınması, Kürt kimliğinin kabulü, Kürtçe’nin ikinci dil olması, PKK’ya af, hatta “PKK’ya silah bırakması çağrısında bulunmak amacıyla sivil toplum temsilcileri ve siyasi partilerin aracılığına başvurulması” dahil, “kendi çözümümüz” diye önümüze konulanların tamamı var.
Barzani’nin işbirliği mi? Geçenlerde Irak’ın kuzeyine gidip, ilgililerle görüşen Hak-Par Başkanı Bayram Bozyel, teröristlerin Türkiye’ye, sözde lider kadrosunun da Norveç’e gönderileceğini, pasaportlarının hazırlandığını söyledi. PKK’nın Kandil’deki başı Karayılan, Irak’ın kuzeyinde 25 Temmuz’da yapılacak seçimde “Barzani’nin yeniden seçilmesini umut ettiklerini” duyurdu.
Medyadaki PKK şövalyelerine ise biz değil, teröristler ve temsilcileri cevap versin…
Kandil’deki Karayılan: Öcalan serbest kalsa bile silah bırakmayacağız…
PKK itirafçılarına “rüşvetle” ifade verdirip, terörle mücadele eden askerlerin sanık sandalyesine oturtulması faaliyetleri de tam gaz sürüyor. 25 yıldır gayrı nizami bir savaşta, ülkeyi bölmek isteyenleri “insan hakları, hukuk” diye ibra edenlerin, ülkeyi böldürmemek için ölenleri “hukuk-insan hakkı” demeden yargısız infaza tabi tutmalarını gördük ya, artık şehitlere, “şehit denmesin” talebinde bulunsalar, yeridir. Bu ağzı açık ABD ve Obama hayranları, yürekleri yetiyorsa “Guantanomo soruşturmasının kapatılmasının, Cheney’in ölüm timinin” üzerine de gitseler ya!..
21 Temmuz tarihi itibariyle emperyalizmin “PKK ve Kürdistan” planlarında geldiğimiz nokta bu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, sadece 46 gün önce 5 Haziran’da ABD’de, “Atatürk bu devleti üniter ve ulus devleti olarak kurmuş. Çivisi oynatılamaz. Oynatırsanız, bakın Yugoslavya var…” demişti.
“Oynatma” deyince, gözüm sabahtan akşama kadar göbek atılan, çöpçatanlık yapılan bir ulusal kanalımızdaki programa ilişti. Fırfırlı etekler giymiş üç bıyıklı “köçek” kendilerinden geçmiş bir şekilde oynuyordu. Birisinin üstüne giydiği yeleğin arkasında bayrağımızın ay-yıldızı vardı. Nasıl “oynadığımız ve oynattığımızın” gerçek resmi işte budur!..
21 Temmuz 2009 Salı
"Ergenekon"'un 2. Davasından Notlar - I / Açık İstihbarat
- Duruşma başlamadan diğer davadan birbirlerini tanıyan avukatlar, tutuksuz sanıklar ve seyirciler yeni binanın bekleme salonları ve kafeteryasında sohbet ettiler. Uzun bir aradan sonra yeniden buluşan insanların hasret gidermesi "Silivri Pilav Günü" esprilerine vesile oldu. 1. davanın ilk günü yaşanan izdihdam yaşanmazken, salona giriş ve çıkışların daha düzenli gerçekleştiği görüldü.
- Duruşma salonu, bir önceki duruşma salonuna göre boyutları ile mahkeme heyeti, sanıklar ve seyircileri küçülten boyutları ile mahkeme ortamında farklı bir atmosfer yarattı. Seyirci sıraları ile sanıklar arasında uzaklığın artması ve ayrıca salonun sağ ve sol taraflarına yerleştirilmiş avukat sıraları ile mahkeme heyeti arasındaki mesafenin uzaklığı , yeni mahkeme düzeninin psikolojisinin bir öncekine göre daha farklı olacağı yorumlarına neden oldu.Yeni salondan en fazla şikayetçi olanlardan biri de, ellerinde mikrofon bir uçtan bir uça koşturmak zorunda kalan mübaşirlerdi.
- Duruşma öncesi avukatlar ve tutuksuz sanıklar arasında yaşanan en önemli tartışmalardan bir tanesi davaların birleştirilip, birleştirilmeyeceği yolunda idi. Bazı sanık avukatları, 2. iddianamenin darbe suçlaması ile yapılan farklı bir iddianame olduğunu ve dolayısı ile iki davanın birleştirilmemesi gerektiğini savunurken; diğerleri bunun hem pratik, hem yasal olarak imkansız olduğunu, iki davada da ortak suçlar, isimler ve eylemler bulunduğunu ve bu nedenle mahkemenin eninde sonunda bu iki davayı birleştirmek zorunda kalacağını belirttiler. Mahkeme sonunda savcılar da iki davanın CMK'nın 10. maddesi gereği birleştirilmesi talebinde bulundular.
- Salonun eleştiri alan ve duruşma sırasında mahkeme başkanı tarafından da kabul edilen bir diğer zaafı ise havalandırma sisteminin klima özelliğinin bulunmaması ve sadece hava sirkulasyonu yapacak şekilde inşa edilmiş olmasıydı. Salona açılan 6 kapı açık tutulduğu halde öğleden sonra sıcaklık herkesi etkilemeye başladı. Bir önceki salonda mahkeme heyetinin sağ ve sol köşelerine ve seyirci sıralarının önündeki sütunla beraber dışarıda gazeteci sıralarının olduğu salonda konulan plazma ekranlarının yerini yeni salonda duruşma salonuna tepeden bakan iki dev projeksiyon ekranı almıştı. Salonun büyüklüğü ve ışıklandırması nedeni ile projeksiyon ekranlarındaki görüntülerde netlik sorunları mevcuttu.
- Salon ve dışarıda en sesli grup Tuncay Özkan'ın Biz Kaç Kişiyiz hareketi ve bağlantılı Yeni Parti grubu oldu. Dışarıda kameraların konuşlandığı alanın yanında konuşlanan Yeni Parti ve İşçi Partili gruplar sloganlarla desteklerini dile getirmeye çalışırken bir kısmı ise salonda seyirci sıralarındaki yerini aldılar. Yaklaşık 350 kişilik seyirci sıraları tamamıyla doluydu. Fakat özellikle Tuncay Özkan'ın yandaşlarının duruşma sırasında Tuncay Özkan'a yaptığı sevgi gösterileri, alkışlamaları ve attıkları sloganlar sadece mahkeme heyetinin değil, diğer seyircilerin de tepkisini çekti.
- Duruşmaya tutuklu sanıklardan Levent Ersöz, Atilla Uğur ve tutuksuz sanıklardan Şener Eruygur gibi isimler kendilerine celp ulaştırılmadığı gerekçesi ile katılmazken; İlker Güven duruşma başladıktan yaklaşık yarım saat sonra, Av. Levent Temiz ise öğleden sonraki celsede salona geldiler. Mahkeme başkanı; herkese celp yollandığını, cezaevi yönetiminin o sırada hastanede bulunan sanıklar hakkında celbi mahkemeye geri yollamış olabileceğini ve bu aşamada belli hatalar olmuş olabileceğini, bu hatanın en kısa zamanda düzeltileceğini belirtti.
- Salonun ilk sırasında oturan isimler arasında Mustafa Balbay, Birol Başaran, Tuncay Özkan ve Gürbüz Çapan dikkat çekti. Mahkeme salonundaki düzende tutuklu sanıklar için yaklaşık 135 kişilik yer ayrılırken, tutuksuz sanık bölümünün yaklaşık 45 kişilik olduğu gözlendi.
- 1. davadan farklı olarak; 2. Davada tutuksuz sanıklar arasında daha fazla ünlü isim mevcuttu. Ferda Paksüt, Hurşit Tolon ve Sinan Aygün en fazla ilgiyi üzerine çeken isimlerdi. Davayı izleyen isimler arasında CHP Milletvekili Mengü ve Yaşar Okuyan da bulunuyordu. Mengü, duruşmayı , seyirci bölümünün ilk sıralarından Ferda Paksüt'ün eşi Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt ile beraber izledi.
- 1. Davada mahkemenin yedek hakimi Çalmuk ilerleyen duruşmalarda heyette yerini almış ve daha sonra bütün duruşmalara katılmaya başlamıştı. Yedek üyenin 2. davanın ilk duruşmasından itibaren heyetteki yerini aldığı görüldü. 2. davaya 13. Ağır Cezanın yedek heyetinin bakacağı ve savcıların 1. davaya göre farklı olacağı yolundaki spekülasyonların geçerli olmadığı ve 1. davadaki mahkeme ve savcı heyetinin aynen yerini koruduğu görüldü.
- Mahkeme başlangıcında , bir sanık avukatı ile mahkeme başkanı arasında sanıkları temsil edecek maksimum avukat sayısı ile ilgili tartışma yaşandı. Avukat; bir sanığın en fazla üç avukat tarafından temsil edilebileceği yolundaki sınırlamanın 1. davaya ve onun görüldüğü salona özgü bir sınırlama olduğunu fakat bu duruşmada salonun genişliği nedeni ile böyle bir sınırlamaya gerek duyulmaması gerektiğini savunurken, mahkeme başkanı şu an için bu sınırın geçerli olduğunu, daha sonra farklı bir karar verilebileceğini belirtti. Bir sanık için dört avukatın kendini mahkemeye tanıtması üzerine yaşanan bu tartışma; sıra İşçi Partili sanıklar için 9 avukat kendini tanıttığı sırada yaşanmadı. Avukatların kendini mahkemeye tanıtması yarım saat sürdü.
- 1. iddianamenin sanıklarından İsmail Yıldız'ın avukatı Dursun Yassıkaya avukat sıralarında yerini alırken; yine 1. iddianamenin sanıklarından Veli Küçük'ün avukatı Zeynep Küçük duruşmayı seyirci sıralarından izledi. Zeynep Küçük; müvekkilin de bu duruşmalara katılmasına izin verilmesi için müdahil olma talebinde bulunduğunu fakat bu talebinin reddedildiğini belirtti.
- 1. davanın ilk duruşmasından farklı olarak; 2. davanın ilk duruşmasında müdahil olma talebi olmadı. 1. davanın ilk duruşmasında en sert tartışmalar müdahil olmak isteyen insan hakları örgütleri veya baro avukatları ile sanıklar ve mahkeme heyeti arasında yaşanmıştı.
- Duruşmanın başlaması ile birlikte ilk sözü Tuncay Özkan'ın avukatı alarak, mahkeme başkanından heyetle ilgili bir konuya açıklık getirmesini istedi. Avukat; mahkeme heyetinde dördüncü bir üyenin gözüktüğünü ve bu durumda kararların hangi üç üye tarafından alınacağının açıklığa kavuşturulmasını istedi. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, en solda oturan yedek üyeyi işaret ederek, "en solda oturan arkadaşımız heyeti tamamlayıcı arkadaştır, bizim herhangi birimizin bir mazereti olması durumunda konuya hakim olması için duruşmalara katılmaktadır" mealinde bir açıklamada bulundu.
- Sanık avukatların mahkemeye kendilerini tanıtması sonrasında sanıkların kimlik tespitine geçildi. Kimlik tespiti çerçevesinde sanıklara gelirlere, kira durumları ve sosyal güvence durumları ile ilgili ayrıntılı sorular da yöneltildi. Sanıklar arasında, 1. davada olduğu gibi çok farklı gelir düzeyleri dikkat çekti. En yüksek geliri aylık 15-20 bin TL ile Sinan Aygün, Tanju Güvendiren , Gürbüz Çapan ve Ercüment Ovalı beyan ederken; hiç bir geliri olmayan öğrenci sanıklar ve Emcet Olcaytu 800 TL aylık gelirle en düşük geliri beyan eden isimler oldu. Tanju Güvendiren'in gelirini beyan ederken "bu seneye mahsus olmak üzere" ibaresini eklemesi hukuki açıdan dikkat çekti.
- Sanıkların gelir, iş ve ikametgah beyanları sırasında verdikleri sıradışı beyanlar salonda gülüşmelere neden olurken, mahkeme başkanının aylardır tutuklu kalan sanıkların bu esprili tespitlerini bir tür deşarj aracı olarak gördüğü ve müdahale etmediği görüldü. Tuncay Özkan; "ikametgahım Silivri ve siz zaten bunu en kısa zamanda değiştireceksiniz" şeklinde konuşurken; bu bölümde damgasını esprili üslubu ile Gürbüz Çapan vurdu. Çapan daha önce ne iş yapardınız sorusuna;
"daha önce suç işlerdim, profesyonel suçluyum ben. Türkiye'de ne kadar suç varsa ben işledim. 20 yaşından beri mahkemelerde dolaşıyorum. Şehrin ne kadar pezevengi, puştu varsa hakkımda şikayetçi oldu. Bütün gelirimi avukatlarla paylaşıyorum, onlarla beraber yaşıyoruz"
şeklinde cevap verdi. Çapan'ın profesyonel suçluyum sözleri seyirciler tarafından alkışlandı. Çapan nerede emekli olduğu sorusuna ise;
"Ergenekon emeklisiyim, pardon devlet emeklisiyim. Yaşlıyım, hastayım, devlet ne zaman çağırsa geliyorum ama her seferinde tutuklanıyorum" cevabını verdi.
Sanıklarla zaman zaman esprili diyaloglar kurması ile tanınan Mahkeme Başkanı Şengün, Birol Başaran'ın ticari olarak aylık 5-10 bin dolar arasında değişen geliri olduğu ve SSK emeklisi olarak da aylık 500 TL aldığını söylemesi üzerine, "aslolan, sağlam olan da o" şeklinde cevap verdi.
- Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, sanıklardan Fatma Sibel Yüksek'in iddianamedeki eski adresini okuyarak, "şimdi evlendiniz, yeni adresiniz nedir?" sorusu ile gelişmeleri yakından takip ettiği mesajını verdi. Yüksek, adresinin değiştiğini ve yeni adresini henüz ezberleyemediği için kağıttan okumak zorunda olduğunu belirtti.
(Devam edecek....)