31 Temmuz 2009 Cuma

İslamcı Burjuva'dan Allah'a Şirk Koşan Sözler


Açık İstihbarat Özel



İslami burjuva tartışması son dönemin moda tartışmalarından. Sözkonusu kesimin harcamaları ve yaşam stilleri ile "laik" elitlerden sadece başlarındaki türbanla ayrılması sosyolojik araştırmalara da, kahve sohbetlerine de konu oluyor.


Bu kesimler bizzat kendi "camia"larındaki insanlar tarafından bile "görgüsüzlükle" , "gayr-i İslami" bir yaşam yaşamakla suçlanıyorlar. Komşusu açken tok yatmamayı emreden bir dinin siyasi temsilcisi olduklarını iddia edenler artık milyon dolarlık villalarında Kabe'ye yöneliyorlar.


Bu kesimin burjuvazisinin en belirgin kurumsal temsilcilerinden bir tanesi MÜSİAD Başkanı Erol Yarar.


Yarar ; 30 Temmuz Perşembe günü HaberTürk'te katıldığı Teke Tek programında Fatih Altaylı'nın konuğu oldu.


Altaylı'nın "İslami burjuva" olarak tanımlanan kesimlerin gösterişli yaşam ve giyim tarzları ile ilgili eleştirel sözlerine Yarar'ın getirdiği açıklama lüks yaşam ve zekat kavramlarının bu kesimlerce nasıl meşrulaştırıldığının ibret vesikası olarak tarihe geçti.


Yarar mealen şu sözleri sarfetti :

"Adam kendini zengin gösteren bir şekilde giyinmese, fakir nereden onun zengin olduğunu bilip de , yanına gelip ondan yardım isteyecek. Hem o Allah'ın verdiği nimetin üzerindeki yansımasıdır"


"Allah bile zenginleştikçe insana daha fazla zekat getirmemiş. Diyor ki; 100 bin dolar da kazansan, 100 milyon dolar da, aynı oranda zekat vereceksin. Bazıları gibi 100 milyon dolar kazanırsan yarısını isterim demiyor"


Yukarıdaki sözlerde Allah'la ; vergi salan beşeri otoriteyi karşılaştıran ve bunu kendi sermaye çıkarları için politik bir mesaja dönüştüren zihniyet su yüzüne çıkıyor. Bu İslami çerçevede tek bir kavramı çağrıştırıyor : Şirk


Zenginlik ve İslam'ın nasıl bağdaştığını İmamı Azam üzerinden verdiği örneklerle pekiştiren Yarar; İmamı Azam'ın çok iyi giyindiğini ve çok güzel bir evde oturduğunu belirterek; "ben bu servetin zekatını verdim, bu malın içinde verilmemiş zekat yok" ifadelerini kullandığını söyledi.


Camilere artık zengin insanların da gittiğini belirten Yarar; bunun cami kapılarında artık görülmeye başlayan marka ayakkabılardan anlaşılabileceğini söyledi. Yarar ; Fatih Altaylı'nın


"Zengin insanlar mı camiye gitmeye başladı; yoksa camiye gidenler mi zenginleşti?"


sorusuna "İkisi de" şeklinde cevap verdi.


Din'in kitlelerin afyonu olduğu tezini biliyorduk. Sermayenin kolaylaştırıcısı olduğu tezi ise Yarar'ın sözleri ile yeni bir destek kazanmış oldu.

Açık İstihbarat


Kaynak: Açık İstihbarat Özel

30 Temmuz 2009 Perşembe

Paşalar "Terörist" ; Öcalan "Paşa" Oluyor / Meyyal Uygur


“PKK sorunu pratik bir sorun. Af kanunu gibi tedbirlerle PKK’nın, dolayısıyla şiddetin tasfiye edilmesi gerekiyor…

PKK sorununun muhatabı belli. Osmanlı devrinde isyan eden, sonra uzlaşan toplulukların elebaşlarına ‘paşa’ unvanı verildiğini hatırlatalım…”

Anlaşıldı değil mi, Öcalan’a “Paşa”lık rütbesi verilmesini istiyor.

Bu isteğini, eski camiasının piri sayılan isimlerinden birisine söylediğimde tepkisi aynen şu oldu: “Osmanlı, elebaşlarına ‘paşa’ unvanı veriyor, sonra da gidip, kellesini alıyordu!..”


Açık İstihbarat



Amacım, okurlarımızı bombardımana tabi tutmak değil, zıvanadan çıkışımızı tarihe not düşmek!..


Gül’ün, Erzurum Kongresi’nin 90. yıldönümü vesilesiyle gittiğsi Dadaşlar diyarında Ata Barı değil, Trabzon Horonu ile karşılanması pusulamızın nasıl şaştığını anlatmaya yetip, artsa bile!..

AKP’yi kurdukları günlerde, “Birinci önceliğimiz ekonomi olacak. Ekonomiyi düzeltmeden istediğiniz kadar insan hakları türküsü söyleyin, vatandaş aldırmıyor” demişti Abdullah Gül.

TİSK’in Temmuz 2009 ekonomi bültenine göre, Türkiye ekonomisinin durgunluk içine girdiği artık kesinleşmiş…II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en önemli krizini yaşıyormuşuz…Ve yüzde 14.9’luk işsizlik oranıyla dünya dördüncüsü olmuşuz!..

Ekonomiyi düzeltemeyen, aksine 7 yılda iyice batıran AKP, “insan hakları türküsü” çalıyor, vatandaş aldırıyor mu, aldırmıyor mu bilmiyoruz, ama koca koca adamlar, anlı-şanlı medya, “Türkiye ağırlıklarından kurtuluyor, uçuşa geçiyor…” diye oynuyor.

Yoksa şu kaynağı meçhul 18.3 milyar doların, “Kürt sorunun çözümünde tarihi ve kaçırılmaz fırsat”la bir alakası mı var?

Gül, Erdoğan, Atalay üçlüsü, en revaçtaki “sorunsalın” daha adını koyamamış, “Kürt sorunu, Güneydoğu sorunu, terör sorunu ne derseniz deyin, çözmeliyiz” buyuruyor.


Yahu bunların üçü bir mi?


Kürt sorunu derseniz, anlamı ve çözümü farklıdır, Güneydoğu veya terör sorunu derseniz hakeza öyle. Neye benziyor biliyor musunuz, Ortada hasta olup, olmadığı bile belli değil, ama doktor tutmuş adamı, “Sende domuz gribi, kanser veya verem var…Fark etmez, sana kinin –sıtma ilacı- vereceğim” diyor.

İçişleri Bakanı Atalay, “milleti alıştırma” toplantısında, “Milletçe çok bedeller ödediğimizi, artık sorunu çözme zamanı geldiğini” söyledi. Evet çoook bedeller ödedik, hala da ödüyoruz. İyi ama o bedeller, neticede bölücülerin istediği olsun diye mi ödendi?


Çünkü önümüze konan “çözüm” bu. PKK’lı Cemil Bayık’ın 1 ay kadar önce, “Taraflar silahla yapabileceklerini yaptılar. Biz silahlı mücadele ile elde edebileceğimiz kazanımları elde ettik. Devlet de silahla yapabileceğini yaptı. Durum ortada, sorunun siyasal çözümü kendini dayatıyor” demesi boşuna değilmiş!..

Ha bu arada terörle de güya “mücadele ediliyor”!..Bakan Atalay, “çözüm” toplantısından bir gün önce Türkiye-ABD-Irak üçlü toplantısını yaptı. “Üçlü” dendiğine bakmayın, aslında “dörtlü”ydü, Barzani’nin temsilcisi de katıldı. Bildim bileli bu toplantılardan, “Mahmur kapatılıyor, Irak’a 150 kişilik liste verildi, PKK Irak topraklarından çıkarılacak, Barzani Kandil’i sıkıştıracak” sonucu çıkmıştı, yine aynısı oldu. Diyelim ki, Irak’ın sözde Cumhurbaşkanı Talabani’nin Nisan tarihli,


“PKK silah bıraksın ve Irak’ı terk etsin demedim. İddia edilen görüşler Türkiye’nin önerisi. Güneydoğu’daki sorunun siyasal yollarla çözüme kavuşması gerektiğine inanıyorum. Ben dağdaki kardeşlerime, silahlı mücadele döneminin bittiğini anlatmak istedim. Onlar ısrarla silahlı mücadele yöntemi benimseniyorsa, kendi dağları var. O dağlar bizim dağlardan daha geniş ve asidir. Orada mücadelelerine devam edebilirler demek istedim”


açıklamasından haberleri yok. Acaba Barzani’nin Başbakanı Neçirvan Barzani’nin, 25 Temmuz’da yapılan seçimlerde oyunu kullanırken sarfettiği şu sözleri de mi duymadılar:


“Kürt meselesi siyasi bir olay. Onların iç meselesi. Türkiye bunu kendi içinde hallediyor. Olumlu adımlar atılıyor. Bize gerek kalmadan bu sorunu çözme yoluna gidiyor. Bu da bizi çok sevindiriyor”.


Hadi bunu da atladıklarını varsayalım, ya Barzani’nin sağ kolu Safin Dizai’nin amiral gemimizde manşetten verilen sözlerini atlamaları mümkün mü? Dizai’nin iddialarına bakar mısınız;


“Türkiye’nin kendi içinde yeni bir süreç başladı. Kürt sorunu artık net bir şekilde ortaya çıktı, konuşuluyor. Hem İmralı’dan, hem de devletin yol haritasıyla ilgili çalışmalar var. Artık bu sorun bundan sonra devletin politikası olmalıdır…Türkiye bize eskisi gibi, ‘Gidin dağlardan PKK’yı temizleyin, liderlerini bize teslim edin’ gibi isteklerde bulunmuyor…Kürt yönetimi olarak üçlü mekanizmanın içinde yer alıyoruz. Bu konuda PKK’ya yönelik bir operasyon söz konusu değil. Ateşkesin devamı, silahların susturulması süreci yaşanıyor…Mahmur’un boşaltılmasıyla ilgili herhangi bir çalışma yok.”

Bu açıklamalar, “Üçlü mekanizma, terörle mücadele” falan diyerek, birilerinin bizi fena halde işlettiğini göstermiyor mu?

Diğer “sorunsallar” ve “çözümler” deki gidişat da farklı değil. İşte bazıları:

Kıbrıs sorununuz var…Ne yapalım?...Sakın masadan kalkmayın…


Çözüm; Rum ne istiyorsa verin!..

Ermeni sorununuz var…Ne yapalım?..Masaya oturun…


Çözüm; Sınırı açın, ambargoyu kaldırın, soykırım yaptığınızı kabul edin!..

Ege sorununuz var…Ne yapalım?..Yunanistan’la anlaşın…


Çözüm; Yunanistan’ın dediklerini yapın!..

Patrikhane sorununuz var…Ne yapalım?..Patrik’le anlaşın…


Çözüm; Bartholomeos ne istiyorsa, “baş üstüne” deyin!..

Liste uzayıp, gidiyor, Türkiye’nin önünde de iki seçenek var:

A-Abi dükkan senin, al bu da anahtarı B- Anan güzel mi?

Bunlardan hangisinin seçildiği belli olduğuna göre, bu ülke, bu sınavdan “sıfır” çekmez mi?

“Kürt sorunsalının çözümünde” sahneye sürülen son aktörü de es geçmeyelim.


İnce Memed kitabıyla bizim kuşağa, ağalığa, beyliğe, yoksulluğa, zulme isyanı öğreten Yaşar Kemal’in, küresel düzenin ağa ve beylerinin hizmetine talip olması ne acı bir sondur. Milletçe hafıza özürlüyüz ya, sahneleri bile değiştirme gereği duymuyorlar…Çankaya Köşkü ve Başbakanlık, “Öcalan’a mesaj gönderdikleri” iddiasını peş peşe yalanladı.


Geçtik, İmralı, Kandil, emperyalizm sözcüsü “aydınların” arabuluculuğunu veya MİT Müsteşarının, Öcalan’a görüşmelerini (Köşk ve Başbakanlığın bilgisi dışında olması, görüşmeden sonra bilgi vermemesi mümkün mü?), şu Yaşar Kemal oyunu bile “mesajların” delilidir.

Görünürde yazar, hukukçu ve STÖ’lerin, gerçekte İmralı’dakinin talimatıyla 13-14 Ocak 2007’de Ankara’nın ortasında yapılan, Türkiye ile PKK arabuluculuğunu hedefleyen, aynen bugün konuşulanların paketlendiği “Türkiye Barışını Arıyor” konferansını hatırlıyor musunuz?


Yaşar Kemal’in bunun açış konuşmasındaki “Gerillanın adını terörist koyduk” sözlerini?..


Yaşar Kemal’le birlikte açış konuşmasını yapması planlanan, ancak hastalığı sebebiyle toplantıya katılmayıp, mesaj gönderen “Kürt yazar” Mehmet Uzun’un,


“Yeni yüzyıl ulus-devletlerin çöplüğü haline gelecek…Bir ulus-devlet olarak Türkiye ya demokratikleşecek ve bir insan hakları, özgürlükler ülkesi haline gelecek, ya da pompalanan militarizmi ve ultramilliyetçiliği düstur kabul edip, felaketlere yol açacağı belli serüvenlere girişecek”


dediğini…


İmralı’dan nasıl “takdir” aldıklarını…DTP’nin o günlerde Ankara Kocatepe Kültür Merkezi’nde yapılan, İstiklal Marşı’nın okunmadığı 1. Olağanüstü Kongresi’nde, Yaşar Kemal’in o konferansın kapanışında kullandığı, “Ya gerçek demokrasi, ya hiç” sözünün pankart olarak asıldığını…Ve hiç kimseden ses çıkmazken, şimdilerde Ergenekon sanığı olan ADD Genel Başkanı Şener Eruygur’un, teröristlere “gerilla” sıfatını uygun gören Yaşar Kemal’i,


“esefle kınayıp”, “Ulus ve ülke bütünlüğüne kastetmiş emperyalist işbirlikçilerin paralelinde, bölücü terör örgütünü masum ve legal göstermeye yönelik tutum ve davranışlar hız kazandı. Buna karşın resmi-gayriresmi kurum ve kuruluşların etkin bir karşı duruşu sergileyemediğini esefle izliyoruz. Bazı aydınların kişisel gösterim ve ödüllenme gayretkeşliğine girdiği, nefretle karşıladığımız bu gelişmeleri kabul edemeyiz”


tepkisini gösterdiğini?..Bunları kaçımız hatırladık?

Hatırlamadığımız içindir ki Yaşar Kemal bu defa da, ticari kazancı, Batı’ya ve iktidara yaranma uğruna artık Türkiye’yi pazarlık masasına koyan Aydın Doğan medyasının Radikal kanadı üzerinden yeniden sahneye sürülebildi.


Abdullah Gül,


“Yaşar Kemal’i büyük bir ilgi ve dikkatle okudum. Söylediklerinin çözüme katkı sağlayacağına inanıyorum. Ve daha geniş anlamda, bu konuya kafa yoran insanların görüşlerini de anlamlı buluyorum”


diyor. Gül, Hasan Cemal’in Kandil röportajlarını da, “Büyük bir ilgi ve dikkatle okumuş”tu!..

Yaşar Kemal’in, o “Türkiye Barışını Arıyor” konferansından sonra Gül’le görüştüğünü, yine Gül döneminde, “Çankaya Nobeli” denilen Kültür ve Sanat Ödülü’nün Yaşar Kemal’e verildiğini biliyorsunuz değil mi?


Şimdilerde o ödülün bedelini mi ödüyor, ne?..

El birliğiyle, “paşa paşa” muhatap alınan İmralı’daki “Sayın”, o konferanstan sonra yaptığı açıklamada başka bazı isimleri de şöyle takdir etmişti;


“Konferansa katılanlar içinde devletin önemli noktalarında yer almış isimlerin bulunması önemli. Mesela Mümtazer Türköne bir Türk Milliyetçisi, yurtseveridir. Yine Cevat Öneş eski MİT Müsteşar yardımcısıdır. Sanırım daha önceki söyledikleriyle, son günlerde açıklamalar yapan MİT Müsteşarının söyledikleri birbirleriyle örtüşüyor”.

Bu isimlerden, “Mümtaz” veya “er”liği tartışmalı, ama “Türk-arkaya” felsefesinin yılmaz savunuculuğunu yaptığı kesin olanın son açılımına değinme zamanıdır.


Diyor ki;


“PKK sorunu pratik bir sorun. Af kanunu gibi tedbirlerle PKK’nın, dolayısıyla şiddetin tasfiye edilmesi gerekiyor…PKK sorununun muhatabı belli. Osmanlı devrinde isyan eden, sonra uzlaşan toplulukların elebaşlarına ‘paşa’ unvanı verildiğini hatırlatalım…

Anlaşıldı değil mi, Öcalan’a “Paşa”lık rütbesi verilmesini istiyor. Bu isteğini, eski camiasının piri sayılan isimlerinden birisine söylediğimde tepkisi aynen şu oldu: “Osmanlı, elebaşlarına ‘paşa’ unvanı veriyor, sonra da gidip, kellesini alıyordu!..”

Bu nasıl bir mekanizmadır ki, boynuz kulağı geçiyor?


Boynuz dediğim, mesela Cengiz Çandar o da 4 ay önce, Öcalan’ın 5-10 sene içinde salıverilmesi gerektiğini buyururken, “Meşrutiyet ilan edildiği vakit Balkan dağlarındaki bütün çeteciler geldi, milletvekili oldu” örneğini vermişti.


Öcalan’ın, “Bir Türk Milliyetçisi, yurtsever” diye tarif ettiği zat, teröristleri “Paşa”lığa terfi ettiriyor!..Böyle “milliyetçi”ye, böyle “açılım”!..Yakışır!..

Peki, “Üç Havari”lerden Eser Karakaş’ın son önerisinden haberiniz oldu mu?


Belli ki, 2006’da dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu’nun,


“Türkiye üzerinde emelleri olan iç ve dış mihraklar var. Sonlarını kendileri hazırlayan bu zavallılara acıyorum. Bu mihraklar, ya Türkiye’yi terk edecek ya da Anadolu denizinde boğulacaklar…”


sözleri içine oturmuş. “Demokrasi havarisi”, hem bu konuşmayı, hem de


“Bu konuşma karşısında, sivil ya da askeri savcıların bir soruşturma açmamalarını garip bulduğunu”


nedense bugün açıklıyor. Dahası bu konuşma, Deniz Harp Okulu’nun 2006-2007 eğitim-öğretim yılının açılışında yapıldığı halde, nedense yaklaşan 30 Ağustos devir-teslim törenlerini “hizaya getirme”de kullanıp, şu “naçiz önerisine” dayanak yapıyor:

“Komutanlar mutlaka ve mutlaka 30 Ağustos törenlerinde tonlarını düşürmeli, 2006 senesinde Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın yaptığı o büyük yanlışı ya da benzerini asla bir kez daha yapmamalıdırlar…Basına da bu konuda büyük hem de çok büyük bir rol düşmektedir. Basın da bu konuşmaları manşetlere taşımamalı, televizyon ekranlarından naklen vermemelidir…”

Mehmet Ali Birand da, “Şehit sayısı 5’ten az olursa haber yapmayalım” demiş, ardından Yaşar Büyükanıt tarafından Eğridir Dağ Komanda Okulu’nda el üstünde tutulmuş ve gerçekten 5’ten aşağı şehit haberleri sansürlenmişti. Eser Karakaş, devir-teslim törenlerine “Baş Denetçi” olarak davet edilir mi bilmem, ama işte nasıl zıvanadan çıktığımızın resmi; “Milliyetçi”den, teröristlere “Paşa”lık, “Havari”den, Paşalara “sansür” teklifi!..

Bu öneri bolluğu karşısında, en kesin ve toptan çözüm için benim de fikrim geldi; Bakkallara söyleyin de, 30 Ağustos’a kadar askerlere ekmek bile vermesinler…Bakın, görün Öcalan’ın “Paşalığı”nın önü nasıl açılır!..

Yönetimde Mustafa Kemal’e kulak veren kalmadı ya, belki bir umut Abraham Lincoln’ü dinlerler; Bölünmüş bir ev ayakta kalamaz!..


Kaynak: Meyyal Uygur - Açık İstihbarat

5 Genelkurmay Başkanı Niçin Ergenekonla Suçlanıyor?


Her şey 1991 yılı başında ABD' nin Körfez saldırısı ile başladı.

ABD, Bağdat' a yürümedi, Irak' ın kuzeyinde bir Kürt isyanı kışkırttı. Arkasından, Irak Ordusunun 36. enlemin kuzeyine geçmesini önleyerek buradaki Kürt oluşumunu güvence altına aldı.

ABD' nin plânı şuydu: Önce Kuzey Irak' ta bir Kukla Kürt Devleti kurmak ve sağlamlaştırmak, sonra Irak' ı tümüyle işgal etmek. Kukla Devleti Türkiye' nin güneydoğusu, Suriye' nin doğusu ve İran' ın batısından koparacağı parçalarla birleştirerek Büyük Kürdistan' ı, yani İkinci İsrail' i kurmak.


Yani : Büyük Ortadoğu Projesi ( Tayyip ve Gül' ün eşbaşkanları olduğu proje; Buş' un deyimiyle " Haçlı Seferi " ) Türkiye'deki bütün hükümetler, İncirlik'e yerleşen Çekiç Güç' ün görev süresini uzatarak ABD' nin Kuzey Irak' taki Kürt oluşumunu desteklemesine yardımcı oldular. ( " ABD Ordusu ile mükemmel işbirliği “!!!) İşte Türk Ordusu bu süreçte Kuzey Irak' taki oluşum üzerinden Türkiye' nin bölünmesi tehlikesini ve tehdidini algılayınca, ABD ile cephe cepheye geldiğini anladı.


İLK OLAY: TORUMTAY'IN İSTİFASI


Özal' ın kuzeyden Irak' a girme emrini uygulamamak için Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay istifa etti. Böylece, Türk Ordusu, Amerikancı planlarda rol almayacağının ve direneceğinin ilk işaretini vermiş oldu. O andan itibaren Türk Ordusuna karşı Ergenekon tertibi planlanmaya başlandı. Amerikan plânlarına engel olan komutanlar, Ergenekon çeteciliği ile suçlanacaktı.


ÖZEL HARP DAİRESİ SORGULANIYOR


Sovyet tehdidine karşı kurulmuş olan Özel Harp Dairesi ABD güdümünde idi, ama Sovyetler yıkıldığı için oradan gelen tehlike ortadan kalkmıştı. Şimdi ise tehdit, Kuzey Irak' taki ABD varlığından geliyordu. Dolayısıyla, ABD güdümünde olan Özel Harp Dairesi, ABD'den gelen bir tehdide karşı durmak için kullanılamazdı. Geçmişteki Kontrgerilla eleştirileri de Ordu'da rahatsızlık yaratmıştı.


Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, Özel Harp Dairesi'ni yeniden örgütleme ve adını Özel Kuvvetler Komutanlığı ( ÖKK ) olarak değiştirme çözümünü uyguladı. Yıl 1991. ÖKK' nın bölücü terörü hedef alması ve Kuzey Irak' taki Kukla Devlete karşı tavır alması, ABD denetiminden kurtulma sürecinin başlangıcıydı.


Tugay düzeyindeki birlik, tümen düzeyine çıkarıldı. ÖKK, Kuzey Irak' ta ABD ile karşı karşıya geldi ve ABD tehdidine karşı uyanışın öncüsü oldu.


Ankara' da ÖKK için yeni bir yerleşim yerinde yönetim ve eğitim tesisi yapımına başlandı. ABD bundan son derece rahatsız oldu, ajanları vasıtasıyla Askeri Savcılığa ÖKK tesis inşaatında yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla dava açtırdı ve ÖKK'nın yapılandırılmasını uzun süre felce uğrattı.


ORG. EŞREF BİTLİS' İN ŞEHİT EDİLMESİ


ABD'nin Kuzey Irak'taki Kukla Devleti pekiştirme planlarını bozan bir planı uygulamakta olan Org. Bitlis, Amerikan Çekiç Güç Helikopterlerinin PKK' ye silah ve malzeme attığını saptadı ve raporlarında bunu belirtti. Orgeneral Eşref Bitlis Jandarma Genel Komutanı olarak, Amerika' nın; Türkiye' nin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini hedef aldığını gördüğü, bu tehlikeyi önlemek için tedbirler aldığı ve ülke savunmasına yönelik bir strateji geliştirdiği için Amerika tarafından hedefe konuldu.


Org. Bitlis, helikopterle Kuzey Irak' a giderken, bu seyahat Amerika' ya haber verilmiş olduğu halde, iki Amerikan jeti yakın uçuş yaparak saldıkları yoğun egzost gazı ile helikoperi oksijensiz bırakıp motorunu durdurarak düşürme denemesi yapmışlarsa da, usta pilotumuz ani dalış manevrası ile bu suikasti boşa çıkarmıştı. Bu suikasttan hemen sonra Amerikalılara saldırdıkları helikopterde Orgeneralimiz olduğu tekrar bildirilmesine rağmen iki Amerikan jeti saldırıyı tekrarlamışlar fakat usta pilotumuz olaya tekrar hakim olabilmişti.


İkinci teşebbüs başarılı oldu. CIA tarihinin en önemli suikasti 17 Şubat 1993 günü gerçekleşti. Uçağına yapılan sabotaj sonucunda Org. Bitlis şehit edildi.


ÇELİK HAREKÂTI


Ağustos 1994'de Genelkurmay Başkanı olan Org. İsmail Hakkı Karadayı döneminde Eşref Bitlis Planı uygulandı, Kuzey Irak'a Çelik Harekatı yapıldı. 35 bin Mehmetçik Mart 1995'de Kuzey Irak'a girdi. Kuzey Irak'a giren ordumuz, ABD'nin egemenlik alanına girmiş oldu. Çünkü o bölge ABD ordusunun işgali altındaydı.


ABD' nin Foreign Affairs, Foreign Reports, Mediterranean Quarterly ve Joint Forces Quarterly gibi yarı resmi organları. "Türk komutanları hizadan çıktı " - " Türk Ordusu ABD - Türkiye ilişkilerini bozuyor " gibi görüşlere yer vermeye başladılar.


GAZİ OLAYLARI


Çelik Harekâtı öncesinde CIA' nın Moskova İstasyon Şefi, CNN televizyonundan, " Türkiye' nin karışacağını ", daha doğrusu Amerika' nın Türkiye'yi karıştıracağını tüm dünyaya şöyle ilân etti:


" Önümüzdeki dönemde dünyanın en çok karışacak ülkesi Türkiye' dir... Şu anda Türkiye, gizli servislerin gündeminde ilk sıraya yerleşmiştir. "Gazi Mahallesi tertibinden birkaç gün önce de, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Holbruk ( Holbrooke ), Türkiye' nin Kuzey Irak sınırında yaptığı yığınağa dur demek için tertip yapacaklarını şöyle ilan etti:


Kuzey Irak sınırına asker yığıyorsunuz. Önümüzdeki günlerde terör olaylarının artma ihtimali var. Oraya yapacağınız bir harekât’ ta dikkatli olmanızı tavsiye ederim"


CIA Şefinin ve Holbruk' un haber verdiği gibi,12 Mart 1995 gecesi İstanbul' da Gazi Mahallesi tertibi düzenlendi. Ancak Türk Ordusu bu tehdidi önemsemedi ve Çelik Harekâtı yapıldı.


KONTRGERİLLA (GLADYO) POLİS İÇİNE KAYDIRILIYOR


NATO tarafından NATO üyesi ülkelerde o ülkeleri komünizmden korumak için kurulan Kontrgerilla ( diğer adları Gladyo ve SüperNATO ) örgütleri, İtalyan Savcının tesbit ettiği gibi, esasında CIA tarafından yönetiliyordu ve esas görevleri bu ülkelerdeki hükümetlerin ABD kontrolünden çıkmalarını önlemekti. Türkiye' de Özel Harp Dairesi işte bu kontrgerilla ile irtibatlı idi ama artık Sovyetler yıkıldığı için komünizm tehdidi kalmamış, aksine tehdit Kuzey Irak'taki ABD varlığından gelmeye başlamıştı. Dolayısıyla, ABD güdümünde olan Özel Harp Dairesi, ABD' den gelen bir tehdide karşı durmak için kullanılamazdı. Bu açmazdan kurtulmak için 1991 yılında Özel Harp Dairesi'nin Özel Kuvvetler Komutanlığı ( ÖKK )' na dönüştürülmesi aslında bir millileştirmeydi. ABD bu kuruluştan dışlanıyor ve kuruluş, hedefini komünizme karşı mücadele yerine Kuzey Irak' tan yöneltilen tehdide karşı mücadele olarak belirliyordu.


Bunun üzerine, ABD, " Kontrgerilla yapılanmasında Türk ordusunun yerine polisi koyabilir miyiz " denemesine girişti ve Türkiye' deki operasyon merkezini polisin içine kaydırdı. 1973' den beri İçişleri Bakanlığı içinde örgütlenen " İslâmcı Cunta ", artık " Fethullahçı Gladyo " olarak Kontrgerilla içinde ordudan boşalan yeri alıyordu. Fethullahçı Gladyo’ nun ilk büyük tertibi, işte bu 1995 Gazi Olaylarıdır.


1996 EYLÜL HAREKÂTI


ABD ordusu, özellikle Çekiç Güç, Irak' ın kuzeyinde 7,500 " CIA peşmergesi " nden oluşan bir askeri güç örgütlemişti. Eylül 1996' da, Eşref Bitlis Plânı gereğince, Barzani, Türk Genelkurmayının yönlendirmesi ile Saddam yönetimi ile işbirliği yaparak CIA peşmergelerini dağıttı. 200' e yakın ölü veren CIA peşmergeleri, ABD tarafından Guam Adası' na taşındı. ABD kaynakları, bu harekâtı " ABD' nin Vietnam'dan sonraki en büyük yenilgisi " olarak değerlendirdiler.


Bu harekâttan 20 gün önce, bir Tuğgeneral, iki Albayın önünde, Aydınlık Dergisi' ne bir demeç vererek, Eşref Bitlis' in uçağının ABD' ye bağlı " Çiller Özel Örgütü "ndeki Gladyo görevlilerinin düşürdüğünü açıkladı. Aydınlık, 25 Ağustos 1996 günkü sayısında bu haberi yayımladı. Türk Ordusu, Çelik Harekâtı'nı Başbakan Çiller' e haber vermeden gerçekleştirmişti. Çünkü ABD vatandaşı Çiller'in ABD'ye örgütsel bağlılığı İşçi Partisi tarafından açıklanmıştı ve TSK tarafından biliniyordu.


28 ŞUBAT


28 Şubat harekâtı’ nın en önemli başarısı, Fethullah Hoca' ya indirdiği darbe oldu. Fethullah Hoca kaçıp ABD' ye yerleşti. Mayıs 1977 YAŞ toplantısında 160 subayın irtica bağlantısı nedeniyle ordudan atılması başbakan Erbakan' a dayatıldı. Bu uygulama, ordu içindeki Gladyo' yu, yani ABD görevlilerini temizlemek anlamına geliyordu. Çünkü artık Kontrgerilla, Fethullahçı Gladyo idi. 28 Şubat kadrosu içinde ABD' nin Truva Atı olan Çevik Bir de, 1998 sonrasında tasfiye edildi.


Bu sayede Haçlı İrtica, 2002 yılı sonuna kadar iktidara el koyamadı.


KONTRGERİLLA, GENELKURMAY KARARGÂHI’ NDAN ÇIKARILDI


1994 – 1998 arasında Genelkurmay Başkanı olan Org. Karadayı, ABD ve NATO yuvalanmasını, yani Kontrgerillayı Genelkurmay Karargâhından çıkardı.


Özel Kuvvetler' in milli amaçlar için kullanılmasına yönelik önlemleri geliştirdi.

Özel Harp subaylarımızın Çin' in Uygur bölgesinde ve Çeçenistan' da kullanılmasına engel oldu.


ABD ORDUSU TÜRKİYE'Yİ İŞGAL TATBİKATI YAPIYOR:

MILLENIUM CHALLENGE 2002


1998 yılında Genelkurmay Başkanı olan Org. Kıvrıkoğlu, ABD' nin bölge ülkeleri için tehdit oluşturduğunu açık bir dille belirtti. Kıvrıkoğlu, Vaşington ziyaretini iptal etti ve NATO döneminde ABD'yi ziyaret etmeyen ilk Genelkurmay Başkanı olarak tarihe geçti. Kıvrıkoğlu, "28 Şubat'ı BİN YILLIK MÜCADELE AZMİYLE sürdürmeye kararlıyız" dedi. Yani ABD tehdidine karşı bin yıl da sürse direnilecekti.

Mesajı alan ABD, aynı kelimeleri kullanarak cevap verdi:BİN YILIN MEYDAN OKUMASI: MILLENIUM CHALLENGE 2002


Ve bu isim altında 24 Temmuz 2002'de Nevada Çölü'nde Türkiye'yi işgal tatbikatı yaptı. Bu, ABD tarihinin en büyük askeri tatbikatı idi.ABD' nin en önemli yarı resmi ajansı ASSOCIATED PRESS, tatbikatın Türkiye' yi işgal senaryosu üzerine kurulu olduğunu yazdı.Deprem ( bir karışıklık kastediliyor ) sonrası ordu yönetime el koyuyordu. Bunun üzerine ABD Deniz Kuvvetleri ülkenin güneyindeki adayı ( Kıbrıs ) kuşatıyor ve 96 saat içinde hedef ülkeyi işgal ediyordu.


Türk ordusunun saldırıya karşı hazırlanma müddeti olan 96 saat seçilerek, hedef ülkenin Türkiye olduğu adeta gözlere batırılıyordu


ABDULLAH GÜL, AMERİKA İLE GİZLİ HİZMET SÖZLEŞMESİ YAPIYOR


Dışişleri Bakanlığı Koltuğunu işgal eden A. Gül, 2 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Powell ile Ankara'da 2 sayfa 9 maddelik bir gizli anlaşma yaptığını itiraf etti, haber Vatan Gazetesi'nde yayımlandı.

Bu haberde Gül, anlaşma içeriğini açıklayamayacağını, gizli olduğunu söyledi.

13 Temmuz 2003 günü, Doğu Perinçek, bu gizli anlaşmanın maddelerini açıkladı.

Birinci madde: "Türk askeri ve Özel Kuvvetler 4 ay içinde aşamalı olarak Kuzey Irak'tan çekilecek" şeklindeydi.


ÇUVAL OLAYI


A. Gül'ün yaptığı bu gizli anlaşmadan 3 ay sonra, ABD ordusu, Türk askerinin başına çuval geçirdi. Çuval geçirme eylemi, gizli anlaşmanın uygulanması için bir ihtardı. Tayyip' in " Müzik notası " vecizesi, anlaşmanın uygulanması gerektiğine ilişkin orduya yönelik bir açıklamaydı. " Biz anlaşma yaptık, Kuzey Irak' tan çık artık " diyordu Tayyip Türk Ordusuna.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld' in, Çuval Olayından sonra, Başbakanlık koltuğunu işgal eden Tayyip' e gönderdiği mektupta şöyle deniyordu:

" TSK ( ÖKK kastediliyor ) Kuzey Irak' ta sizin bilginiz haricinde eylemler yapmaktadır "Rumsfeld, çuvalı Tayyip' in değil, Türk Ordusunun başına geçirdiklerini böyle veciz bir şekilde anlatmış oluyordu.

Milli devlet ve Kemalizm karşıtı pervasız açıklamalar yapan, " Milli Egemenlik ve Milli Güvenlik kavramlarının artık geçersiz olduğu " açıklamaları yaparak Orduyu zehirleyen Org. Hilmi Özkök, böylece, tarihe " başına çuval geçirilen komutan " olarak kaydedildi.

Ve böylece, Ergenekoncu olarak suçlanmaktan kurtuldu.


ERGENEKON TERTİBİ AÇIĞA ÇIKIYOR


Başına çuval geçirilmesine ve Kuzey Irak'tan çıkarılmasına rağmen akıllanmayarak sınır ötesi harekatta ısrar eden Türk Ordusu' na karşı, Org. Torumtay zamanından beri hazırlanagelmekte olan tertip artık açığa çıkarılmalıydı. ABD' ye direnen 5 Genelkurmay Başkanı ve milli kuvvetler " Ergenekon çetesi " olarak suçlanacaktı.


Suçlama belgeleri esasında çoktan hazırdı, ama Org. Özkök " Ergenekoncu " olmadığından, onun görev süresince tertip uykuya yatırılmıştı.


Hatırlayalım:(Fehmi Koru, "Taha Kıvanç" imzasıyla, Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan 30 Nisan 2001 ve 1 Mayıs 2001 tarihli yazılarında " 'Yeniden kurulsun diye hakkında rapor hazırlanan Ergenekon, çok kapsamlı, bir partiyle irtibatı bulunmayan, 'devleti yapılandırma' amaçlı bir örgüt" demektedir. Koru yazısında, 24 sayfa olduğunu söylediği bu dokümanın sonunda yazanın adının bulunduğunu da belirtmekteydi.)


Tertibin uykudan uyandırılmasının ilk işareti Org. Büyükanıt' a karşı Şemdinli tertibi idi. O tertipte Org. Büyükanıt çete kurmakla suçlanmış ancak tertip bozguna uğramıştı.


Şimdi daha büyük ve kapsamlı bir tertip yapılmalıydı. İşte o tertip, günümüzde devam eden Ergenekon / Agarta Davasıdır.


ABD' nin hazırladığı sivil darbe ile iktidara gelen AKP, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD' ye sorunsuz olarak eşbaşkanlık yapabilmek için, başta ABD' ye direnen Türk Ordusu olmak üzere milli kuvvetleri safdışı etmeliydi. Plâna göre, bu dava sürecinde komutanlar yıldırılacak ve 1991 öncesinde olduğu gibi ABD ile uyumlu olarak görev yapmaları sağlanacaktı.


Yani, AB kriteri olarak dayatıldığı gibi, ordu " sivil otoriteye " tabi olacak, kendisine Atatürk tarafından verilmiş olan " ulusal bütünlüğü ve laik cumhuriyeti koruma " görevini unutacaktı.


+++++++++++++++++++++++++++++++++++


Not:


" AKP sivil darbe ile değil, seçimle geldi " itirazı yapacak olanlara bir açıklama:


1 - CIA' nın yan kuruluşu Rand Corporation' un yayın organlarında ve ABD strateji merkezlerinin hazırladıkları raporlarda; mealen şöyle deniyordu:"ABD artık ANAP ve DYP gibi partilerle Türkiye'yi kontrol edemez, Fazilet Partisi'nin başına yenilikçi kanadın geçmesi, Tayyip Erdoğan'ın Başbakan, Abdullah Gül'ün de Dışişleri Bakanı olması halinde ABD Türkiye'yi kontrol altında tutmaya devam edebilir."


2 - Bu raporları okuyan İşçi Partisi ve Aydınlık Dergisi, halkımıza bu plânı haber verdi.( Muhakkak ki diğer partiler de bu yayınları okumuşlardı, ama onların halkımızı bilinçlendirmek gibi bir sorunları yoktu )


3 - Aydınlık Dergisi 20 Ekim 1996 tarihli sayısında kapaktan haberi verdi:" Merak edilen gizli mesajı açıklıyoruz: Abramowitz, Tayyip' i Erbakan' ın yerine hazırlıyor. "Yani, AKP' nin iktidara geldiği 3. Kasım. 2002 seçimlerinden 6 yıl önce, Aydınlık Dergisi ve İşçi Partisi, Amerika'nın bu seçimi yaptığını halkımıza duyurdu.


4 - Cumhuriyet Gazetesi 16 Şubat 1997Leyla Tavşanoğlu' nun İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ile söyleşisi:Perinçek: " ABD, Tayyip Erdoğan' ı Başbakan, Abdullah Gül' ü de Dışişleri Bakanı yapacak. CIA' nın yan kuruluşlarından Rand Corporation'un yayın organında da bu yazıldı."Yani, AKP' nin iktidara geldiği 3. Kasım. 2002 seçimlerinden 5 yıl 8 ay önce, Perinçek, Cumhuriyet Gazetesi kanalıyla da, bu gerçeği halkımıza duyurdu


5 - Görülüyor ki, ABD seçmiş, hazırlamış, önümüze koymuş, seçtirmiş. Şimdi kim " Bunları ben seçtim " diyebilir?Menderes' in " Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm " sözlerini ABD iyice not etmiş olmalı ki, istediğini elhak seçtiriyor.


Kaynak: TOGEÇ (Toplumsal Bilinci Koruma ve Geliştirme Çatısı)

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Ertuğrul Özkök Neyin Pazarlığını Yaptı? / Fatma Sibel YÜKSEK







En çok şunu merak ediyorum:


Acaba Sayın Yaşar Büyükanıt, kendisine emeklilikten sonra tahsis edilen Audi’nin ülkeye getirilişi sırasında başında bir korgenerali şekerleme yaparken gösteren fotoğrafı internet sitelerinde görünce ne düşündü?

Bir de şunu merak ediyorum:


Acaba Sayın Hilmi Özkök, Ergenekon savcılarına köfte- ekmek yerken verdiği ifadenin ayrıntılarını (özellikle savcılara yönelik övgü dolu sözleri) Star gazetesinin manşetinde görünce ne düşündü, ne hissetti?

Minik torunu, oğulları, gelinler vs. ile birlikte Erol Atar’a “cumhurbaşkanı ailesi pozu” verdikten sonra, Erdoğan’ın “Adayım, kardeşim Abdullah Gül” demesiyle gelen hayal kırıklığına benzer bir duygu yaşamış olabilir mi?

Her iki Sayın Paşa da “Biz bu kadar açık, samimi, uyumlu, “demokrasinin” emrine amâde davranıyoruz, karşılığında sızdırma haberlerle kamuoyu önünde zor duruma düşürülüyoruz; bu reva mıdır” şeklinde bir hislenme, bir burkulma yaşamışlar mıdır?


Yoksa, “resmin bir parçası olarak” kendilerine düşeni yerine getirmiş olmaktan dolayı müsterih midirler?

İki eski genelkurmay başkanı, kendileri ne düşünmüş olurlarsa olsunlar, sözkonusu haberlerle kamuoyu önünde küçük düşürülmüşledir.


Büyükanıt, “Kâbusla uyanacaksınız” şeklinde sert mesajlar verdiği, uğrunda muhtıralar yayınladığı bir hükümetten giderayak “ hediye kabul etmiş” mevkine düşmüştür.


“Bu Audi acaba neyin karşığı?” sorusu kafaları kurcalamıştır…

Özkök ise, silah arkadaşlarına ağır suçlamalar yöneltilen ve üzerinde hukuki bakımdan çok büyük tartışmaların devam ettiği bir soruşturmada, arkadaşları aleyhine bilgi vermek için can atan bir “Sayın muhbir vatandaş” hüviyetine bürünmüştür.


Star gazetesinin ifadeyi manşete taşırken, Paşa’nın savcılara yönelik komplimanlarını ön plana çıkarması, sadece “haberi renkli hale getirelim” kaygısından olmasa gerektir. Kamuoyunun kafasına koca koca paşaların “nasıl da biat ettikleri " kazınmak istenmiştir. Biat etmeyenlerin hali ortadadır. Onlar ya tutukludurlar, yada ucuz İtalyan filmlerini aratmayan rüşvet-seks-şantaj kumpaslarına teslim olup, Yüksek Askeri Şura öncesi peş peşe istifa ederek köşelerine çekilmektedirler…

“Herkesin bir fiyatı, bir fiyatı yoksa bir açığı mutlaka vardır” diye düşünmemiz için daha kaç örnek göreceğiz dersiniz?

Anlaşılan daha çok örnek göreceğiz….


Nasıl olsa orta yerde “Ergenekon” diye üzerinden herkesin bir ayağının ateşte tutulduğu, herkesin uykularını bir sebeple kaçıran, herkesin kendini pazarlayıp saf değiştirebileceği bir dava var.


(“Kendini pazarlayıp saf değiştirebileceği” derken, Hürriyet gazetesinin malak yalamış gibi parlak saçlı, Türk filmlerinin kötü kalpli jönü Önder Somer’i andıran, “gürbüz”, “yiğit” ve “ulusalcı” yazarı geldi aklıma. Arkadaş, “Akdeniz’de balina mı olur” diye üfürükten tayyare bir konuda maraza çıkarıp, sonra da “Ben yanılmışım, Ergenekon varmış, kahrolsun çeteler!” şeklinde slogan attıktan sonra soluğu nasıl da rakip grupta almıştı…)

“Kuyruğu kulağına denk” trampet çalan, hercai bir köşe yazarı olunca iş kolay.."Varmış Ergenekon, ben bilememişim” diye özür dileyip, üste bir de Tayyip Bey’in sarı bıyıkları ve ray ban gözlükleriyle “ne kadar karizmatik durduğuna” dair bir yazı yazarsınız, sizi istediğiniz tahtırevana bindirirler…

Ama “tayyareden” bir yazar değil de, koskoca “Amiral gemisinin” kaptanıysanız daha profesyonel, daha karizmatik “satış hikayelerine” ihtiyacınız var demektir..Ayrıca, biraz daha işe yaramalısınız ki bir anlamınız olsun…

Bu uzun girizgâhtan sonra soralım:

Ertuğrul Özkök, İmralı teröristinin devlet tarafından doğrudan muhatap alınması konusunda neden öncülük yapmaya başladı?

İşi neden, “Bebek katili adını ben koydum” dedikten sonra teröristten özür dileme noktasına getirdi?

Oysa daha haftalar önce, Ergenekon operasyonlarının tümünü önceden haber vermiş olanlar, “Sırada medya var. 28 Şubat’a destek vermiş büyük bir gazetenin sahibi ve genel yayın yönetmeni tutuklanacak” diye yazılar yazmaktaydılar…

Ne oldu da bu yazılar birden bire bıçakla kesilir gibi kesildi?

Ve ne oldu da Ertuğrul Özkök aniden “Umudumuz Apo” diye yazılar yazmaya başladı?

“Ergenekon terör örgütü üyesi” zannıyla bir sabah tutuklanmamanın “karşılığı” mı var?

Nedir o “güvencenin” bedeli?


Özkök'ün zamanlaması dikkat çeken bu yazılarını gördükçe; "Ergenekon"'dan tutuklanmamanın diyetini mi ödüyor sorusu akla geliyor.


Kaynak: Açık İstihbarat

28 Temmuz 2009 Salı

AKP’den Muhafazakârlara “Sus” Payı- Meyyal UYGUR


Biliyorum ben yazmaktan, siz okumaktan yoruldunuz. Ama görüyorsunuz, PKK’yla masaya oturmaktan, “Kürdistan”ın tanınmasına, ABD destekli David L. Phillips, eski CIA görevlisi Henry Barkey ve TESEV planları, “bizim çözümümüz” denilerek, yutturulmaya başlandı. Ne dediysek o, -İsteyen PKK’lıların Irak’ta kalması, sözde lider kadrosunun Avrupa’ya gönderilmesi, silahların ABD’li subaylara teslimi vs- yandaş medya tarafından sırayla bir gündeme zerk ediliyor. Son olarak, Erdoğan’ın “Kürt açılımlarına değil, bu açılımların ülkeyi böleceği gerçeğinin, uyumaya devam eden milletin kafasına dank ettirecek kadar açık konuşulmasına kızdığı” için ‘kelle’ uyarısında bulunduğunu söyledik. 3-4 gün sonra Erdoğan, partisinin grup toplantısında, “Açılımlar sürecek. ‘Söz ola kese başı’ nı Doğu ve Güneydoğu’da söylenecek bir sözün, diğer bölgelerdeki yansımasının farklı olabileceğine işaret etmek için kullandım” izahını yaptı. Aslında “Kürt açılımlarının” büyük bir faydası oldu, özellikle Gül ve Erdoğan’ın, “yazılmaması” kayıtlı özel sohbetlerinin baş konuğu medya mensupları peş peşe, “Ergenekon davası sayesinde, Kürt açılımlarının önünün açıldığı” itirafında bulundular. Bu, Ergenekon’un “Kürdistan” projesine karşı çıkacak kişi ve kuruluşları bertaraf için icat edildiği iddiamızın da teyit ve ilanıdır.

Hadi ulusalcı-milli güçleri ve TSK’yı böyle bertaraf ettiler. İyi ama muhafazakâr kesimin “PKK’yla anlaşma ve Kürdistan” projelerini desteklediğini mi zannediyorlar?

Çantada keklik görmüyorlar ki, “Kürt açılımlarıyla” eş zamanlı, bu cenaha yönelik atağa kalktılar.

YÖK’ün üniversite katsayılarını düzenleyip, İmam-Hatiplilerin “önünü açması” ilk adım. Öncelikle belli bir kesimde yeniden “Laiklik elden gidiyor. Şeriat geliyor!..” korkusunu hortlattığı için AKP’ye artı bir getirisi oldu. Yeter ki, yolsuzluk, yoksulluk, ama illa da “ülkeyi bölme” projeleri konuşulmasın!..Hele katsayı projesinin öncüsü TÜSİAD’ın düşürüldüğü hal, her tarafı mennun etmeye yönelik o tırsık yazılı açıklamanın bile Mustafa Koç tarafından düzeltilmesi, AKP’ye yeter de artar!..Ama asıl hedef, "Müslüman Cumhurbaşkanı, Müslüman parti" zannıyla AKP’yi destekleyenlerin yanı sıra, Milli Görüş, BBP, hatta MHP’liler. Baksanıza nasıl da “mağduriyet giderildi” diye seviniyor, iktidarı kutluyorlar. Bir süre için bile olsa ülkenin temel sorunları, bu cenahın da gündeminden düştü, yani yine AKP kazandı!...En önemlisi, “Bunca yıldır iktidardalar, Batı’nın bütün isteklerini yaptılar, ama bizim tek bir sorunumuzu çözmediler” diye düşünen tabanla, yeniden “güven tazelendi”, yeni beklentiler yaratılarak, yeni bir avans alındı.

İmam-Hatip meselesi ve devamı gelecek “dini açılımlar” için tarafların hiçbiri “kaybediyoruz-kazanıyoruz” sendromuna girmesin, zira topyekûn kaybediyoruz. Neyi mi; Türkiye’yi!..

Öncelikle “Laiklik gidiyor” cephesi telaşlanmasın. Zira “kalmayan” şey gitmez!..Görünürdeki ölçü “türban” olduğuna göre bundan başlayalım. Devletin her kademesi “türbanlı” erkeklerle dolu…TSK dışında “hizmet özelleştirmesi” adı altında her kurumda işler özel firmalara devredildi, firmaların çalıştırdığı personeli AKP’liler belirliyor ve nedense çalıştırılan hanımların büyük bölümü “türbanlı”…Aslında Anayasa Mahkemesi, “AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağıdır” kararını verdiği gün bu iş bitti. Şimdi tüy dikme sürecindeyiz. İmam-Hatip sadece ilk adımdı. Arkası var!..

Mesela YÖK Başkanvekili’nin, “Dini eğitimi cemaatler versin” açıklamasının, Ruhban Okulu’nun açılması kampanyasına denk getirildiğini fark ettiniz mi? Ruhban Okulu’nu açtıkları gün emin olun, “Hıristiyan’a tanınan hak Müslüman’dan esirgenecek değil ya” denilerek, din eğitimi özelleştirilecek, camiiler bile cemaat-tarikatlara göre ayrılacak.

Mesela, “Kürt açılımlarına” paralel, YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması gündeme getirilecektir. İzninizle bu konuda bir parantez açıp, (özellikle de 28 Şubat sürecinde Prof. Dr. Mustafa Kahramanyol’un maruz bırakıldığı haksızlıklar yüzünden) son derece hassas olan milliyetçi-muhafazakar okurlara bir iki kelâm etmek istiyorum.

TSK bir siyasi parti, dernek veya örgüt değil, tamamen disiplin üzerine kurulu bir teşkilat. O yüzden de TSK düşmanı Batı’nın yargı organı AİHM’in Büyük Divanı bile, YAŞ kararlarına yargı yolunun kapalı tutulmasını onaylamıştır. Evet muhakkak haksızlığa uğrayanlar vardır, bunların bir şekilde giderilmesi, kararların daha titiz incelemelerden sonra alınması talep edilebilir, ama “tüm YAŞ kararları yargı denetimine tabi olsun” demek, o disiplin mekanizmasının alt-üst edilmesi, bugün birçok kurumda yaşandığı gibi, başka tür bir ast-üstlük mekanizmasının oluşması demektir. Bundan önce, şunu soralım; Demokrasinin temeli siyasi partilerde demokrasi var mı, Genel Başkanın kararları yargıya götürülüp, netice alınabiliyor mu? İşte en canlı örneği, MHP’de son yaşananlar!..Parantezi kapatıp, devam ediyorum.

Yine “Kürt açılımları” veya bunun ardından sırasını bekleyen Kıbrıs ya da Ermeni açılımları için belki 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasından vazgeçilip, 5+3’e geçilmesi dahi söz konusu olacaktır.

Bunları nereden mi çıkarıyorum? Hatırlar mısınız, çok değil Aralık 2007’de bir “kelle” uyarısı da YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a yapılmıştı. Neydi o uyarı, Özcan’ın ağzından kaçırdığına göre, hem Gül, hem Erdoğan, “Aman hocam, bir şey söylersin ipimizi çekerler” demişti. Türbanı gündeme getirmek için 5 yıl “sabreden” Erdoğan, acaba YÖK’te 1.5 yıl geçmeden niye düğmeye bastı? Seçim hazırlığı olabilir mi? Veya sonradan “teşekkür” etse bile acaba katsayı operasyonundan haberdar mıydı? YÖK Başkanı’nın, Gül’e, Erdoğan’dan daha yakın durduğu, epeyce “ortak dostlarının” bulunduğu, operasyondan bir gün önce yaptığı iki atamayla YÖK dengelerini değiştirenin de Gül olduğu malum ya, ondan bu şüpheye düştüm. Her neyse, “Dini açılımlarda kim düğmeye bastı”dan ziyade, “Neden şimdi”si önemli. Doğru, o faili hala meçhul “kağıt parçası” çok şeyi yıktı, artık hiçbir şey eskisi gibi değil, açıkçası TSK engeli ortadan kalkmış gözüküyor.

Ancak ben yine de Gül ve Erdoğan’ın, “Tamam, zamanı geldi, artık kendi gündemimize geçebiliriz” düşüncesiyle harekete geçtiğine, yani birilerinin iddia ettiği gibi “şeriat” peşinde olduğuna inanmıyorum. Niye mi? AB-ABD kızdığı için Cuma hutbelerinde, “En yüce din İslam’dır” ayetinin okunmasını yasaklayanların, yine onların isteği üzerine TCK’dan zina suçunu çıkaranların, misyonerliğin önünü açanların, azınlık vakıflarına sınırsız mal-mülk edinme hakkı tanıyanların, yurdun her bir yanında kilise açıp, apartman kiliselerini legalleştirenlerin “şeriat” gibi bir hedefi olamayacağından!..Baksanıza, Ermeni çetelerinin karargâhı Akdamar Kilisesi’ni vergilerimizle onarmaları yetmiyormuş gibi şimdi de ibadete açıp, tepesine haç dikmenin yolunu hazırlıyorlar. Demem o ki, aynen “AB’ye girecek-miş”teki gibi, sadece “şeriatı getirecek” “miş” gibi yapıp, hem “laiklik” tahrikiyle siyasi rant elde etme, hem de muhafazakar kitleleri o “ana projeler” tamamlanana kadar kontrolde tutma siyaseti izleniyor.

O “ana projeler” için ne ocaklar yıkıldı, kimler ne ihaleler veya tehditlerle susturuldu, susturuluyor!..Ama dedik ya, başkaları da var. Mesela AKP içindeki milliyetçi veya Milli Görüşçüler, bir Erbakan Hoca, Numan Kurtulmuş, Haydar Baş, tek kişilik muhalefet ordusu Mehmet Şevket Eygi ya da milli cemaatler, acaba Türkiye’nin bölünmesini, “Kürdistan”ın kurulmasını, Ermeni soykırımı iftirasının tanınmasını, Patriğin ekümenliğinin tanınmasını, Kıbrıs ve Ege’den vazgeçilmesini ister mi? Evet, rejimle sorunları olsa bile, onların nazarındaki Türkiye hiç de “gavur malı, fethi vacip” bir ülke değil.

Peki bu engeller bertaraf edilmeyecek mi? Gördüğüm, onlara da “sus payı” için “Silivri” değil, ama “dini açılımlar” programı uygulanacak!..Tutar mı?..Yaşayıp, göreceğiz.

Kaynak: Açık İstihbarat

26 Temmuz 2009 Pazar

Üniversiteye Sokulmayan Siyasi Lider Kim? / Meyyal UYGUR


Aşağıda anlatacağım olay gerçektir ve çok yakın zamanda Türkiye’de yaşanmıştır.


Bu hafta içinde medyaya yansıyan şu üç olay olmasa, yazmayacaktım, ama artık boynumun borcu. Zira Türkiye’nin nereye götürüldüğünü, “görmeyen gözleri, duymayan kulakları, hissetmeyen kalpleri” belki bir nebze uyandırır diye umuyorum.


İzin almadığım için kahramanların ismini vermiyorum. Kızacaklarını sanmıyor, yine de peşinen özür diliyorum. Aslında keşke yazımız, olayın en ince detayına kadar kamuoyuyla paylaşılmasına vesile olsa ve Türk Milleti, “Korku Cumhuriyeti”nin geldiği noktayı birinci ağızlardan duysa!..

Önce şu üç olay;

1- Başbakan Erdoğan 18 Temmuz’da İstanbul Kongre Vadisi inşaatında incelemelerde bulunmaya giderken Maçka’da Unirock Festivali’ne katılan gençleri görür, manzaradan rahatsız olur ve ertesi gün partisinin Ankara İl Kongresi’nde “Bu şekilde sınırsız, kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu bu yapılanma bizi dertlendiriyor. Kendi başına bırakılan unutmayın ya davulcuya, ya zurnacıya…”der. Sonradan ortaya çıkar ki, Başbakan’ın geçişi sırasında gençler “metalci selamı” vermiş, hemen ardından 5’i Başbakanlık korumalarının talimatıyla, “devlet büyüğüne saygısızlık”tan gözaltına alınmış. 21 saat karakolda tutulan gençlere, “siyasi görüşleri, seçimlerde hangi partiye oy verdikleri, Cumhuriyet mitinglerine katılıp, katılmadıkları” sorulmuş.

2- Semra-Suat Aydın çifti, 9 aylık kızlarını doktor ihmali neticesinde kaybettiklerini, ancak sorumlular hakkında dava açılmasına izin verilmediğini iddia etmektedir. Seslerini, Erzurum’u ziyaret eden Gül’e duyurmak isterler. Sadece bir mektup vermek için polisten yardım isterler. Anlatılanlara göre polis, yardımcı olacağını belirterek, çifti, 6 ve 7 yaşındaki iki çocuklarıyla birlikte karakola götürür. Aileye, Gül, Erzurum’dan ayrılana kadar gözaltında tutulacakları söylenir. İtiraz üzerine de ellerine kelepçe vurulur, hatta aile boyu dayak atılır.

3- Üniversiteliler, hem harç zamları, hem de üniversite sorunlarının öğrenciler olmaksızın konuşulması sebebiyle, hafta sonu İstanbul’da düzenlenen “Yükseköğretim Sorunları Çalıştayı”nı protesto eder. Polis, göstericileri gözaltına alır. Daha sonra iki öğrencinin salona girmesine izin verilir, ancak bunlar da, arkadaşlarının gözaltına alınmasını protesto etmeye kalkınca, Prof. Burhan Şenatalar’ın ifadesiyle, “Böcek gibi ezilir”.


Bence bu olayda en dikkat çeken husus, Türkiye’de sergilenen “Özgürlükçülük ve Demokrasi Oyunu”nun üç havarisinden Prof. Eser Karakaş’ın, öğrencileri, “sözlerinde durmamakla” suçlayıp, “kınaması”dır.

Geliyoruz, öyle ufak-tefek değil, etkili ve yetkili bir siyasi liderin yaşadıklarına;

Yaklaşık bir ay önce, bir gece yarısı ev telefonu çalar, kendisi açar. Arayan bir hanımdır. Aralarında mealen şu konuşma geçer:

-Filancayla mı görüşüyorum?

-Evet benim, buyurun…

-Efendim ismim şu. Gece yarısı rahatsız ettiğim için özür ilerim. İş veya torpil için aramıyorum, bir iki dakika beni dinleyebilir misiniz?

-Ne demek?..Elbette, buyurun…

-Efendim, bu yıl şu üniversiteden derece ile mezun oldum. Şu tarihte mezuniyet törenimiz var. Bu en mutlu günümde sizi aramızda görmek ve diplomamı sizin elinizden almak istiyorum, törenimize gelebilir misiniz, lütfen?..

-Seve seve, ancak programımı bilemiyorum. Bana telefonunuzu verin, siz de şu telefondan özel kalemimle irtibat kurun, eğer uygun olursa mutlaka gelmek isterim.

Karşılıklı teşekkür ve saygı ifadelerinden sonra telefon kapanır. Siyasi liderimiz, bu genç kızın medeni cesaretinden, ama özellikle de mezuniyet gibi çok önemli bir günü için kendisinden böyle bir talepte bulunmasından oldukça etkilenir. Anında Özel Kalemi’ne konunun takibi talimatını verir.


Bu arada elbette gerekli tahkikat yapılır. Acaba böyle biri var mı, gerçekten söylediği üniversiteden mi mezun oluyor diye. Genç kızın, kendisiyle ilgili verdiği bilgilerin tümü doğrudur. Bahse konu bir özel üniversitedir. Mezuniyet töreni gazetelerde yer alsın, bir anlamda reklamı yapılsın diye, o genç kıza üniversitenin telefon ettirmiş olabileceği ihtimali dahi düşünülür.


Buna rağmen Liderin o tarihli programına, mezuniyet törenine katılım konur, son şekli verilmeden de her ihtimale binaen, üniversite yönetimiyle temas kurulur. Beklenen ve doğalı, üniversite yönetiminin, “Şeref duyarız, bekliyoruz” demesidir değil mi?..


Hiç de böyle olmaz. Yönetim kibarca, “liderin gelmesinin, iktidar nezdinde kendilerini sıkıntıya sokacağını”, arif olan anlar misali ihsas eder.

Ve o lider, o mezuniyet törenine gitmez, daha doğrusu üniversiteyi sıkıntıya sokmamak için gidemez!..Ama bir şey yapar, genç kızı telefonla arayıp, henüz yolun başındaki bir gencimizin ülkeden umudunu kesmemesi için, sözcüklerini olabildiğince dikkatli seçerek, kendi hal-i pür melalini, daha doğrusu ülkenin, hepimizin hal-i pür melalini izaha çalışır. “İnşallah daha başka mutlu günlerinde yanında olacağına” dair söz verir.

Bugün bir siyasi parti lideri bunu yaşıyorsa, en az bunun kadar önemlisi bir özel üniversitede “korku dağları bekliyor”sa, sıradan vatandaşların başına gelenlere hiç şaşmayalım!..Sessizlik ve teslimiyetin devamı halinde, daha büyük ve yaygınlarına da hazır olalım. Tabi bu baskıları duyuracak bir medya, soruşturabilecek bir yargı kalırsa!..


Kaynak: Meyyal Uygur - Açık İstihbarat

23 Temmuz 2009 Perşembe

Erdoğan’ın “Kelle” Korkusu- Meyyal UYGUR


Başbakan Erdoğan’ın Yunus Emre’nin, “Söz ola kestire başı” dizesiyle yaptığı uyarı, peşpeşe açılım yapan AKP milletvekillerine çok kızdığı, gerekirse onların “kellesini alacağı” şeklinde yorumlandı. Yani bir yandan “Kürt sorununda” en büyük adımları atılıp, Türkiye tam haşlanma noktasına getirilirken, öte yandan ustaca milletten yine bir “helalin var!..” alındı, partideki “Kürtçülerden” rahatsız milletvekilleri sakinleştirilmiş oldu!..Başbakan belki, Roj-tv’ye çıkıp, Erdoğan’ın DTP’lilerle görüşmesini ve “Sorunun çözümüne katkı sunacak taraf veya kişilerin de masaya davet edilmesini” isteyen AKP Hakkari Milletvekili Rüstem Zeydan’a, Roj-Tv’nin kapatılması için verdiği mücadeleyi(!) boşa düşürdüğü, bir terörist için kurulan taziye çadırını ziyaret eden diğer Hakkari Milletvekili Abdulmuttalip Özbek’e de kör gözün parmağıma yaptığı için kızmış olabilir. Ancak açılımların alasını yapan Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan’a kızmasına imkan ve ihtimal yok. Hem özel, hem tüzel sebeplerden!..Özel sebepler malum –gayrı resmi Güneydoğu danışmanlığı, gayrı resmi dünürlük, aile ve kasanın oğul Mücahit Arslan’a emaneti- gibi…Tüzel sebepleri ise birazdan anlatacağım.

Kaldı ki Başbakan’ın açıklamaları “Kürt açılımlarının” içeriğine kızmadığını ortaya koyuyor. “Kürt açılımının iktidarları süresince ele aldıkları bir mesele olduğunu” söylüyor, meşhur Diyarbakır konuşmasını –ki o konuşmanın mimarı da İhsan Arslan’dı- hatırlatıyor. “MGK üyesi arkadaşlarıyla, bu konuda İçişleri Bakanlığına görev verdiklerini” açıklıyor. Dikkat buyurun “MGK” değil, “MGK üyesi AKP’liler” diyor. Ama bu ayrıntıya kim bakacak? Böylece millette, “Bu açılım MGK kararı, yani askerler de istiyor” zannı oluşturuluyor.

Sadece İhsan Arslan’la “özel hukuku” değil, Başdanışmanlarından Yalçın Akdoğan’ın Yasin Doğan adıyla son dönemde Yeni Şafak’ta kaleme aldığı, “PKK çözümün neresinde?..DTP’nin dönüşümü şart” başlıklı yazıları, “Çözüm iradesi”nden söz ederken, sıraladığı maddeler arasında “Ülkenin bölünmez bütünlüğünün” yer almaması ve SETA Vakfı yöneticisi iken “Kürt raporu” hazırlayan Prof. İbrahim Kalın’ın bugün Erdoğan’ın Dış Politika Başdanışmanlığını yapıyor olması, Erdoğan’da bir “içerik” sorunu olmadığının diğer delilleri. Yani her şey yolunda.

O’nu rahatsız eden, bu “açılımların” ülkeyi böleceği gerçeğini, uyumaya devam eden milletin kafasına dank ettirecek kadar açık konuşulması…"Ben şahsen partimin milletvekillerinin bu söylem birliğini zedeleyecek açıklamalarda bulunmasına da doğrusu hoş bakmam. Çünkü bizim bir söylem birliği içerisinde olmamız lazım" sözlerinin anlamı ve sebebi budur, “pişmekte olan aşa su katmayın” mesajıdır.

Hemen buradan “kelle” meselesine geliyorum…Ürdün gazetesi Ghad’da 2 Temmuz 2009’da İbrahim Garaybe imzalı, “Irak’ta ‘Iraklılar’ azınlığa dönüştü”, Birleşik Arap Emirlikleri Gazetesi Haliç’te de 3 Temmuz 2009’da Saad Muhyu imzalı, “Irak’ın dağılmamak için Atatürk gibi bir lidere ihtiyacı var” başlıklı yazılar yayınlandı. Bu yazılar bana bir şeyi hatırlattı. Mesela bir AKP milletvekili, Erdoğan’ın karşısına geçip, “Sizin Türk kökenli olduğunuzu biliyoruz. Ama son yıllarda yaşanan ve söyleyenlerle Türkler Türkiye’de azınlığa düştü, Türklük aşağılanır, utanılır bir şey haline geldi. Ne olur, bazı kişileri etrafınızdan uzaklaştırın…” der mi veya demiş midir? Demem o ki, bu konuda Orta Anadolu ve Ege başta olmak üzere AKP milletvekilleri arasında çok ama çok büyük huzursuzluk var. Hatta, “Anayasa’yı tebdil, tağyir ve ilga ile devleti ortadan kaldırmaya teşebbüsten” AKP hakkında yeni bir kapatma davası açılmasından korkuyorlar!..Bence Erdoğan’ın "kelle" sözünün altında da bu korku var. Acaba milletvekillerine, “Dikkatli olun, kellemiz gidebilir” mi demek istiyor?

“Kelle”deki ikinci korku ve mesajı da şöyle okuyorum. Başından beri “Kürt sorunun çözümü” Gül’e “tevdi edilmiş” durumda. Nitekim Başbakan’ın “kelle”den bahsettiği sırada Gül de Erzurum’dan, “Kısa süre içinde Türkiye’de çok büyük değişiklikler olacak” diyordu. İhsan Arslan, Erdoğan’ın 2005 Diyarbakır çıkartması üzeri, “En iyi ittifak Türkiye-Barzani ittifakıdır. Bu soruna Sevr ve Lozan görüşmelerindeki perspektiften bakamayız” açıklamasını yaparken, “Bu görüşlerinizi bir rapor halinde Başbakan’a ilettiniz mi?” sorusu üzerine şunu da söylemişti: “Daha çok Dışişleri Bakanı’yla (Gül’ü kast ediyor) sohbetlerimiz oldu…(Ne yanıt aldınız diye sorulduğunda) Hiçbir karşı görüş olmadı. Bence hepsi de onaylamak zorunda!..”

İhsan Arslan’ın güya Başbakan’ı kızdırdığı sanılan, Akşam’dan İsmail Küçükkaya’ya yaptığı son açıklamada, “Cezayir Modeli”ni önerirken, “Samimi ve güçlü olmak, cesur davranmak gerek. Güçlü bir liderlik başarır. Tayyip Bey bunu uygulayabilecek tek adamdır…Cumhurbaşkanı zemin hazırlama rolünü üstlendi. Tarafların sürece ilgi göstermesi misyonunu yerine getiriyor. Yoksa yol haritasını çizmek ve uygulamak makamı Cumhurbaşkanı değildir. Onun adresi Başbakandır. İşin riski vardır, onu Başbakan üstlenir” şeklinde sözleri çok ama çok önemlidir. Keza Radikal’dan Murat Yetkin’in “Erdoğan’ın üçüncü şansı olmayabilir” tespiti de…Adeta Erdoğan’a son bir “şans” veriliyor. Gayet açık ki, davul boynunda, tokmak başkalarında bu sorunu “çözse” de, “çözmese” de “kellesi” tehlikede olan Erdoğan!..Öyle veya böyle, siyasi, hukuki bir bedel ödeneceğini söylemek için müneccim olmaya herhalde gerek yok.

Başbakan Erdoğan’ın, hem kendisine, hem Gül’e yakın İhsan Arslan’a kızmasına imkan ve ihtimal bulunmadığını iddia etmiştim. Sebeplerini özetleyeyim:

-Mazlum-Der Başkanlığı yaptı, “Mazluma kimliği sorulmaz” sloganını yerleştirdi.

-1996’da PKK’nın esir aldığı 8 asker kurtarmak için Irak’ın kuzeyindeki kamplara gitti.

-Zaman Gazetesi’nin imtiyaz sahibiydi, sonra bugünkü kadrolara devretti. Aynı şekilde Star Gazetesi’ne el atıp, bugünkü kadrolarını ve çizgisini belirledi.

-Erdoğan’ın Diyarbakır açılımının mimarlığını yapıp, “Kürt sorunu vardır ve benim sorunumdur” dedirtti, “devlet adına özür” diletti.

- Sınır ötesi operasyonlara şiddetle karşı çıktı, hatta “Eğer operasyon olursa Diyarbakır, İstanbul karışır” sözleriyle üstü örtülü tehditte bulundu…

-Mahalli seçimlerden hemen önce “Öcalan muhatap alınmalı” dedi, Aktüel Dergisi’ne de şunları söyledi: “T.C’nin kuruluş felsefesinde toplumun ihtiyaçlarını karşılamayacak belirlemelere gidilmiştir. Bunlardan biri de etnik unsurları yok sayan bir anlayışın geliştirilmesidir…Devletin kurumu olan TRT içinde Kürtçe yayına izin vermemiz 85 yıldır yok sayılan etnik kesimin varlığının kabulü anlamına geliyor…Bazı engellerin bir günde kalkmasını beklemek yanlış olur. Herkesi sabırlı, sağduyulu, akıllı davranmaya çağırıyorum…Herkesin Türk olduğu, Türklüğün etnik kimlik olmadığı tezleri çürümüştür. Türkiyelilik kavramının anayasal zemine dayanması gerekiyor…Türkiyelilik kimliğinin Anayasa'da ifade edilmesi sorunun çözümü için ilk ve son adımdır…Cezayir iç savaşında 10 yılda 150 bin insan öldü. Bizde 40 bin kişinin hayatını yitirdiği söyleniyor. Cezayir Devleti, bu olaylar dolayısıyla ölen insanların yakınlarına maddi tazminat ödeyerek yanlarında olduklarını ve özür dilediklerini ifade etti. Devletin bütçesinde bu olaydan mağdur olmuş insanların yaralarını sarıcı imkânlar bulunmalıdır. Bu, yol ve baraj yapmaktan daha önemlidir. Bunun yanında Avrupa’da yaşayan, cezaevlerinde olan ve dağlarda suça bulaşmamış insanlar topluma kazandırılmalıdır.”

-Mahalli seçimlerden sonra, Haziran başında “Kürdistan Haber Ajansı”na yaptığı açıklamada, “rencide ettiği” için “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarının silinmesini, yerleşim yerlerinin Kürtçe adlarının iade edilmesini, Kürdoloji bölümlerinin kurulmasını istedi (Açıklanacağı söylenen pakette bunların olduğuna dikkatinizi çekiyorum). Başbakan’ın Ahmet Türk’le görüşmesini son şehit haberleri üzerine iptal ettiğini ilk o açıkladı.

- Akşam Gazetesi’ndeki son röportajında da, “Çözüm Öcalan’dan geçer…Talep edene Kürtçe eğitim versek ne olur?..Militanın da annesi ağlıyor. İyi niyet göstergesi olarak ölenlerin ailesine maddi yardım yapılabilir, Cezayir Modeli uygulanabilir…” dedi.

Başbakan Erdoğan, Arslan’ın daha önceki açıklamalarına hiç kızmadı. Şimdi niye kızsın ki?..Hani Çankaya Köşkü’ndeki Gül, kendisini ziyaret eden Hakkari Heyetine, “Burada söyleyemeyeceğim şeyleri de düşünüyorum. Hatta sizin de bana söylemek isteyip söylemediğiniz şeyleri biliyorum ve size katılıyorum. Bu sorunun çözümü süreç işidir…” demişti ya, hani sonra bu sözlerini yalanlamıştı ya, işte Gül ve Erdoğan’ın “söyleyemediklerini” söyleyen, o “süreci” götüren baş isim Aslan’dır. Halen AKP’nin Siyasi ve Hukuk İşleri Başkan Yardımcılığı görevinde bulunuyor olması, bunu ispata yetmez mi?

Peki Erdoğan, Arslan’ı görevden alır, etrafından, ailesinden uzaklaştırır mı? Bunu yaparsa da bilin ki sebebi, “Kürt açılımı”ndan rahatsızlık değil, kafasında “erken genel seçim tarihini” netleştirmesi olur. Son kez, “Esas milliyetçi biziz”i ispatlayıp, oyları topladıktan sonra, “yola devam” için!..

Kaynak: Açık İstihbarat

Islak İmza Otomasyon Sistemleri ile Taraf'ı Eşzamanlı Kullanırsanız.../ Açık İstihbarat


Teknoloji ile hukukun kesişme kümesinden hayatımızı şekillendiren içtihatlar doğar.


Bilgisayar üzerindeki işleme teknolojilerinin gelişmesi ile birlikte ses kayıtlarının hukuki delil olarak şüpheli konuma düşmesi buna güzel bir örnektir. Günümüzde insanların başka bir konuda söylediklerinin işlenerek, onlara farklı bir şey söyletilebileceği gerçeği, ses kayıtlarını mahkemeler önünde şüpheli konuma getirmiştir.


Keza aynı şekilde; teknolojiyi arkadan takip eden hukuk sistemi, "Ergenekon" davasında bilgisayar disklerinin kopyalanması konusunda sürekli çelişkili sonuçlar üretmektedir. Teknolojinin bilincinde olarak kaleme alınan Ceza Muhakemesi Kanunu, bilgisayarına el konulan şüpheliye bilgisayar sabit disklerinin bir kopyasının verilmesi şartını koşarken; hukuku uygulamakla yükümlü olanlar teknolojik gelişmelerin şart ve mümkün kıldığı bu tedbiri layıkıyla uygulamamakta ve nihayetinde "Ergenekon" davasındaki bütün sayısal "delilleri" şüpheli konuma düşürmektedirler.


Basının "Ergenekon" davasında "belge" diye kamuoyunu ayağa kaldırdığı bir çok "delil" bu kapsamda bu davanın aynı zamanda en zayıf halkasını oluşturmaktadır.


Son olarak; "polis bülteni" olmakla eleştirilen ve bünyesinde en fazla istihbaratçı, "genç sivil" , polis çalıştıran gazete Taraf'ta yayınlanan fotokopi "belge" yine teknoloji sınavını geçememiştir.


Ortada bir fotokopi vardır fakat belgenin aslı olmadığı için ıslak imza üzerinde gerekli kriminolojik inceleme yapamadığından belgenin sahipliği konusunda belirleyici bir sonuca ulaşılamamıştır. Buna rağmen haftalarca bir fotokopi üzerinden gündem yaratılarak TSK üzerindeki operasyonun son ayağında da maksat hasıl olmuştur.


Her faşizan kafanın alameti farikası olan prensip burada da yürürlüktedir : önemli olan gerçeklik değil algıdır. Türkiye'de bir Goebbels demokrasisi (herkes istediği propagandayı seçmekte özgürdür) uygulamakla yükümlü görevli gazateciler de bu yüzden belgenin gerçekliği ile değil "neyi temsil ettiği" ile uğraşıp durmuşlardır.


Teknoloji bu aşamada hukuku bir kere daha zorlayacağa benziyor.


http://hhmemis.blogspot.com/ adresinde yayınlanan görüntüler ; el yazısı otomasyon sistemlerine ait. Internet üzerinde ufak bir araştırma yaptığınızda karşınıza bu alanda sistemler üreten Rockville , Maryland merkezli Damilic şirketi (http://www.damilic.com/) çıkıyor.


Aşağıda bu firmanın ürettiği sistemlere dair iki resim bulabilirsiniz.




















Teknolojinin var ve mümkün olduğu noktada, bu teknolojiyi kullanan, daha doğrusu suistimal eden var mı sorusu da hukukun ilgi alanına giriyor.






Son yaşadığımız tartışmalar ışığında, Türkiye'de bu ıslak imza otomasyon teknolojisinin kullanılıp kullanmadığının araştırılması gerekecek gibi. Ve belki de teknolojinin geldiği noktada ıslak imzanın bile mahkeme önünde delil niteliğini kaybedeceği bir geleceğe doğru ilerliyoruz.






Teknolojiyi suistimal edenlerin, teknolojiden anlamayanları oyunlarına alet edip manşet attırdığı bir dünyada hukuk ve onun namuslu uygulayıcıları diken üstünde oturtmak zorunda.






Açık İstihbarat

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Yıldıray Oğur Varken Mahkemeye Ne Hacet? / Fatma Sibel YÜKSEK


Taraf’ta Yıldıray Oğur diye bir adam var, bu şahsın hallerini yazmadan geçemeyeceğim.

Adam mahkeme salonunda bir “demokrasi değnekçisi”, bir “haller prensi” gibi dolanıyor . Sanıklara öyle nefretle bir bakışı var ki gazeteci değil, dağdan leşi inenlerin yakini zannedersiniz. Bir de çok ünlü bir yazar, derin gözlemci falan olduğunu, herkesin kendisine baktığını düşünüyor olmalı ki sürekli kimsenin göremediği detayları not ediyormuş gibi hareketler yapıyor.

İnsanların en doğal hallerini büyük bir dikkatle inceleyip derin notlar alan adam pozları kesiyor. Ferda Paksüt’ün oturduğu sandalyenin önünden geçip gitmesini not alışını görmeliydiniz; sanki Napolyon’un Moskova seferini yazacak.

Açık İstihbarat



Bir olaya, “birinci”, “ikinci” gibi sıfatlarla numaralamaya başlamak aslında korkutucudur; çünkü o durumun benimsendiğini, süreklilik kazandığını, meşrulaştığını gösterir.

“İkinci Ergenekon Davası” maalesef böyle bir kodlamanın başarıya ulaşmış hali olarak sahne aldı.. 20 Temmuz’da Silivri’deki ilk duruşmanın başladığı saatlerde, “Üçüncü Ergenekon İddianamesi” de mahkemeye gönderildi. Böylece, dış basının çok isabetli bir şekilde “pembe dizi gibi” dediği Ergnekon çıkmazına yeni bir düğüm daha atılmış oldu. Dördüncü, beşinci, belki de altıncı bir iddianameyle belli ki dava dünyanın en büyük hukuk çöplüğüne dönüştürülerek içinden tamamen çıkılmaz bir hâle getirilmek hedefleniyor.

Bu davayı Türkiye’nin başına saranlarca belirlenen yöntem bu: Sonuç almayı imkânsız hale getirip çürümeye terk etmek…

Bu arada “intikam” denilen şeytani duyguyu en acımasız biçimde tatmin etmek. Tutukluluğu bir kabir azabına dönüştürmek, savunma hakkını kullanılamaz hale getirmek, mahkemeyi figüran mertebesine indirmek, hukuku ve adaleti polisiye aşamasından ibaret kılmak…

Ergenekon adlı cadı kazanını kuranlar, amaçlarını bu kadar pervasızca gerçekleştirirken, böyle bir utanç davasının mağduru olanlar maalesef olaylardan yeterince ders çıkarmış görünmüyorlar.


20 Temmuz’da başlayan ikinci Ergenekon davasının bende uyandırdığı ilk izlenim bu..


Duruşma, sanki Ekim 2008’den beri hiçbir şey olmamış gibi başladı.


Sanki 90 küsur duruşmayı geride bırakmamışız, sanki yüzlerce suçlama hiç çürütülmemiş, sanki kimi krokilerin bizzat savcıların el yazısıyla yazıldığı, aramalar sırasında polis tarafından CD bırakıldığı ortaya çıkmamış..

Sanki, daha davanın adı bilinmezken Ümraniye’deki gecekonduda arama yapan polislerin “Ergenekonsa s..tir et” diye konuştukları görüntüler yayınlanmamış,

sanki “falanca tarihte yurtdışında yasa dışı toplantı yapıyordu” denilen sanıklar o tarihte ceza evinde yattıklarını kanıtlamamışlar..

Sanki “Ataşehir toplantısı” denilen yerde öyle bir villanın olmadığı, dahası bu toplantıya katıldıkları iddia edilen kişilerin her birinin ayrı bir ilde olduğu baz istasyonu kayıtlarıyla ortaya çıkarılmamış…

Bir iddianamenin bu derece tartışmalı olduğunu bu kanıtlar bile ortaya çıkaramıyorsa, bir sanık daha ne yapabilir ki?


Bir mahkeme bu kadar somut, bu kadar önemli delilleri yok sayıp tutukluluk halini ısrarla sürdürüyorsa savunmanın bir anlamı kalır mı?

Maalesef ikinci Ergenekon davası, işte bütün bunlar sanki hiç olmamış gibi başladı.


Tutuklu sanılar, tıpkı ilk davanın tutukluları gibi ilk duruşmada suçsuzluklarını kanıtlayıp tahliye olacakları umuduyla geldiler salona.


Duruşma hiçbir karar alınmaksızın 6 Ağustos’a ertelenince sanıklardan Adil Serdar Saçan isyan etti.


“On aydır bu günü bekliyorum, daha ilk duruşmada yirmi gün ara veriliyor, bu şerefsizliktir”


diye bağırmaya başlayan Saçan’ı duruşmayı izleyen kızının “Baba sakin ol” yalvarmaları bile yatıştıramadı.

On aydır tutuklu olan Tuncay Özkan da salondan çıkarken Savcı Mehmet AliPekgüzel’e ağır sözler söyledi.


Özkan’ın


“Beni madem teröristlikle suçluyorsun, kanıtlayacaksın.. Kanıtlayamazsan…” dediği duyulurken, sanıklardan gelen en ağır tacizleri bile gülümseyerek dinlemesiyle ünlenen Savcı Pekgüzel olduğu yerde donup kaldı.

İlk duruşmanın tutuklu sanıklar için hayal kırıklığı ile sonuçlanmasında avukatların katkısı olduğunu söylemek zorundayız. Reddi hakim talebinin daha önceki duruşmalarda sonuç vermediği ve reddi hakim talebinin diğer bütün talepleri askıya aldıracağı biline biline neden böyle bir yola gidildiği anlaşılamadı.


İkinci davanın avukatları, ilk davada denenmiş ve çıkmaz sokakla sonuçlanmış yöntemleri bilmiyor olabilirler ama örneğin Ahmet Ülger gibi ilk davada da yer almış tecrübeli bir avukatın mahkeme heyetinin çekilmesini istemesi en azından taktik bir hataydı. Böyle bir talebin hele de üçüncü iddianame mahkemeye gönderilmişken, duruşmanın en az yirmi gün geriye atılmasından başka bir işe yaramayacağı o kadar açıktı ki…

İddianame okunsun mu okunmasın mı tartışması başta olmak üzere daha önce onlarca kez yapılmış ve sürecin uzamasından başka bir şey getirmemiş tartışmalar, sıfırdan başlanarak yine yapıldı. Tutuku sanıkların, “Yüz bin sayfalık ek delilleri okuma imkanımız yok, bilgisayar istiyoruz” şeklindeki talepleri bile bütün haklılığına rağmen faydasızdı Yüz bin sayfa delili evde 5 bilgisayarla bile okuyamıyoruz. Bari bırakın savunma hakkınız kısıtlanmış olsun, hiç değilse temyizde işe yarar. Her koğuşa birer bilgisayar verip gerekli imkânı sağlamış olacaklar yok yere…

Bu davada ilkinin aksine müdahil olmak isteyenlerin bulunmayışı ilginçti. İlk davada keçisi kaybolan, kızı kaçırılan, arabası çalınan herkes “Ergenekon yapmıştır” diye mahkeme salonuna üşüşmüştü.


Bu kez niye yoktular acaba? Diyarbakır Barosu Başkanı bile gelmedi. DTP’liler de yoktu..Yırtık bluejeanlı, marka rujlu ve Hermes türbanlı “genç sivilleri” de göremedik. Oysa o çok meraklı oldukları asıl “darbe” iddiası bu davadaydı. Acaba kumanda edildikleri merkezler, “maksat hasıl oldu, yok yere gürültü çıkarmayın” dediler de ondan mı sır olundu?

Taraf’ta Yıldıray Oğur diye bir adam var, bu şahsın hallerini yazmadan geçemeyeceğim.


Adam mahkeme salonunda bir “demokrasi değnekçisi”, bir “haller prensi” gibi dolanıyor . Sanıklara öyle nefretle bir bakışı var ki gazeteci değil, dağdan leşi inenlerin yakini zannedersiniz. Bir de çok ünlü bir yazar, derin gözlemci falan olduğunu, herkesin kendisine baktığını düşünüyor olmalı ki sürekli kimsenin göremediği detayları not ediyormuş gibi hareketler yapıyor.


İnsanların en doğal hallerini büyük bir dikkatle inceleyip derin notlar alan adam pozları kesiyor. Ferda Paksüt’ün oturduğu sandalyenin önünden geçip gitmesini not alışını görmeliydiniz; sanki Napolyon’un Moskova seferini yazacak.


Oysa kadın öylece yürüyüp gitti işte…

Ertesi gün köşesinde,


“Tutuklu teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin iddianamede Karargâh Evleri yapılanmasında kendisine aralarında hiçbir akrabalık bağı yokken “ağabeylik” ve “ablalık” ettiği söylenen Aydın Kardeşlerin hemen yanında oturması, aynı yapılanma içinde tutuksuz yargılanan teğmenlerin de bağlantılı oldukları bir yayınevi sorumlusuyla (Hatice Bahtiyar) birlikte oturmaları fiili kanıt gibiydi”


diye yazdı bu şahıs…

Yıldıray varken mahkemeye ne hacet..Yanyana oturmak “fiili kanıt gibiymiş” baksanıza…

Bence duruşmanın en eğlenceli adamı, Taraf gazetesi çıkarılmadan önce adı sanı bilinmeyen bu Yıldıray Oğur’du…


Kaynak: Fatma Sibel Yüksek - Açık İstihbarat

Davutoğlu'nun Sözettiği Zeminlerden Biri ABD Dışişleri Bakanlığı mı?/ Meyyal UYGUR


Barzani ve Taraf Gazetesi’ne servis edilen görüntülerle ABD destekli olduğu ortaya çıkan Aktütün saldırısı için, “Türk Milleti’ne ‘diz çök’ mesajıdır” demiştim.


Zira saldırıdan aylar önce Haziran 2008’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nda DTP’lilerle yapılan bir toplantıda, Türk Milleti’nin PKK konusunda ABD’ye tepkisi masaya yatırılmış, bu yüzden


“Operasyonların önünün açılacağı, ancak işbirliğine rağmen operasyonların sorunu çözmeyeceğinin gösterileceği” mesajı verilmiş, “ardından Türkiye’yle ilgili A, B, C, D planlarının hazırlanacağı” konuşulmuştu.


ABD Büyükelçisi James Jeffrey 19 Haziran’da NTV’de,


“Kürt sorununda ayrıntıları göreceğiz. Şeytan ayrıntıda gizlidir. Türk hükümeti büyük yol kat etti”


demişti. Geçenlerde ABD Büyükelçiliği internet sitesinde kendisine yöneltilen, “ABD, Türkiye’de Kürt konusu ve PKK ile ilgili nasıl bir yol almayı umuyor?” sorusuna cevaplandırırken de, “2007’den bu yana, ortağımız ve müttefikimiz Türkiye’nin PKK teröristleriyle mücadelesindeki bağlılığımız sonuç vermiştir” gibi bir ifade kullandı. Bildiğimiz PKK 1983’ten beri faaliyette. Acaba ABD, Türkiye ile “işbirliği” yapmaya neden 2007’de başladı?..

Bu notu bir kenara kaydettikten sonra, ikinci notumuza geçip, 28 Mayıs 2004 tarihli yine ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki toplantıda cevabı aranan soruları hatırlatalım:


“Kerkük, Kürt eyaleti içinde kalırsa TSK’nın tepkisi ne olur?..Kürt milliyetçiliğine İslami çevrelerin bakışı ne?..AKP’nin İslam-Kürt milliyetçiliğine yaklaşımı ne?..AKP’nin TSK ile birlikte bölgedeki bir Kürt devletine yaklaşımı ne olur?..AKP’nin Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine bakışı ne olabilir?..AKP içindeki Kürt asıllıların Başbakan Erdoğan üzerindeki etkileri nedir?..”


O toplantıda, İlnur Çevik ve Cengiz Çandar’a atfen, “AKP hükümetinin Kürt Federasyonuna karşı olmadığı, asker ve MGK zorlamalarıyla Kürt etnik federasyonuna karşı çıkmak zorunda kaldığı” da vurgulanmıştı.


(Geçen 5 yılda askerin nasıl devre dışı bırakıldığını, özellikle Gül’den sonra MGK’nın tamamen iktidarın kontrolüne geçtiğini unutmayalım)

Üçüncü notumuz ise şu; Soros’un seslerinden Zaman Yazarı İhsan Dağı, Ocak 2009’da NTV’de mealen,


“Küresel güçlerin stratejik tercihlerine dayanan Ergenekon operasyonunun, TSK içindeki Batı karşıtı, Avrasyacı grubun temizlenmesine yönelik”


olduğunu açıklamıştı. Bu nottan başlarsak, bugün Mehmet Altan, “Ergenekon ve Nabucco” bağlantısı kuruyor. Nabucco için,


“Barzani Kürdistanı’na dünyaya çıkış sağlanması dahil, Türkiye’nin vanasının tamamen emperyalistlerin eline geçmesi”


demiştim. Altan, Bayramoğlu’nun söylediklerini somutlaştırıp, tespitimizi teyit ederken, “Ergenekon operasyonun” nelere kadir olduğunu da bir kez daha gözler önüne seriyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki o toplantılarla ilgili notları niye hatırlattığımıza gelince; Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu (Radikal’den Deniz Zeyrek, ‘Davutoğlu’nu Obama mı istedi?’ diye sormuştu) bugün, Türkiye’ye Aktütün değil, Dağlıca saldırısı ile “diz çöktürüldüğünü” itiraf ediyor, yetmiyor o toplantılardaki kararların hayata geçirileceğini ilan ediyor da ondan.


İmralı’daki “son umudun” avukatları PR çalışmasına çıkmış, Doğan Medya’nın amirali Ertuğrul Özkök “çözüm” için manşet üstüne manşet atmış, hatta DTP-TÜSİAD arabuluculuğunu yapmış (Ertuğrul Özkök’ün telaşı çözümden ziyade, Gül ve AKP’ye yaranma yarışına benziyor) ve Ergenekon-2 vizyona girmişken gazetelerin Ankara Temsilcileriyle Ankara Rixos Otel’de sabah kahvaltılı sohbet yapan 2.5 aylık Bakan Davutoğlu’nun, o mesajlarını özetleyelim:

- Dağlıca’dan sonra Türkiye ile Kürtler arasında bir çatışma olacağı bekleniyordu, ama en kapsamlı ilişkiler sağlandı. Biz bölgeyle ilgili politikalarımızda krizleri büyüterek değil, işbirliğini artırarak sonuç almayı tercih ediyoruz…
- Türkiye geçmişte sıcak takibi çok yaptı, kara harekatı yaptı. Artık kapsamlı çözüm yollarına ihtiyaç var…
- Türkiye için Basra neyse Kerkük de odur. Irak’ta Erbil dahil tüm şehirlerde konsolosluk açmayı düşünüyoruz…

- (Kürt sorununa çözüm sürecine İmralı’nın dahil edilmesi konusunda) Türkiye kendi iradesiyle çözüm üretir. Türkiye’de bu sürecin yürütülmesi için meşru zeminler bellidir. MGK ve Bakanlar Kurulu var, o zeminlerde yürür. Kimse başka bir zemin aramasın…

Bu açıklamalar, 25 yıldır PKK maşası üzerinden “Kürdistan” kurulması planlarını önleme uğruna kan, can, büyük ekonomik kayıplar veren Türkiye’nin, hem PKK’yı, hem “Kürdistan”ı tanıması, yani “teslim bayrağı” çekmesi değilse, nedir?..


İktidara göre, “Türkiye kendi iradesiyle çözüm üretiyor”muş, İmralı muhatap alınmayacakmış, olabilecekler-olamayacaklar belirlenmiş, PKK ile mücadelede Barzani ile işbirliği yapılacakmış…Medya borazanlarına göre de İmralı-PKK-DTP, bölünmeden vazgeçmiş, hatta “Tek bayrak, tek vatan, tek millet” diyormuş, İmralı, PKK’dan “silahları bırakmasını” istemeliymiş falan.

“Türkiye’nin kendi iradesiyle çözüm” dediği, ABD Dışişleri’nde kotarılan, 2007’de David L. Phillips, 2009 başında Henry Barkey’e yazdırılan, Soros’un Türkiye Şubesi TESEV’in de son şeklini verdikleridir. Bunların içinde Barzani’nin tanınması, Kürt kimliğinin kabulü, Kürtçe’nin ikinci dil olması, PKK’ya af, hatta “PKK’ya silah bırakması çağrısında bulunmak amacıyla sivil toplum temsilcileri ve siyasi partilerin aracılığına başvurulması” dahil, “kendi çözümümüz” diye önümüze konulanların tamamı var.


İmralı’dakinin “muhatap alınmamasına” gelince, “patronları” muhatap alınmış, o alınsa ne olur, alınmasa ne olur?..


İktidarın, “olabilecekler ve olamayacaklar” listesine gelince; oldurulacaklar, “olamayacak” denilenlerin ilerde oldurulmasının teminatıdır!..Zaten Sanayi Bakanı Nihat Ergün, AKP Grup Başkanvekili iken, “Kürt kimliğini tanıyacağız…Dilini konuşmak istiyor insanlar. Bunun eğitimini görmek, bununla şarkı söylemek, televizyon seyretmek istiyor. Bütün bunların yasak olması entegrasyonu sağlayabilir mi?” demişti. (Bakınız Yeni Şafak-7 Ocak 2009)

Barzani’nin işbirliği mi? Geçenlerde Irak’ın kuzeyine gidip, ilgililerle görüşen Hak-Par Başkanı Bayram Bozyel, teröristlerin Türkiye’ye, sözde lider kadrosunun da Norveç’e gönderileceğini, pasaportlarının hazırlandığını söyledi. PKK’nın Kandil’deki başı Karayılan, Irak’ın kuzeyinde 25 Temmuz’da yapılacak seçimde “Barzani’nin yeniden seçilmesini umut ettiklerini” duyurdu.


Barzani geçen yıl Ahmet Türk-Emine Ayna başkanlığındaki DTP heyetini kabulünde,


“Kimse Kürtler arasında bir kavga beklentisi içinde olmasın. Kürtlerin birbirini vurduğu dönemler artık geride kaldı. Bizden, bölgemizdeki PKK kamplarına yönelik bir müdahale beklentisi içinde olmasınlar”


demişti. Geçtiğimiz 17 Temmuz’da da, “Ben kaldığım sürece Kürt kanının, Kürt eliyle dökülmesine müsaade etmeyeceğim” sözleriyle pozisyonunu değiştirmediği mesajını verdi. Barzani’nin Türkiye ile işbirliği buysa, bir de işbirliği yapmasa acaba neler söyler, neler yapardı?

Medyadaki PKK şövalyelerine ise biz değil, teröristler ve temsilcileri cevap versin…

Kandil’deki Karayılan: Öcalan serbest kalsa bile silah bırakmayacağız…


Diyarbakır’daki temsilci Osman Baydemir: Bu toprakların adını da kabulleneceksiniz…

Brüksel Temsilcisi Zübeyir Aydar: Tek devlet olur, tek millet olmaz. Biz Türk değiliz, Kürt’üz. Kürtler de bir halktır, millettir, temel haklarını kullanabilmeliler…

TBMM’deki Temsilci DTP : (Gül’e sunulmak üzere hazırladıkları rapor) Bask modeli birebir uygulansın. Eğer Bask modeli olmazsa, PKK liderlerinden Murat Karayılan’ın önerdiği İskoç Modeli de incelensin ve uyarlansın. Çözüm için İmralı ile görüşmelere başlansın…

PKK itirafçılarına “rüşvetle” ifade verdirip, terörle mücadele eden askerlerin sanık sandalyesine oturtulması faaliyetleri de tam gaz sürüyor. 25 yıldır gayrı nizami bir savaşta, ülkeyi bölmek isteyenleri “insan hakları, hukuk” diye ibra edenlerin, ülkeyi böldürmemek için ölenleri “hukuk-insan hakkı” demeden yargısız infaza tabi tutmalarını gördük ya, artık şehitlere, “şehit denmesin” talebinde bulunsalar, yeridir. Bu ağzı açık ABD ve Obama hayranları, yürekleri yetiyorsa “Guantanomo soruşturmasının kapatılmasının, Cheney’in ölüm timinin” üzerine de gitseler ya!..

21 Temmuz tarihi itibariyle emperyalizmin “PKK ve Kürdistan” planlarında geldiğimiz nokta bu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, sadece 46 gün önce 5 Haziran’da ABD’de, “Atatürk bu devleti üniter ve ulus devleti olarak kurmuş. Çivisi oynatılamaz. Oynatırsanız, bakın Yugoslavya var…” demişti.

“Oynatma” deyince, gözüm sabahtan akşama kadar göbek atılan, çöpçatanlık yapılan bir ulusal kanalımızdaki programa ilişti. Fırfırlı etekler giymiş üç bıyıklı “köçek” kendilerinden geçmiş bir şekilde oynuyordu. Birisinin üstüne giydiği yeleğin arkasında bayrağımızın ay-yıldızı vardı. Nasıl “oynadığımız ve oynattığımızın” gerçek resmi işte budur!..


Kaynak: Meyyal Uygur - Açık İstihbarat

21 Temmuz 2009 Salı

"Ergenekon"'un 2. Davasından Notlar - I / Açık İstihbarat


"Ergenekon" operasyonunun ikinci davasından notlarımızın ilk bölümünü dikkatinize sunuyoruz.


  • Duruşma başlamadan diğer davadan birbirlerini tanıyan avukatlar, tutuksuz sanıklar ve seyirciler yeni binanın bekleme salonları ve kafeteryasında sohbet ettiler. Uzun bir aradan sonra yeniden buluşan insanların hasret gidermesi "Silivri Pilav Günü" esprilerine vesile oldu. 1. davanın ilk günü yaşanan izdihdam yaşanmazken, salona giriş ve çıkışların daha düzenli gerçekleştiği görüldü.

  • Duruşma salonu, bir önceki duruşma salonuna göre boyutları ile mahkeme heyeti, sanıklar ve seyircileri küçülten boyutları ile mahkeme ortamında farklı bir atmosfer yarattı. Seyirci sıraları ile sanıklar arasında uzaklığın artması ve ayrıca salonun sağ ve sol taraflarına yerleştirilmiş avukat sıraları ile mahkeme heyeti arasındaki mesafenin uzaklığı , yeni mahkeme düzeninin psikolojisinin bir öncekine göre daha farklı olacağı yorumlarına neden oldu.Yeni salondan en fazla şikayetçi olanlardan biri de, ellerinde mikrofon bir uçtan bir uça koşturmak zorunda kalan mübaşirlerdi.

  • Duruşma öncesi avukatlar ve tutuksuz sanıklar arasında yaşanan en önemli tartışmalardan bir tanesi davaların birleştirilip, birleştirilmeyeceği yolunda idi. Bazı sanık avukatları, 2. iddianamenin darbe suçlaması ile yapılan farklı bir iddianame olduğunu ve dolayısı ile iki davanın birleştirilmemesi gerektiğini savunurken; diğerleri bunun hem pratik, hem yasal olarak imkansız olduğunu, iki davada da ortak suçlar, isimler ve eylemler bulunduğunu ve bu nedenle mahkemenin eninde sonunda bu iki davayı birleştirmek zorunda kalacağını belirttiler. Mahkeme sonunda savcılar da iki davanın CMK'nın 10. maddesi gereği birleştirilmesi talebinde bulundular.

  • Salonun eleştiri alan ve duruşma sırasında mahkeme başkanı tarafından da kabul edilen bir diğer zaafı ise havalandırma sisteminin klima özelliğinin bulunmaması ve sadece hava sirkulasyonu yapacak şekilde inşa edilmiş olmasıydı. Salona açılan 6 kapı açık tutulduğu halde öğleden sonra sıcaklık herkesi etkilemeye başladı. Bir önceki salonda mahkeme heyetinin sağ ve sol köşelerine ve seyirci sıralarının önündeki sütunla beraber dışarıda gazeteci sıralarının olduğu salonda konulan plazma ekranlarının yerini yeni salonda duruşma salonuna tepeden bakan iki dev projeksiyon ekranı almıştı. Salonun büyüklüğü ve ışıklandırması nedeni ile projeksiyon ekranlarındaki görüntülerde netlik sorunları mevcuttu.

  • Salon ve dışarıda en sesli grup Tuncay Özkan'ın Biz Kaç Kişiyiz hareketi ve bağlantılı Yeni Parti grubu oldu. Dışarıda kameraların konuşlandığı alanın yanında konuşlanan Yeni Parti ve İşçi Partili gruplar sloganlarla desteklerini dile getirmeye çalışırken bir kısmı ise salonda seyirci sıralarındaki yerini aldılar. Yaklaşık 350 kişilik seyirci sıraları tamamıyla doluydu. Fakat özellikle Tuncay Özkan'ın yandaşlarının duruşma sırasında Tuncay Özkan'a yaptığı sevgi gösterileri, alkışlamaları ve attıkları sloganlar sadece mahkeme heyetinin değil, diğer seyircilerin de tepkisini çekti.

  • Duruşmaya tutuklu sanıklardan Levent Ersöz, Atilla Uğur ve tutuksuz sanıklardan Şener Eruygur gibi isimler kendilerine celp ulaştırılmadığı gerekçesi ile katılmazken; İlker Güven duruşma başladıktan yaklaşık yarım saat sonra, Av. Levent Temiz ise öğleden sonraki celsede salona geldiler. Mahkeme başkanı; herkese celp yollandığını, cezaevi yönetiminin o sırada hastanede bulunan sanıklar hakkında celbi mahkemeye geri yollamış olabileceğini ve bu aşamada belli hatalar olmuş olabileceğini, bu hatanın en kısa zamanda düzeltileceğini belirtti.

  • Salonun ilk sırasında oturan isimler arasında Mustafa Balbay, Birol Başaran, Tuncay Özkan ve Gürbüz Çapan dikkat çekti. Mahkeme salonundaki düzende tutuklu sanıklar için yaklaşık 135 kişilik yer ayrılırken, tutuksuz sanık bölümünün yaklaşık 45 kişilik olduğu gözlendi.

  • 1. davadan farklı olarak; 2. Davada tutuksuz sanıklar arasında daha fazla ünlü isim mevcuttu. Ferda Paksüt, Hurşit Tolon ve Sinan Aygün en fazla ilgiyi üzerine çeken isimlerdi. Davayı izleyen isimler arasında CHP Milletvekili Mengü ve Yaşar Okuyan da bulunuyordu. Mengü, duruşmayı , seyirci bölümünün ilk sıralarından Ferda Paksüt'ün eşi Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt ile beraber izledi.

  • 1. Davada mahkemenin yedek hakimi Çalmuk ilerleyen duruşmalarda heyette yerini almış ve daha sonra bütün duruşmalara katılmaya başlamıştı. Yedek üyenin 2. davanın ilk duruşmasından itibaren heyetteki yerini aldığı görüldü. 2. davaya 13. Ağır Cezanın yedek heyetinin bakacağı ve savcıların 1. davaya göre farklı olacağı yolundaki spekülasyonların geçerli olmadığı ve 1. davadaki mahkeme ve savcı heyetinin aynen yerini koruduğu görüldü.

  • Mahkeme başlangıcında , bir sanık avukatı ile mahkeme başkanı arasında sanıkları temsil edecek maksimum avukat sayısı ile ilgili tartışma yaşandı. Avukat; bir sanığın en fazla üç avukat tarafından temsil edilebileceği yolundaki sınırlamanın 1. davaya ve onun görüldüğü salona özgü bir sınırlama olduğunu fakat bu duruşmada salonun genişliği nedeni ile böyle bir sınırlamaya gerek duyulmaması gerektiğini savunurken, mahkeme başkanı şu an için bu sınırın geçerli olduğunu, daha sonra farklı bir karar verilebileceğini belirtti. Bir sanık için dört avukatın kendini mahkemeye tanıtması üzerine yaşanan bu tartışma; sıra İşçi Partili sanıklar için 9 avukat kendini tanıttığı sırada yaşanmadı. Avukatların kendini mahkemeye tanıtması yarım saat sürdü.

  • 1. iddianamenin sanıklarından İsmail Yıldız'ın avukatı Dursun Yassıkaya avukat sıralarında yerini alırken; yine 1. iddianamenin sanıklarından Veli Küçük'ün avukatı Zeynep Küçük duruşmayı seyirci sıralarından izledi. Zeynep Küçük; müvekkilin de bu duruşmalara katılmasına izin verilmesi için müdahil olma talebinde bulunduğunu fakat bu talebinin reddedildiğini belirtti.

  • 1. davanın ilk duruşmasından farklı olarak; 2. davanın ilk duruşmasında müdahil olma talebi olmadı. 1. davanın ilk duruşmasında en sert tartışmalar müdahil olmak isteyen insan hakları örgütleri veya baro avukatları ile sanıklar ve mahkeme heyeti arasında yaşanmıştı.

  • Duruşmanın başlaması ile birlikte ilk sözü Tuncay Özkan'ın avukatı alarak, mahkeme başkanından heyetle ilgili bir konuya açıklık getirmesini istedi. Avukat; mahkeme heyetinde dördüncü bir üyenin gözüktüğünü ve bu durumda kararların hangi üç üye tarafından alınacağının açıklığa kavuşturulmasını istedi. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, en solda oturan yedek üyeyi işaret ederek, "en solda oturan arkadaşımız heyeti tamamlayıcı arkadaştır, bizim herhangi birimizin bir mazereti olması durumunda konuya hakim olması için duruşmalara katılmaktadır" mealinde bir açıklamada bulundu.

  • Sanık avukatların mahkemeye kendilerini tanıtması sonrasında sanıkların kimlik tespitine geçildi. Kimlik tespiti çerçevesinde sanıklara gelirlere, kira durumları ve sosyal güvence durumları ile ilgili ayrıntılı sorular da yöneltildi. Sanıklar arasında, 1. davada olduğu gibi çok farklı gelir düzeyleri dikkat çekti. En yüksek geliri aylık 15-20 bin TL ile Sinan Aygün, Tanju Güvendiren , Gürbüz Çapan ve Ercüment Ovalı beyan ederken; hiç bir geliri olmayan öğrenci sanıklar ve Emcet Olcaytu 800 TL aylık gelirle en düşük geliri beyan eden isimler oldu. Tanju Güvendiren'in gelirini beyan ederken "bu seneye mahsus olmak üzere" ibaresini eklemesi hukuki açıdan dikkat çekti.

  • Sanıkların gelir, iş ve ikametgah beyanları sırasında verdikleri sıradışı beyanlar salonda gülüşmelere neden olurken, mahkeme başkanının aylardır tutuklu kalan sanıkların bu esprili tespitlerini bir tür deşarj aracı olarak gördüğü ve müdahale etmediği görüldü. Tuncay Özkan; "ikametgahım Silivri ve siz zaten bunu en kısa zamanda değiştireceksiniz" şeklinde konuşurken; bu bölümde damgasını esprili üslubu ile Gürbüz Çapan vurdu. Çapan daha önce ne iş yapardınız sorusuna;

"daha önce suç işlerdim, profesyonel suçluyum ben. Türkiye'de ne kadar suç varsa ben işledim. 20 yaşından beri mahkemelerde dolaşıyorum. Şehrin ne kadar pezevengi, puştu varsa hakkımda şikayetçi oldu. Bütün gelirimi avukatlarla paylaşıyorum, onlarla beraber yaşıyoruz"


şeklinde cevap verdi. Çapan'ın profesyonel suçluyum sözleri seyirciler tarafından alkışlandı. Çapan nerede emekli olduğu sorusuna ise;


"Ergenekon emeklisiyim, pardon devlet emeklisiyim. Yaşlıyım, hastayım, devlet ne zaman çağırsa geliyorum ama her seferinde tutuklanıyorum" cevabını verdi.


Sanıklarla zaman zaman esprili diyaloglar kurması ile tanınan Mahkeme Başkanı Şengün, Birol Başaran'ın ticari olarak aylık 5-10 bin dolar arasında değişen geliri olduğu ve SSK emeklisi olarak da aylık 500 TL aldığını söylemesi üzerine, "aslolan, sağlam olan da o" şeklinde cevap verdi.



  • Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, sanıklardan Fatma Sibel Yüksek'in iddianamedeki eski adresini okuyarak, "şimdi evlendiniz, yeni adresiniz nedir?" sorusu ile gelişmeleri yakından takip ettiği mesajını verdi. Yüksek, adresinin değiştiğini ve yeni adresini henüz ezberleyemediği için kağıttan okumak zorunda olduğunu belirtti.

(Devam edecek....)